M U a dam Sofi tahay yülleri zor layan bir güzelliğe sahiptir. Kimilerine göre Sultan Abdülaziz'i bile etkilemiştir. Boyacı-köy'ün bu yalılarını deniz değil, İstanbul canavarları yutmuş bulunuyor (Solda)...
Geçmiş Zam an Olur ki
Ya da Memleketimden İstanbul Manzaraları
aradeniz’den esen poy raz serindi. Gökyüzü nün rüzgar kanatları esin tiler çırptığında, deniz kuşları çöplük lerde eşelenmezdi. Denizin karaya henüz küs mediği dönemlerdi ve “karaba- tak ”lar hayata dalıp çıkarlardı. Denizin dibinde “Kaya”balıkları, üstünde ise “gümüş”ler parlardı. Karideslerin yosun tutmuş kaya diplerinde nasıl zıp zıp zıpladığı nı görebilirdim. Rengarenk la- pinler, kaya üstlerinde neşeyle kıskaçlarım açan tombiş yengeç ler, incecik zarganalar ve deniz anaları yaşamaya değer bir haya tın ufak renkleriydi. Mavi henüz kaybolmamış, yeşil sarıya esir düşmemişti.
Yazmamıştı şair henüz, “Bü tün renkler hızla kirleniyor- du/Birinciliği beyaza verdiler”
diye...
Emmi
yorum. Şirket-i Hayriye Vapuru Çengelköy Isk elesi’ne gelmiş, a fiili kaptanlar vapuru yana yatı rıp yakındaki yalının dillere des tan güzeli Madam Sofi’ye hava atmaktadır.
Zengin bir Ermeni sarrafının kızı olan Sofi sadece denizcilere değil, “karacı”lara da havlu at- tırmıştır. “Mösyö Köçeoğlu” pa ra ile haşır neşir bir zat olup, bir ayağı Bebek, öbür ayağı da Çen gelköy’dedir. Hem uyanık hem de devrin icaplarına uymak ko nusunda son derece “hacıyat-
maz”dır. İki yakaya uzanan bu renkli hayat, “iki yakası
bir araya gelm eyen”lerin bazen_ gıpta, bazen nefretle baktığı hayattır. Ama kızı Sofi’ye olan bakış her ne ka dar “kedinin ciğere bakışı”
gibi olsa da “m ültefit” bir manzara arzedecektir. Ken dinden çok kızının “m al”
varlığının ölçüsü dikkat çe
Haydarpaşa Vapuru gidiyor suları yara yara...
Hayat değerliydi... Kanalizas yonlar ne Ömerli ne de Alibey- köy Barajı’na akıtılıyordu. Ter- kos gölüne giren bir ineğin res mi gazetelerde yayınlandığında, yetkililer utanç içinde yüzünü kapatır ve halktan özür dileyip istifa ederdi.
Kabiliyetsiz ve o ölçüde duy gudan uzak İstanbul canavarla rı, sorumsuzluğun, namuzsuzlu- ğun ve alçaldığın inanılmaz mi sallerini verip içtiğimiz suya si fon çekiyorlar.
Ne m usluklarda ne de so rumlu davranışlarda “tıss” yok.
“Sudan ucuz” lafı yerini, “Ha yattan ucuz”a bırakmış. Hayata böylesine su katan bu cinai hadi se karşısında, ne diyebilirim ki şu mısralanmdan başka?
“Denizler bittiğinde/çekildi- ğinde sular/Gözyaşıyla mı yeşe recek hayat?”
Her şeyi tüketmemize rağ
men gözyaşı pınarlarımızın hala kurumamış olmasının bir mana sı olmalı. Ben balıkların son dan sını Kadıköy Vapuru’nun san cak tarafından seyretmiştim. Çı macının attığı halat belki de ha yatın boynundaki son kolyeydi.
Ayfer Feray, “Lüks mev- ki”ye geldiğinde, hayran gözle rin ağırlığından “istiap haddi”ni
aşardı vapurlar. İstanbul güzelli ğini o yakadan öbür yakaya taşı ması sırasında etrafın nasıl dal galandığına ben bizzat şahit ol m uşum dur. İs
tanbul’un bu “ha yat dolu” sanatçı sı artık “Kadıköy Vapuru”na değil, sonsuzluğa bilet kesm iş b u lu n u yor. Hem de “gi diş dönüş” değil, sadece “gidiş”...
Denize doğru
çıkma yapan salondan düğün marşı ve ardından bir tango sesi ni duyuyorum : “K em anım la ona bir se s v ereb ilsey d im eğer...”
Kadıköy ve Üsküdar erken den yeni bir sabaha yatmıştır. Ve kimbilir giden bir Ayfer’in ardın dan yeni bir Ayfer gelmektedir. Karşı sahile dalga dalga verilen selamlar köpüklü lacivertlerle akıp gitmekte, küçük çatana ve
“pıtpıt”lar akıntıyla kapışmak tadır. Elim şakağımda düşünü
kicidir.. Bu da hanlar, hamam lar, konaklar, yalılar veya Frank lar, altınlar değil de 90-60-90 ola rak telaffuz edilir.
Kendileri “dünya malı, dün yada kalır” gibilerinden “tatlı hayat” felsefesini benimsemiş ve bedeni kıymeti, nakdi ve ayni kıymetten daha ağır olmuştur... “Taşınmaz mal”lann hafif kaldı ğı hakiki bir “mal” vesselam...
Köçeoğlu ailesi ve Madam Sofi hakkında bizi malumattar kılacak mufassal bir kaynaktan yoksun bulunuyoruz. Bu sebep le bulabildiğim malumatla iktifa etmekteyim. Münevver Ayaşlı Hanımefendi “Dersaadefi’i an latırken Sofi Köçeoğlu’nun kara- kaş ve karagözlü olmadığım şöy le ifade etmektedir:
“Sofi’nin bilakis yeşil hareli gözleri ve açık kumral saçları varmış...” (Bedir Yayınlan İstan bul 1975)
► ►►
Madam Sofi zaman zaman yalı penceresine çıkıp vapurları seyretmekte ve bu arada deniz trafiğini karıştırmaktadır. Kap tanlar vapurları yan yatırıp, yalı yı sıyırtarak geçişlerinde hem maharetlerini ortaya koymakta hem de matmazel Sofi’nin takdi rine mazhar olmaktadırlar.
Belli ki “Bir hadise var can ile canan arasında”.
Bir olsa neyse... Aşki muhab betler açısından “Çoğulcu” olan matmazel Sofi, “demokrat” dav ranışları ile ahalinin sempatisini kazanm ıştır. Bu takdir hisleri günün birinde “taban”dan “ta- van”a yayılacak ve Köçeoğulla-
rı’mn devlet katında münasip bir yer bulmasına yardımcı olacak tır. Sofî’ye devlet katma yerleş mesinde asıl kimin hami ve “yer gösterici” olduğu noktasında te reddüt içindeyim . Ama Ayaş-
lı’nın tesbitini yine de kayd-ı ih tiyatla vermek isterim: “Vaktin padişahı cennetmekan Abdüla- ziz Han’ın dahi hu Ermeni dil berini beğendiği rivayet edilir.”
Az ve öz bir yorumla “kalbi sponsor”un Pehlivan Abdülaziz
olabileceği ortaya çıkmaktadır.
Sultan Abdülaziz’in İmparatori- çe Öjeni’ye olan hayranlığını ifa desinde de “h issiyat” dolu bir nezaket olduğunu biliyoruz. Sa mi Karayel’in Abdülaziz isimli çok dikkate değer kitabında bazı m isaller görmekteyiz. (Ahmet Halit Kitapevi 1942)
Sultan namaz kıldığı sırada imparator odadan içeri girer fa kat yetkililer onu durdurmaktan çekinirler. Padişahın sırtı dönük tür ve Ojeni bunu kendisine ya pılmış bir hürmetsizlik olarak te lakki edecektir. Sultan, namazı eda ettikten sonra meseleye va kıf olmuş ve dehşetli üzülmüş tür. Hemen hariciye nazırını ça ğırır ve taraflar arasındaki bu
‘‘nazik” durumun hallini ister.
Ojeni hakikati öğrenip anlayışla karşüadığmda dünyalar Abdüla
ziz’in olacaktır. Madam Sofi’ye gelince, bu dilberin efsanevi gü zelliği ile “Dersaadet”i aydınlat mış olması m uhtem el görünü yor. Bu ışık bir ara muhteşem bir tablodan da yansıyacaktır. Takdire mazhar olan zerafetinde bilhassa gözleri, sadece meraklı
“karagöz”leri değil, Avrupa’daki
resim piyasasının “paragöz”leri-
ni de kamaştıracaktır.
Hadise Abdülhak Hamid’in
refikası Lüsyen Hanım’m Kapa- hçarşı Bedesten’de rastladığı bir tablo ile gün ışığına çıkmıştır.
Lüsyen Hanım bu sıralarda “Şa- ir-i azam”a saadet, kalbi kırık edebiyat çevresine elem şiirleri yazdırmaktadır. Lüsyen Hanım,
19’uncu yüzyılın tanınm ış bir ressamı tarafından yapılan yağlı boya portreyi uygun bir fiyata alır ve itina ile Sıraselviler’deki
apartmanına getirir.
Şimdi sıra neredeyse tablo dan çıkacakmış gibi bir canlılık gösteren bu dilberin kimliğini tespite gelm iştir. Lüsyen Ha- nım’m yakın arkadaşı Münevver
SH 81
Hanım arasında şöyle bir mu habbet tebarüz edecektir.
“Hayır dedim, bu kadın ec nebi değil. Bu kadın İstanbul reayası zengin bir sarrafın veya bankerin kızı veya karısı... Lüs- yen’ciğim bu tabloda bir şeyin farkında değil misin? Bu tablo Anadolu cih etin d e yapılm ış, arada Boğaz var ve karşı sahil Rumeli ciheti dedim. Evet evet çok doğru dedi. Şimdi bu kadı nı Anadolu yakasında oturan zengin reaya kadınları arasın da aram ak ik tiza ediyordu. Lüsyen’ciğim resimde görünen tepeler, Çengelköy tepeleri, bu rada yan i Ç engelköy’ünde 19’uncu asırda kim otururdu? Her ikimizin ağzından “Köçeo- ğulları” adı çıktı. Bu kadın Sofi Köçeoğlu idi. Lüsyen Hanım Son’yi vakıa tanım am ıştı am ma Abdülhak Hamid Beyefen- di’den onun güzelliğini, en aşa ğı benim kadar dinlemişti, bili yordu.”
Sonrası maneviden maddi yata dönüşecek ve Lüsyen Ha- n ım ’m gözleri parlayacaktır. Çünkü bedeni değeri yüksek bu hatunun sureti, tabloya da bedii değer olarak, fevkalade güzel ak setmiştir:
“Lüsyen H anım ’m gözleri parladı, ben bunu zengin Erme- nilere satarım dedi. Zira Avru pa’da yerleşmiş, zengin Erme- niler, Ermeniliğe ve Ermenilere ait her şeyi topluyorlar. İtal 1935 Yeniköy'ünden
bir sahil manzarası.
ya’da Milano’da bir müze veya galerileri var dedi.”
Hülasa edersek, tablo İtalya
yolunu tutmuş Lüsyen Hanım
da “yolunu bulmuş”tur.
