*vr «T* cr „
Fâzıl Ahmed Aykaç
D
ÜN sabah telefon çaldı:— Ben Eşfak Aykaç, Fâzıl Ahmet’in oğlu, sizi ta’ziye ederim amcacığım, babam sizlere ömiir yatmakta oldu ğu Cerrahpaşa hastahanesinde vefat etti.
— Ne söylüyorsun Eşfak? — Evet.
Ahizeyi tutan ellerim titriyor, gözlerimden yaşlar boşanı yordu.
Ah benim altmış senelik arkadaşım! Nihayet seni de kay bettik.
Kimbilir belki bu senin için bir kurtuluştu...
Fakat kötürüm de olsan, ne olsan, yine yaşamam isterdim. Senin ölümünle Türkiye ne büyük bir şahsiyet kaybetmiştir. Şendeki zekâ, şendeki bilgi, şendeki hafıza kimde vardı?
Ben muharrirlik hayatıma atıldığım gün, seninle tanıştım ve seviştik.
Her mevzuu etraflı yazan bir muharrirdin, aynı zamanda yüksek mekteplerde hocalığın vardı.
Ah Fâzıl! Hayat sana lâyık bir ömür vermedi, birbirini ta- kip eden üzüntüler, felâketler içinde kötü kaderinin tım akla- nyle didik didik oldun ve nihayet meflûç, me’yus bir halde, bir hastahanenin tenha köşesinde hayata gözlerini yumdun.
Sen ki faal, cevval, her tarafından hayat fışkıran bir adam dın, nasıl oldu da kendini ölüme götüren bu cereyandan, kur taramadın?!
Senin! zekândan, hafızandan, bilginden korkardık. Çünkü, bir insan beyninin bu derece kabiliyeti olabileceğini tasavvur edemezdik.
Nesirde, şiirde üstad idin, yazılarında hiç kimseyi incitti ğin, yaraladığın vâki olmamıştır.
Kimi hicv ettinse, hicv edilmekten memnun olmuş ve memnuniyetini, mübalâğa ile izhâr eylemiştir.
Senin muasırların olan Rıza Tevfik’ler, Süleyman Nazif’ler, sana bayılırlardı.
Bir gün, Süleyman Nazif Basra Valiliğinden, Bağdat Vali liğine tâyin edildiği zaman sen şu beyti yazdın.
Ziyb ü fer vermek için Devlet-i-Buhtunnasra Gitdi Bağdâda fakat «Ba’d ü harabül Basra.»
Bu beyti ilk defa Süleyman Nazif’e okumak devleti, bana müyesser olmuştu.
Üstad beyti iki defa tekrar ettirtti, her defasında zevkten, hazdan gözleri parlayordu.
— Ne dersiniz hocam?
— Refi’ Cevad, mümkün olsa mezar taşıma yazılmasını isteyeceğim.
Çok dolgun bir şahsiyet ve pek kuvvetli bir kalem sahibi olan İsmaU Müştak Mayakon, Fâzıl Ahmet’ten bahsederken:
— Ben, derdi, Fâzıl’la beraber olduğum zaman, şarkın ve garbın bütün klâsiklerinin beraberinde olduğuna hükmediyo rum.
Hakikaten öyle idi.
Garp edebiyatının (Rasin) leri, (Corney) 1er!, (Molière) 1er! hattâ zamanımızın Fransız ediblerinin eserlerini ezber okurdu.
Bir keresinde Volter’in (Candid) adlı eserinin bir pasajı hakkında münakaşa ettik, Rıza Tevfik:
— Fâzıl’a sorun, dedi, o size bütün sahifeyi okur.
Ah Fâzıl! Yatağa mıhlandığın gündenberi Allahın bir lût- funu bekliyordum, meğer o lütuf seni son istirahatgâhına gön dermek için tecelli edecekmiş...
öldüğüne yanıyorum, fakat bu zekâ volkanının söndüğüne daha çok yanıyorum.
Sende bir beyân kolaylığı vardı ki, her kaleme nasip ol muş bir devlet değildi.
Bir aralık çok Gkunan:
Çeşmânı o mehveş’in belâ’dır Çok bakma belâ değil, elâ’dır
Şarkısına ikinci bir kıt’a olarak şunu söylemiştir: Ben vecdime ibtilâ demişdim
Çeşmânın için elâ demişdim En sonra dönüp belâ demişdim Yok şüphe ki ettiğim hatâdır.
Bu kıt’adaki ifade tatlılığına hayran olmuştum.
Fâzıl Ahmet şark edebiyatına da son derece vâkıftı. Fir- devsi, Hâfız, Sa’di, Nâsır Hüsrev, Hüsrev-i-Dehlevî, Örfî, Ke lim... ve daha pek çoklarının divânları ezberinde idi.
Bütün bir gece, sabaha kadar, Fars edebiyatımn eski ve yeni divânlarım bülbül gibi okur bizi mest ederdi.
Ne zaman, kime ait olduğunu bilmediğim bir beyit olsa Fâzıl Ahmet’e sorardım, derhal şairinin ismini söyler hattâ o beytin bulunduğu gazeli de yukarıdan aşağı okurdu.
Türk edebiyatı büyük bir üstad kaybetmiştir, fakat ne ya zık ki hayatında kadr ü kıymeti bilinemedi.
Arkasından göz yaşları dökerek rahmet okumaktan başka elimizden hiç bir şey gelmiyor.
i
?
< s
II
i ■: