• Sonuç bulunamadı

Enis Batur:Doğu-Batı Divanı;Birinci derece yankıların şiirleri ya da...

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Enis Batur:Doğu-Batı Divanı;Birinci derece yankıların şiirleri ya da..."

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Doğu-Batı Divanı; Birinci

derece yanıkların

şiirleri ya da...

Enis Batur, Fransa’da geçirdiği altı

aylık bir çalışma süresinin sonunda yine

fırtına girdi yazın ve düşün dünyamıza.

İki Deniz Arası Kara Topraklar

Batur’un gezi günlükleri ve izlenim­

lerinden Seyrüsefer Defteri ise

şiirlmerinin yazılma süreçlerinden

i

oluşuyor. Son zamanlarda üzerinde çok

tartışılan ve neredeyse şiir dünyamız

gündeminin birici sırasına yerleşen

Opera 1 -4004 ve Doğu-Batı Divanı

Batur’un şiir serüveninin doruk nokta­

ları olarak görülüyor. Ö nceki baskısına

oranla çok fazla genişletilmiş olan

Modernizmin Serüveni ise Batur yıllar

süren bir çalışmasının ürünü. Bu kita-

lardan Doğu-Batı Divanı üzerine ede-

iyatımızın bir başka önemli adı

Füruzan, Enis Batur’la görüştü.

FÜRUZAN

- Puşkın ’e tüm Rus soyluları gibi ilk dili sayılıp ço­

cukluğunda öğretilen (bir anlamda anadili)

Fransızcay-la, sonradan dönüp dikkatle yoğunlaştığı edebiyat haya­

tı boyunca, birlikte olduğu Rus dili'arasındaki ilişkisini

düşündürdü bana Doğu-Batı Dîvanı. Enis Batur bu son

çalışmasında bence Batı’ya tümüyle Doğu’dan bakıyor.

Doğu-Batı Dîvanı şaşırtıcı, etkileyici bir okuma oldu be­

nim için. Şiirler, şiiröyküler, roman bölüm len, sinema­

sal görüntüler; geçmiş yüzyılın, bitm ekte olan yaşadığı­

mız yüzyılın kişileri., kısa bir sürede kesintisiz okuyup

bitirdim kitabı. Bir yazarın doğum yerinden B atıya ba­

karken aidiyetin reddi yolunda yaptığı tartışmasının yo­

ğunlukla yansıdığı bir kitap bu bence. Puşkin ’in Evgeni

Onegin ’i hangi yabancı dile aktarılırsa aktarılsın, kim çe­

virirse çevirsin bu çevirmen Nabokov olsa bile her zaman

çok şey yitirirmiş. Doğu-Batı Dîvanı da aynı zorlukları

taşıyor. D il öyle katm anlı bir anlatıma ulaşmış k i hangi

dile çevrilirse çevrilsin bu onu zayılatacaktır, yanılıyor

muyum?

- Bu karartıcı, kanatıcı, çetrefil soruyu, tam da onun içeriğinin bana gelip yaşadığım günlerin içinden çarp­ tığı bir anda yöneltmiş olmanız, Füruzan, rastlantıysa ürpertici rastlantı: Yazı adamı, anadÜinde yarattığı, ya­ rattığım umduğu ya da sandığı iletişim serabına inan­ mak üzereyken harflerin tanıdığı tanımadığı bambaş­ ka dillerde karşılığını bulma olanaksızlığını keşfedince C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 384

yeni bir çöl açılıyor önünde. Herkes gibi ben de dene­ yimden, deneyimlerimden söz etmiş olsam gerektir; oy­ sa deneyime inanmıyorum: H er yeni deneyim bizi il- koluşu ile zedeliyor, öncekilerin geçerliğini siliyor, de­ neyim depomuz olsa olsa her seferinde yanıldığımızı göstermeye yarıyor. “Doğu-Batı Dîvanı” onu yayını açı­ sından önceleyen “Opera 1-4004” ile birlikte, son on yılımı kaplayan iki ana kitaptan biri oldu: Mahut “Otuz- beş Yaş” dönemecinden başlayarak 4 5 ’ine çıkan (ya da inen) merdivenin basamaklarından birlikte geçtik.

G enişçe bir zaman dilimine vayıhyorsa bir yapıt, onu kuran kişinin ağır ağır kanını kurutuyor, gövdesindeki her organın neredeyse özsuyundan az ya da çok çeki­ yor. Böyle koyacakolursam, artılarıyla eksileri iç içe ge­ çiyor “Dîvan”m: Orda benim iş, ustalık, beceri kazanı­ şımın izleriyle ehlileşişimin, bir tür yabanıllık yitiminin izleri kaynaşmış olabilir, diye düşünüyorum. Yaş alır­ ken; iyi çalışmış, işimize kendimizi gereğince vermiş­ sek kazanmalarımız olur; aynı anda, elimizde olmaz ki: Tazeliğimiz sıvışır gider, onu tutamayız. Bu on yıl bana böyle bir deneyim kazandırdı, bir sonraki deneyimim yalanlayana dek onunla oyalanacağım demektir.

Şiirin, hiçbir vakit olmadığı kadar uçlara çekildiği bir çağın son demlerini yaşıyoruz: Rilke’nin “Duino Ağıtları”nı yazdığı, Valery’nin ya da Yahya Kemal’in neo-klasik çizgide elmas kestikleri yıllarda D ada’cılar, Hlebnikov, makinalaşmak isteyen Nâzım, kalemin öbür ucunu sivriltmişlerdi. Bu dönemi izleyen yarım yüzyıl,

her iki ucun programlarını genişlettiklerini kanıtlıyor. Bizim dilimizde de irili ufaklı şiir depremleri yaşandı aynı süre içinde: Lirik, epik, deneysel, gelenekçi, ato­ nal tohumlar serpildi tarlamıza. Ben şüre 1970’lerin başında başladım sayılır, ardımda pek çok gözüpek ku- ralkırıcı, bir o kadar kuralkoyucu gördüm. “Doğu-Ba- tı Dîvanı”, şiire çizilmek istenen kimi sınırlara baştan boyun eğmeyi yadsımış bir toplam: Sizin de söylediği­ niz gibi türler, farklı ifade olanakları arasında belli risk­ lere dokunuyor, zaman zaman onları sımsıkı tuttuğu bi­ le ileri sürülebilir. Dilin katmanhhğı bu pervasız gibi gö­ rünebilecek, oysa on yıl boyunca beni bir terazinin önünde dikili tutan safkan tedirginliğe bağlanabilir mi -soruyorum ya, yapıtını bildiğimden değil.

Kalıyor, kitabın nereye ait olduğu sorunu. Bu şiirler değilse bile onları hazırlayan başkaları daha önce B a­ tıkla ve Doğu’da yayımlandığında, Roma’daki ve Tah- ran’daki okurlardan duyduklarım şaşırttı beni: Tıpatıp aynı cümlelerdi: B atın ın şiir tekniklerini özümsemiş bir Doğulunun dünyası. Anlaşılan, bir tek kendi ülkemde yabancı sayılıyorum, sayıldım bugüne dek. Ama kim­ ler tarafından diyecekseniz, onu biliyorum işte.

“Doğu-Batı Dîvanı”, biraz da tamamlanması uzun sürdüğü için olmalı, hem genişçe bir coğrafyaya, hem geniş bir zaman alanına yayılan şürler içeriyor. Zaman, coğrafyanın içinde büyük kültür göçleri yaratmış, yaş­ lı kıtalarda her şey iç içe geçmiştir. Kültür ortaklığı,

di-Devamı 4. sayfada. nr

2 6 H A Z İ R A N 1 9 9 7

□ N ü k e t E s e n , M u ra th a n M u n g a n ’ın “Paranın Cinterfni değerlendirdi...

3. sayfada

□ P rof Dr. G ü rse l A yta ç, Selim lle ri’nin “Cem il Ş evket Bey, A ynalı D olaba İki El Revdver”ini irdeledi...

8. sayfada

□ Işık Kansu, Anıl Ç e çe n ’le “ Ulusal S ol” üzerine konuştu... ... ...

9. sayfada

□ M. Sersm az, Tülin Bum in’in “Tartışılan Modemlik”ini değerlendirdi... .

23. sayfada

Cumhuriyet

O

P A R A S I Z E K

(2)

Kapak konusunun devamı...

)•* 1in yaratabileceği çeviri olanaksız­ lığını biraz olsun hafifletmez mi? Si­ zin de ilgilendiğiniz “Pasaport”un üç ya­ bancı dile çevrilmiş olması, umut verici bir işaret olarak görülebilir belki.

- Son yıllardaki şiirlerinizde özellikle

felsefeyle olan yakınlığınız düşünülürse,

derin ama aynı zamanda berrak bir anla­

tımı durma oluşturuyorsunuz. Oysa er­

ken çalışmalarınızdan okuduklarım için

aynı değerlendirmeyi yapamıyorum. Bu

duruluk ve derinlik yolunda neler geçti?

- Bu soru, bana açıkçası birden fazla

pencere açıyor. Öğrencilik yıllarımdan sonra felsefeyle aramdaki mesafe gitgide büyür oldu. Erken dönem çalışmaları­ mın sis kalınlığına biraz o mesafenin dar­ lığı, biraz da o dönemi yurtdışında, ana­ dil çarpışmalarından uzakta geçirmiş ol­ mam yol açtı sanıyorum. Şiirin ayrı, özel, yapılmış bir dile dayandığı görüşü, işin bir yüzüdür; öbür yüzünde bambaşka bir gerçek bekler: içinde yaşamadığımız bir dilde, tırmandığımız yokuş ciğerimi­ zi tıkar. “P oğu -B atı Dîvanı”, hayata çen­ tikler atan bir kitap. Gündelik hayatın dile attığı sayısız köprüden gelip geçiyor şiirler. Duruluk ölçüsünde borcum so­ kaklara ait, kitaplara değil. Ama diyebi­ lirsiniz, kitabımın içinde büyük bir kü­ tüphane de bekliyor. “Dîvan ”ın geniş bir kadrosu var, oyuncuların bir kısmı yaşa­ mış, yaşayan ‘sahici’ insanlar bir kısmı kurulmuş, düşlenmiş, kurmaca figürler; bir de şehirler, kitaplar, gerçek ve düz­ mece olaylar çıkıyor karşımıza, onları da birer kişi, birer şahıs zamiri sayıyorum ben.

Felsefe ile mesafe konusuna dönmek isterim burada. Başlangıçta, 1970’lerde diyelim, daha entelektüel bir zeminde gelişmişti ilişkim, felsefeyle,.insan bilim­ leriyle. Zamanla, gitgide daha yaşamsal bir düzeye dönüş başladı bende, ilk te­ masta olduğu gibi. Lise yıllarımda Scho­ penhauer ve Nietzsche okurken ilgi duy­ muştum düşünce dünyasına, belli bir dö­ nemeçten sonra aynı noktada buldum kendimi. Bugün Pre-sokratikler, Sokra­ tes ve sonrası Yunan düşünürleri, bazı Latinler ve Erasmus, Bruno gibi hüma­ nistler, Nietzsche ve Wittgenstein daha fazla sarıyor beni. Hayat ile, dil ile yakın buluşmalar getiren düşünürler kısacası. Kavramlarla, şiirin başdüşmanı bazı so- mutlama yollan ile şiirin arasında bir du­ var örmek gerektiğine inanıyorum.

Dîvan’ın bir de Tarihle Boy Ölçüşme sıkıntısı var tabii. Şairin bakışında Ta­ rihçiyi, Tarih Felsefesini kızdıracak bazı özellikler barınıyor, biliyorum. H er du­ rumun arşivlere geçmeyen boyutları ol­ sa gerek, imgelemimi çalıştıran bu yazıl­ mamış, yazılamamış kesitlerdir. İsken­ der’in, Julianus’un ölümleri hakkında yüzlerce sayfa okudum sözgelimi, benim şiirimde yazılı olan hiçbir yerde rastlaya- mayacağınız şeylerdir. Ama bunu yaza­ bilmek için onları okumuş olmam gere­ kiyordu, böyle bir zorunlu ilişki de söz konusu sizin anlayacağınız. Tarih zemin­ li şiirde, şairin nereyi boş kılmayı seçe­ ceği belirgin önem taşıyor. Gençlik şiir­ lerimde gövdenin içine yerleştirirdim boşlukları, şimdi başı ucu açık bırakma­ yı, buna karşılık gövdeye ışık tutmayı yeğliyorum, bilmem farklılık böyle açık­ lanabilir mi?

- "GriDîvan", “Bir Başka Acı H ikâye”

s. 34. Tam bir roman yoğunluğu taşıyor.

34 satır ve bir roman. Ama kesinlikle bir

taslak değil. Doğu Batı Dîvanı nda oku­

run çıkacağı içsel yolculukta bir romanı

yaşayabileceği olanca imge ona yetkinlik­

le sunuluyor. Okura aktarılan bu zengin­

lik, onun hayattaki duruşuyla da sürüp

gitmez mi?

- Bunu sizin gibi bir anlatı ustasmdan

duymak beni hem gönendiriyor, hem de kışkırtıyor. Soru, bir kere daha iki ayrı

Doğu-Batı Divanı; birinci derece yanıkların şiirleri ya da...

noktaya götürecek söylemek istedikleri­ mi.

Yıllardır kapalı kapılar arkasında ro­ mancı dostlarımla aramda kanlı tartış­ malar geçti. Derdimi birkaç cümlede an­ latmak istemem, bu nedenle de bu ko­ nuda küçük bir kitap yazmaya, yazılmış, yazılmakta olan romanların ezici çoğun­ luğunu yazındışı ürünler sayışımın altın­ daki gerekçeleri ortaya koymaya karar verdim. Şunu söyleyebilirim hemen: R o­ man büyük geçmişi olmayan bir yazın türü ya, büyük bir geleceği olduğunu da sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bu sa­ vı temellendirmek gerekir, elimden gel­ diği ölçüde yapmaya çalışacağıma söz ve­ riyorum. Anlatmak, hikâye söylemek, öykü kurmak en az şiir, kadar eskilere uzanan bir gereksinme. Öykünün, hikâ­ ye etme sanatının kılı kırk yaran ölçüler yarattığını, roman sanatının bazı uç ör­ nekler dışında ölçüsüzlükten sıyrılmadı- ğma inanıyorum. Bir üst konumdan ko­ nuşma, yargılama edasına dayandığımı lütfen düşünmeyin: Öyle olsa, hâlâ ro­ man okuru olmayı, hatta roman yazma isteği duymayı sürdürmezdim.

Bütün bunlar, gelip beni “ölçü” soru­ nunda düğümlüyor. Bir ölçü sanatı şiir; az önce sözünü ettiğim modern söz çö­ zücüler bile sağlam ölçüler kullanmamış­ lardır. Öykü, bir başka ölçü sanatı, titiz dengeler isteyen bir ekonomisi, tek söz­ cüğü tartmamızı gerektiren bir örme, dokuma tekniği olduğunu size ben söy­ leyecek değilim.

Dîvan şiirleri, 1990’da “G ri D îvan” önce bağımsız bir kitap olarak yayımlan­ dığında, bazı tepkiler doğurdu. Şiirin öy­

küleme geleneğinden büsbütün habersiz kimi okurların başkaldırdığını hatırlıyo­ rum: N e kadarı şiir bunlarm, der gibiy­ diler, ne kadarı anlatı ya da deneme? Türlerarası bir özelliği olduğu doğru Dî- van’ın, ama özünde bir şiir toplamı oldu­ ğu ortada. Ölçüleri devreye soktuğumuz an bunu kestirmek kolaylaşacaktır. Şu­ rası gerçek: “Bir Başka Acı Hikâye” ör­ neğin, zaten Halid Ziyaya açık gönder­ me yapıyorum, bir anlatının tohumunu da barındırıyor içinde: “Bu kadarıyla” bir öykü, bir novella, bir roman pekâlâ

yazılabilir, o türle­ rin ölçülerini kul­ lanmak şartıyla.

Bir de “okura ak­ tarılan zengin­ likk en söz ediyorsunuz. Benim şiirlerim okura verdiği ölçüde ondan katkı, katı­ lım bekleyen şiirler sanıyorum. Zaman zaman güç anlaşıldıklarının vurgulan­ masının bir nedeni de bu olmalı.

- Gri Dîvan Pasaport s. 42. Orda söz­

cüklerin alabildiğine sessizleştirilmiş ol­

duğunu görüyorum. Sesler bu suskunun

arkasındaki gölgelerde bir kentin sepya

fotoğrafının ağır hüznünde bekliyor. Tom­

tom sokaktaki Vahan Bey’in portresi, söz­

cüklerin özyurdu olan ülkeyi de düşündü­

rüyor. Türkiye’yi ve asıl odakta duran İs­

tanbul’u işaret ediyor. Doğumlusu olunan

toprakların kutsanmasında, lanetlenm e­

sinde hayat gerçeğinin trajik ağırlığını,

hüznünü duyumsamamak, orda olanak­

sız. Doğu-Batı Dîvanı okum ası bana

Tar-kovski’nin hiç unutmadığım, sorguladı­

ğım bir konuşmasını yeniden anımsattı.

Son film i Kurban ’dan sonra ve ölümün­

den kısa bir süre önce Londra’da sinema

öğrencilerine yaptığı bir konuşmada Tar­

kovski, film lerinin Batı’da gördüğü bu

olağanüstü ilgiyi yadırgadığını belirtiyor.

Konuşmasını sürdürürken anadilinde

kendini anlatan bir film hiçbir zaman

öz-yurdunda bulduğu karşılığı yabancı bir

dilde bulamaz, diyor ve devam ediyor,

“M oskova’da I. Dünya Savaşından kalma

çok katlı eski bir yapının iç avlusuna bir

akşamüstü açık bir pencereden taşan bir

Yukarı Volga türküsünün Rus insanında

yarattığı çağrışımları bir Fransız, Italyan

ya da İngiliz ya da başka milletten

birile-rinde, biliyorum k i asla yaratamaz. Nos­

talgia’dan beri film lerim e B atı’da göste­

rilen bu ilgiyi, yaptıklarımın mealen an­

laşılması olarak kabul ediyorum. Çünkü

dil benim için sanatların asıl özüdür. ” Bu

çok tartışılabilir saptamasıyla

Tarkovs-k i’yi yeniden Tarkovs-konuşurTarkovs-ken Doğu-Batı Dî­

vanı’na bir de bu açıdan yaklaşılabilir mi

diyorum?

- Bazı şehirler ne çok şeyin simgesidir.

Onlarda kat kat, katman katman birik­ miş olanlar, girenlerin haklı olarak için­ den çıkılmaz, dışında kalanların haklı olarak içine girilemez, nüfuz edilemez saydıkları bir alaşım ortaya koyar. İstan­ bul, pek az klasik şehirle (Roma’yla, P a­ ris’le) kıyaslanabilecek bir tortuya, pek

(3)

az çıldırmış metropolle (Meksiko, Kahi­ re, Moskova) kıyaslanabilecek bir şimdi­ ki zaman cehennemine sahip. Bütün ya­ zılar üzerinden üst üste geçerek bulanık bir derinlik oluşturmuş. Bu ağır havayı küçük şişelere kapatıp başkalarına ilete­ bilir miyiz, bilirsiniz ünlü dünya kentle­ rinde gezmenlere yan şaka yarı ciddi şe­ hir havası satılır. Hele şiir, o havayı en yo­ ğun haliyle toplar bünyesinde, iyicene yoğunlaşmış, derişmiş bir birim halinde.

Beni asıl yaralayan, Füruzan, bu ileti­ şimin hemşeriler katında gitgide olanak­ sızlaşmasıdır. Hayattan, hayatından yor­ gun insanlar bir de şehirlerini okumaya, onun zamanla çetrefil cümlelere dönü­ şen gerçekliğini kavramaya katlanamı­ yorlar. Eleştiri dünyamız suçu ürünün yoğunluğuna yüklemeye yatkındır, ger­ çeğin yoğunluğundan yüz çevirdiği için böyledir bu.

Ö te yandan, Tarkovski’nin yanıldığını düşündüğüm bir nokta var. Mealen an­ laşıldığı, anlaşılabileceği konusu. İleti­ şim bir yerde elbette olanaksızdır; bir yerde ama her yerde değil. İkide bir gön­ derme yapmadan edemediğim, Kaf- ka’nın o küçümen metinlerinden biri, “Büyük Yüzücü”, kişinin, sözünün ana urdunda, anadilinde bile Çin Şeddi öre- ileceğine dikkat çeker. Buna karşılık, Yukarı Volga türküsünün Rus insanında yarattığı çağrışımların nabzını bir Sicil­ yalI, bir Arjantinli, bir Yemenli kendi to- pografi metafiziği ve gamlanma ritüeli içinde dosdoğru tutabilir de.

yuı bili

Şiir ya da film, ezgi ya da figür, yarat­ ma ediminin dibinde çalkalanan, pek çok öğe, farklı kültürlerin çarpışma nok­ talarında ortak duyarlık ve algı bölgele­ ri keşfedilmesine yol açıyor bence. İleti­ şim yasası bu galiba: Bir olanaksızlık ko­ şuluyla bir olabilirlik durumu arasında köprü kurması.

Önün için de en sıradan simgelerden biri olsa bile, ben şu şişe örneğini sevi­ yorum. Seçtiğiniz, tutup sıkıştırmaya ça­ lıştığınız hava, şişedeki mektup, geniş su­ lara açılıyor. B ir kıyıdan bir el toplar mı onu, açıklarda yitip gider mi, el mi daha doğrudur, kayboluş mu, bütün bunları bilmesek de olur gibi geliyor bana, ne dersiniz?

- "SeferiDîvan” s. 56 Yokuşaşağı “ba­

na anlatılanları yanlış anlamadıysam sız

de burada yerli sayılmıyorsunuz”

Doğu-Batı Dîvanı’nın en çelişkili dizesini oluş­

turuyor bu satırlar. Bir şairin arasız tartış­

tığı, anayurdun nasıl yabancısı sayılabile­

ceği sorusunu. Bilinir k i yabanası oldu­

ğunuzda bulunulan coğrafyayla yakın çe­

kişm ede, sorgulama aa çoğunlukla olu­

namaz. Dilinin yerlisi sayılmamak ya da

yerlisi sayılm ak sizce nasıl bir saptama­

dır?

- Proust’un “En güçlü yapıtlar, bir tür

yabancı dilde yazılmış olanlardır” sözü­ nü bir tutanak olarak seçebilir miyiz? Konu edebiyata, sanata geldiğinde ben yerlileri, bu bağlamda muhafazakârlarla özdeşleştiriyorum. Kültürel tutuculuğu uzun süre siyasal tutuculukla bir tutma yanlışını paylaştık sanıyorum, kaldı ki si­ yasal düzlemde de öyle olmadı mı., ken­ dilerini devrimci sayan, gösteren pek çok anlayışın sahici yüzü nice zaman geçti de öyle göründü.

Dilin egemen kullanımı yazın adamı için başlı başına bir tehlikedir. Bunun yerine yapay, zorlama bir deformasyon taktiğini geçirmeyi önerecek değilim el­ bette, zorla güzellik olmayacağını öğre­ necek yaşa geldim artık. Sözdızimi, üs­ lûp, hatta noktalama tercihleri düpedüz siyasal tercihlerdir. H lebnikov’un şiir, Tnomas Bernhard’ın anlatı, Paz’ın dene­ me, Derrida’nın düşünce yazısı düzle­ minde kendi dillerinde yaşadıkları

kav-f

ayı dilimizdeki karşılıklarına oturtalım: ,ce Ayhan, Vüsat Ö. Bener, Salâh B ir­ sel, Nermi Uygur. Burada yaşanan ya­ bancılaşma, yabancılaşmayı bütün felse­ fi yükünden arındırarak kullanıyorum, toplumda egemenleşmiş, kireçlenme ya­ ratmış değerlerle uzlaşmaya yanaşama­ dığının açık göstergesidir.

Şüphesiz, çarpışmayı tek yönlü gör-mu

Çe.

laşmayı yapacak y kendimizde. Onlar

üyorum, görmemem de gerekir. Türk- , , klasik gizilgücü açısından hor kulla­ nılmış bir dil. Düşünün ki Yunus Em- re’yle Karacaoğlan’ın bugün bakıldığın­ da hâlâ çok yüksektir çıtaları, bu hesap- hirekliliği bulamıyoruz nbi yazacak değiliz, bundan söz ediyor değilim elbette. O n ­ lar kadar kurabilmeliydik. Modern Türk şairinin dramı bu belki de: Bütünüyle hâkim olamadığı bir dili çözmeye çalışı­ yor. Kaç Necatigil var arkamızda?

Ö te yandan, çelişkili gelebilir ama, iki zıt yönde ilerleme kaygısı da yabancılı­

ğın önemli kaynaklan arasında yer alıyor. Örtalama bir dil mayası, ortalama bir ifa­ de hizası istiyor yerliler. H er türlü arayı­ şa çifte kilitliler. Şairin işi zor, diyebiliriz: Derinlik hem çok yalındır, yalınlaşma, arınma, arındırma ister; hem karmaşık:, bulanıktır, algı prizmamızı farkh yönle­ re doğru yontmak kaçınılmazdır.

Bir gün, ileride bir gün, Dîvan şiirle­ rinden bazılarının bütün versiyonlarını peşpeşe dizmek isterim bir kitapta. N e­ yi nasıl aradığımız, bulduğumuz, yitirdi­ ğimiz bana kalırsa birinci derece yanık­ larla gösterilebilir.

- Doğu-Batı Dîvanı bütünlüğü tam bir

çalışma. Anabaşlıktan fazlası gerekir miy­

di, bilmiyorum. Çünkü sayfalar boy

cüklerin sürdürdüğü iletişim i i

bir anlatı. Yazarın ülkesinin zengin şiir ge­

leneğinde olduğu gibiD îvariında kaside,

tevhid, tarih düşme vb. kalıp ’

dı etmeden fakat tüm bu kaîı\

ka noktalarda yeniden kurarak ortaya

koyduğu Doğu-Batı Dîvanı edebiyatım ı­

za getirdiği bu özgünlükle de çok dikkat

çekici. İlk sorumdan beri yinelediğim gi­

bi ben çalışmanızı bu topraklara ait ve

yerli buluyorum. Bu değerlendirmemi na­

sıl karşılıyorsunuz?

- Bütünlük düşüncesi, ereği, adını na­ sıl koyarsak koyalım, her yapıtın asal

bo-

usoz-oyh

kesilm eyen

Gelelim çetinceviz, ısrarlı sorunuza: “Doğu-Batı Dîvanı” bana aittir diyece­ ğim, nereye ait olduğunu kestirmek elimde değildir. Benim durduğum nok­ ta sabit midir, kaygan mı? Kitabın bu dilde, başka dillerde okuru olmayı seçe­ cek insanların arasmda benzerlikler mi bulacaktır, farklılıklar mı ağır basacak­ tır? Düğüm, ipin iki ucunda apayn içe­ rikler taşıyabilir. Bir kitabın yazgısını,

ya-yutu. Şiir sanatında en büyük zorluk,

E

arçalarla bütünün arasındaki oynak iliş- iyi bir noktada tutmaktan geçiyor. Ben­ zetmek şartsa, ben en çok ip cambazlı­ ğına benzetiyorum bu uğraşı: Denge noktasını bulamaz, onu koruyamazsanız düşersiniz, üstelik bir kere koruyama- mış olmak yeterlidir.

5u bütünlük endişesi Dîvan’dan pek çok şirin düşmesine, birkaç şiirin de salt bu nedenle kitapta yer almasına neden oldu. Dîvan edebiyatının en güçlü yanı­ nı, son derece sağlam bir kitap felsefesi ne dayanmasında görüyorum. Bir gövde, kendi organ dağılımının yetkinliği ora­ nında fizik ve metafizik dengesine ka­ vuşma olanağına sahiptir, yoksa sakat ka­ lır. Dîvan geleneği ile kültürel bağlar kur­ ma tasası taşımadım açıkçası. Biz, doğ­ ru dürüst Osmanlı şiirinin trigonomet­ risini bile keşfetmiş sayılmayız, köhne fi­ lologlarla olacak şey değildir bu, bıraka­ lım G oethe, Lorca, E kelöf gibi büyük Batı şairlerinin ‘Dîvan’ başlığı altında ne­ ler düşündüklerini anlamayı.

yazıyor ı sağlamıyor mu?

Bir kitabı önce kendim için yazarım, bunun hayatıma bir anlam getirdiğini söylemek isterim. Kitabımı şişeye koyup sulara saldığımda sevilsin tüyedir, bunu bilirim. Kimdir o insanlar, nerededirler, her zaman olacaklar mıdır, kemiklerim toz olduktan sonra da şiirlerimi okuyan­ lar olacak mıdır? Bunlar, benzeri soru­ lar ile kurduğum ilişkide belli ölçüde umut taşımasam herhalde yola devam edemezdim.

Son olarak, “Doğu-Batı Dîvanı” ile ay­ nı anda yayımlanan “Seyrüsefer Defte- ri”ne bir iki cümleyle değinmek istiyo­ rum. Bu kitaptaki denemeleri ‘Dîvan’m açıklama notlan gibi görmüyorum, kal­ dı ki birinin öbürünü aydınlattığını söy­ lemek kolay olmasa gerektir. 'Dîvan'm gövdesinden söz ettim ya demin, her gövdenin bir de gölgesi vardır, çoğu za­ man görünmez, görülmez o, gösterilme­ diği için görülmez aslında, ben bu kitap­ la gölgenin bir tek halini verdim. Gölge, ışığın nereden geldiğine bağlı olarak b i­ çim ahr, okurum, her okurun ışığı deği­ şik bir açıdan düşecektir kitabın üzeri­ ne, dolayısıyla ‘Seyrüsefer D efteri’nde yazdı olanlar ‘Dîvan’ın uzantısı saydma- mah.

- Füruzan, bu ince söyleşi için teşek­ kür ederim.

- Ben size, bunca etkili, geniş oylumlu

bir yapıt ortaya koyduğunuz için, bir okur

olarak teşekkür ederim. (Kıyamet Suresi)

sayfa 289’la kitabınızın son sayfasına gel­

diğimde konuşmanızın ancak ufak bir do­

kunuş olduğunu düşündüm bu yoğun ça­

lışmanıza. 'Doğu-Batı D îvanına aair

umuyorum ve bekliyorum, çok konuşula­

cak ve yazılacaktır.

Doğu-Batı Divânı /E nis Batur/Yapı

Kredi Yayınları/290 s.

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 3 8 4 S A Y F A 5

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Pearson correlation co- ef ficient (r) was used to compare calcaneal spur length to age, gender, BMI, symptom duration, presence of morning stiffness, heel pression test positivity,

牙科面面觀 藝術結合科學 牙醫培育以人為本 (編輯部整理) 黃明燦醫師與學習音樂出身的莊皓尹女士結為連理,傳為牙醫界佳話

Arteriyografisinde sağ subklavyan arter proksimalinde ciddi stenoz olması, proksimalde- ki darlığın distalinde trombüs olması ve sol subklav- yan arter proksimalinde hafif

Buna karfl›l›k baflka baz› uzmanlar da, daha önce keflfedilen re- simli ma¤aralarda insan kemiklerine rastlanmad›¤›n›, ayr›ca yeni keflfedilen ma¤aradaki iskeletler-

Büyük insanların prensip olarak sadece 100 üncü ö- lüm yıldönümlerini kutlayan UNESCO, Atatürk için bir is­ tisna yapmış ve 25 inci yıldö­ nümünü,

Fransız film yönetmeni Jean-Mic- hel BOUSSAGUET, filmin içine Pa­ ris'te yaşayan ressam kardeşier Nev- bahar Aksoy ile Neveser Aksoy (Erel)'in çalışmalarından

Ekip, kemikleşmiş parçacıkların, kemik iliğindeki kan damarlarının kemikleşmesi sırasında ortaya çıkmış olabileceğini ve periferik kan dolaşımına oradan

Amacım, birbiriyle ay­ nı düzlemde buluşma şansı olmayan ya da doğada, güncel yaşamda yan yana gör­ me şansımız olmayan ayrıntıları yan yana getirmek?. Herhangi bir