Münevver Ayaşlı Hanıme fendi Selanik’ten henüz geldik leri dönemde Çubuklu bahçe sinde ince saz takımı icra-i sanat eylemektedir. Bu kendilerinin Türk musikisi ile ilk tanışması dır. Bu tanışmadan memnun de ğildir ve sazendelerin kıyafetle rinden irkilir. Bu noktada Lüs yen Hanım da aynı şeyi söyleye cek ve “Vallahi Münir Nurettin hakkında bir fikir yürütecek kadar Türk musikisini bilmiyo rum ama şu kadarını söyleye yim, Türk müzisyenlerini dilen ci kıyafetinden çıkaran, temiz ve medeni bir kıyafete sokan ilk adamdır Münir Nurettin....”
BOĞAZ A TAKILANLAR
Boğaziçi’ni mekan edenleri alt alta sıralasak, lakap ve soyad larını bırakın sadece adları ile “Boğaza köprü olur”lar... Bu se beple Refik Halit Karay, Reşat Ekrem Koçu, Serm et Muhtar
Pera Orient/Hiçyıimaz koleksiyonundan tablo gibi bir ilan... Salih Bey'in çizdiği bu resimde, şezlonga oturup "gel keyfim gel" yapan bir İstanbul hanımı İstanbul'u seyretmektedir. Ve... Bir vapur 1938 umutlarını taşıyor, eski zaman kadını da güzelliklerini... Hadiseye şahit de Kız Kuiesi'dir...
Alus, Abdülhak Şinasi Hisar, Salah Birsel gibi takdirkarları olduğum ustalardan birkaç mi sale yer vermekle iktifa edece ğim. Çünkü değil bir yazı, koca bir Boğaziçi A nsiklopedisi’ni
kaleme almak gerekir.
“Boğaziçi şen gönüller yata-
ğı”dır. Jules Verne bile hayalle rinin bir kısmını Boğaz kıyısın dan atla taşımıştır.
İşte “bakınız, netice itiba riyle” sadece bizden değil, ya bancılardan da gözünü ve kale mini Boğaz’a uzatanlar olmakta dır. Sivil zevadın “Boğaz’a göz koyan”, “gözü çıkasıca”larla bir alakası olmayıp, onlar “Lojis- tik”le değil, sadece “Tabiat Bil gisi” ile alakadar olmaktadır.
Piyer Loti’nin ziyaretlerini sadece Eyüp ve havalisine yaptı ğı ve buralarda “havale” geçirdi ği sanılmasın. “Boğaziçi Şıngır Mıngır” karşımızda arz-ı endam ediyorsa, bu mutlaka Salah Bir sel Hoca’mn işidir:
“Oh be, sessizlik onu yavaş yavaş iyileştirir. Artık deniz kı yısına inebilmektedir. Caminin önünden bir arabaya atlayıp B e b e k ’ e , Emirgan’a ka çıyordun Ora larda solukla şan ve kimse sizleşen kah velerd e son nargilelerin i içecektir. Her üT
-Geçmiş Zam an Olur ki
yanı sonbahar renkleri kapla mıştır.” (Boğaziçi Şıngır Mıngır, Iş B ankası K ültür Y ayınları 1980)
Birsel’in anlattığı Piyer Lo-
ti’dir. 1910 yazında Kandilli’de Kont ve Kontes Ostrorog’un ya lısında “bir avcı gibi gizlice Bo- ğaz’dan geçen sandalları vapur ları izler”.
Sermet Muhtar Alus’un tas viri en az yabancıların ki kadar hasret doludur:
“Bu yeryüzü cen n etin i ilk görenlerin hepsi gözleri kama- şık , a ğızları açık k a lm ıştır. Dünyanın dört bucağını gez miş, ayak basmadığı yer kalma mış olanlar da aynı halde ve şu kanaatte: Eşi değil, andıranı bi le yok... Boy boy saraylar, kasır lar, kazıklı yalılar, bağlar, bah çeler, yambaşlarında kayık is keleleri...”
Bu tasvir başta Turhan Boz- kurt ve Necati Biçer olmak üze re iflah etmez İstanbul sevdası na müptela olanları titretebilir.
Boğaziçi’nin asıl revnak bul maya başlaması Abdülmecid za manındadır. En şatafatlı günleri ni de Abdülaziz döneminde ya şamıştır.. (Yeni Tarih Dergisi Sa yı 8, Ağustos 1957)
Refik Halit Karay, Arnavut luk Kralı’nın mahdumu ufaklık Zogo’nun Tiran saray bahçesin de çember çevirdiği, Beneş’in
Yakup Kadri’nin yeni büyükel çilik itimatnamesini kabul ettiği sakin günlerde deniz gezisi ya pacaktır:
“Güneşten yarı kavrulmuş, toza bulanmış, solmaya yüz tut muş bir çiçek tarlasına,
akşa-şakır akşa-şakır su verilirken, damla cıklar tem izlenm iş yapraklar arasında parlar, bütün renkler gülerken nasıl çiçekler hesabı na haz duyarsam plajda da böy le oluyorum. Sade kendimin de ğil, bin eza içinde yanıp kavrul muş küçük maişet erbabının yı kanıp serinlem esinden gülüp oynaşmasından, tertemiz sevi şip kucaklaşmasından keyif ah- yorum.” (ilk Adım, Semih Lütfi Kitapevi)
Şirket-i Hayriye’nin kaptan larından beyaz tonton sakallı
Mehmet Efendi’nin, kaytan bı yık Sezai Bey’in, Kayzer tipli Rı za Efendi’nin veya Mösyö Pa- las’m Boğaziçi’ne bıraktığı sade ce şeklen birkaç bin yolcu veya valiz midir?
Vükela karıları, kızları, mah dum ları, gelinleri, dam atları, konsolos beyleri ve sırma elbiseli kavaslar mıdır?
Kalaslar mıdır sadece? Vücut züğürtleri, “ham meyva”yı kopa ran ve kopartanlar mı, “mülkü”
endaze tanım az ve “taşınm az
mal”lar ile devamlı “kıçtan ka ra” ve “sancak alabanda” ya panlar mı?
Güzel ile çirkinin aynı ana forda, “dipten gelen dalga” ile yekvücut olduğu emsalsiz bir ta rihe dümen kırmışlardır.
Şüphesiz hiç bir “yük” Boğa ziçi seferlerinde rastlanan itibar ve ağırlığa sahip değildir.
.. Hakiki AnkaralI Muzaffer O zençel, sırf maziyi karşıdan karşıya geçirmek için Ankara Ekspresi’ne biner ve Boğaz turu yaptıktan sonra akşam tekrar başkente dönerdi. Sporun alfabe sini yazıp yaşamayı “boğaz”la-
mayan ve hakiki hayatı bu “Bo-
ğaz”da arayan tam bir define arayıcısı.
Bana gelince... İpincecik pa pazi yaşm aktan taşm ış kıvrım saçlar, kahkül ve zülüfleriyle boynuma bir Boğaziçi kolyesi gi bi dolanıyor. Anlaşılıyor ki İstan
bul’da iflah etmez bir “müeb- bed” im ben... Hiç kıvırm adan
“dank” diye söylemeliyim. İstan
bul’un ırzına geçenlere olan isya nım da beni “idam lık” edecek kadar büyüktür. Ama suyuma özetle şehrime yapılan benzeri tasallut karşısında, şu yeni İs tanbul ve Boğaziçi dediklerini görüp, bin kere ölmektense boy numu mazi cellatına uzatıp, bir kere ölürüm daha iyi.
Şehr-i İsta n b u l’u yutacak kadar canavarlaşan zihniyet, ne kadar da kültür ve tarih düşma- nıymışm be meret? “B aşın ı za İstanbul kadar taş d ü şsü n ” ve “ B o y u n u z b o s u n u z d e v r i l s i n emi...”
E r g u n H IÇ Y İL M A Z
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi