• Sonuç bulunamadı

Sabahattin Ali öldürüldü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Sabahattin Ali öldürüldü"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Gelecek sayıda

Esat Âdil Müstecabî. Abidin Nesimi ve Kerim Sadinin, Sabahattin Ali hakkındaki yazılarım okuyacaksınız.

MATBUAT VE SABAHATTİN

Tiirkiyenin beyni ve düşün­ ce merkezi olduğunu iddia e- den Babıâli kadar vefasız, ka­ dir bilmez ve nankör bir mu­ hit yoktur. Sansasyonel' uydur ma haberlerle, Sabahattinin ö- • ümünden bile para kazan - mak sevdasına düşen gazete patronları, rastgele bir ölü - nün arkasından bile söylene- miyecek ağır sözler, iftiralar savurdular.

Sabahattin bu kadar fena a- dam mı idi? Size ne yapmıştı? Şimdiye kadar onun hikâye lerini neşreden bu kadar ga­ zete ve mecmuaların muhar - rirleri arasında, onun lehinde dosdoğru ve gerçek bir kaç satır yazacak tek dostuda mı yoktu? Onun edebî şahsiyeti üzerinde olsun bir kaç cümle de yazamazlar mı idi?

bir kere bile komünistlikten sanık olarak olsun mahkeme­ ye gitmemiş olan Sabahattini müsecoell, sabıkalı komünist, vatan haini olarak tanıtmak istediler.

Milletler arasında, memîe - ketin yüzünü ağartan tek hi- kâyecimiz o değil1 mi idi? E- serleri dünya dillerine çevri­ len en iyi sanatkâr o değil mi idi Son virmi senelik devre içinde, Türk hikâyecisi d'a - rak başka kimi gösterebilir - siniz? Bu memleketin gerçek dertlerini, Türk köyünü ve köylüsünü, sosyali ve mıf'î me seleleri en realist şekilde an­ latan, ondan daha üstün bir muharrir tanıyor musunuz?

Senelerdir sinsi sinsi uyuk­ layan kısır kademlerin, adı muharrire çıkan bir kaç kuru beyinlinin kıskançlıkları, kötü ihtirad arı, ancak onun ölüsü arkasından konuşabildi. Müda faadan aciz bir ölünün üstüne çullanan bu şeref kargalarına, bu memlekette konuşmak ye söylemek imkânından mah - rum bile olsa, Sabahaıttinin kıymetinin ve kadrini bilen bir inkılâp nesli olduğunu hatırlatırız, Başdan

Genç hafızama yerleşen ilk ve unutulmaz isimlerden biri de Sabahattin Ali'dir. Edebi­ yata düşkün bir talehe b arak mecmua sahifelerinde yazışım ve şiirlerini arar, rastlayınca da büyük bir hazla tekrar tek rar okurdum. Meş’afe dergisin de yirmi, yirmi iki sene önce okuduğum ((Viyolonsel» isim­ li hikâyesi ilk üzerinde dur­ duğum yazısı idi. Kimbilir, belki bunda ilk gençlik his e rirrün romantik havasını bul muş olabilirdim. Ona karşı sevgim bu hikâye ile başla

-mıştı. Her çıkani yazısı bu sev ginin üzerine bir şeyler ilâve etmekte idi.

«VWVW /WwVW

fclFAT İLGAZ

Onun Konyada, muallimli­ ği sırasında hayatına acıklı bir hikâyenin karıştığını duy duğum zaman, henüz yeni ho­ calığa girmiştim. Bir meslek- daş sıfatile de, uğradığı bu â- kıbete üzülmemek imkânsız­ dı.

Sinop ceza evinden döndük­ ten sonra onu Ankara Gazi Çiftliğinde uzaktan gösterdi - ler. Yakından tetkik edebil - mek için masasına kadar so­ kuldum. Saçları henüz ağar- mamıştı. Yüksek sesle ve te­ lâşlı konuşuyordu. O bir hay, ranınm mevcudiyetinden ha­ bersiz bira çeşitleri üzerinde izahat veriyor, kısık bakışla- riie etrafmdakileri süzüyordu.

Kitapları devam ettikçe ona karşı olan alâkamın artık ye­ ni mânalar a dığmı anlıyor - d um. Ben de sanatı onun gibi

Sabahattin Ali

D o st

S a b a h a tti

O meşhur bir muharrirdi. Ben talebe idim. Harbiye mek tebinin geniş jimnastik salo - nunda paralel yapıyordum. Bir arkadaş kolumu dürttü,

— İşte dedi senin bayıldı­ ğın hikâyeci Sabahattin Ali.

Bıllık bıllık, tombul, yu - mak gibi, beyaz saçlı, bir a- dam lâbot çeviriyor.

O yedek subay talebesi, ben de çiçeği burnunda bir zabit­ tim. Birden içime garip bir his geldi: Kıskanmak gibi, kız mak gibi, sevmek gibi... Def­ ter defter yazdığım hikâyele- rimi neşredemiyordum, Belki

böyle bir his gelmişti içime. Dünya yüzünde benim de yaşadığımdan habersiz olan Sabahattin Ali ile, kendimi

a-A ziz N esin

lâk ad ar* etmek istedim. Trapez üzerine sıçradım, havada iki defa perende atıp,

— Küt!.,

diye Sabahattinin önüne düştüm. Sabahattin yanıma ge lip, Şimdi aklımda ka'mıyan bir kaç şey söyledi. Kendisile

hiç alâkadar değilmişim gibi, metelik vermez bir tavır al - dım. Elinden lâbutları çekip,

►— Öyle lâbut çevrilmez, 1- muz adalelerin gayri tabiî in kişaf eder, böyle çevir, diye gösterdim.

Aradan seneler geçti. Tan gazetesinde muharrir oldum. Bir gece masamda çalışırken, Sabahattin yukarıdan iniyor - du. Kendisine beni tanıttılar. O meşhur konuşkanlığı ile, bana, bir tam cümle söyleme­ me fırsat vermedi. Tanda çı­ kan hikâyelerimi okuduğunu, beyendiğini söyledi. Aradan

(Devamı: 2 de)

telâkkiye başlamıştım. Hikâye de yapmak istediğini, şiirle yapmanın yollarını araştırı - yor, mütemadiyen denemeler yapıyordum. Bu maksatla ya­ zdan şiirlerimi onun da be - yendiği, kulaktan kulağa ba- ,na kadar geliyordu.

yeni şiir anlayışımla ya yinlediğim (Yarenlik) isimli şiir kitabımın ilk münekkitle­ rinden biri de o olmuştu. S. Ali imzasile Yurt ve Dünya­ da yayınladığı tenkit beni o kadar memnun etmişti ki... Bu kitabımın ikinci baskısını yaparken bu yazısını da kita­ bımın başına geçirmeyi ihmal edemezdim.

Bir gün Esat Âdil vasıtasile tanıştırıldığım zaman daha tak dim merasimi bitmeden bana çıkıştı. «Ben bu yazıyı S. Ali imzasi'e yazdım. Sen Sabahat tin Ali imzasiîe kitabına geçir inişsin. Bu imzayı yalnız hi­ kâyelerimde kullanırım» de­ di. Ben özür di: emeğe kalkın­ ca gülmeğe başladı. «O yazı hayatımda yaptığım sayılı tenkitlerimden biridir, imza­ mı kullanmaktan haz duya - rım. Adımı istediğin şekilde yazabilirsin» dedi. Barışmış - tık. Dostluğumuz da. böylece başlamıştı. Ankarada ve Istan bu1 da çeşitli mevzular üzerin de konuştuğumuz, içtiğimiz çok oldu.

Aziz’le bilfiil çalıştığımız «Gerçek» gazetesi Sıkıyöne - timce kapatıldığı günlerde yeni neşriyat plânları çiziyor­ duk. Unkapanı köprüsünü ya­ yan geçtiğimiz geceler «Mar- kopaşa» isimli bir mizah ga­ zetesi de bu tasavvurlar ara­ sında idi. Aziz bu gazetenin tutacağına hepimizi ikna et - miş bulunuyordu. Fakat hiç birimizde yalinız bu işi destek leyecek değil, günlük nafaka­ mızı temin edecek para yok­ tu. Dedim ya Unkapanı köp­ rüsünü yayan geçiyorduk. Has taDığım doLayısi' e de arkadaş­ larıma yük olduğumu anlayın­ ca, imkân bulursam öğretmen 'liğe döneceğimi yakınlanma bildirdim. Yol paramı denk­ leştirerek beni Ankaraya yol ladılar. Tayinimin neticelene­ ceği akşamdı. Sabahattine rast ladım, yanında bizim Vekâ’e - tin ileri gelen’erinden bir ar-

(Devamn Sa. 2 nü. 1 de)

Sahibi ve neşriyatı fiilen idare eden:

Rıfat İlgaz

Adres: Çemberlitaş, Cami S. No. 59

ABONE Bir yıllık: 500 Kr. Altı aylık: 250 Kr.

Fiatı: 10 Kr.

Dizildiği ve basıldığı yer: Osmanbey Matbaası

Salı günleri çıkar siyasî Halk gazetesi

18 Ocak 1949

Yıl 1 - Sayı : 24

|

Gazetenin bu sağısı Sabahattin Ali'nin aziz hatır asına ayrılmıştır

(2)

•Sahiie: 2 BAŞDAN 18 Ocak 1949

Sadahaatin Aliyi öldürdüler

(Baş tarafa 1 de) Müdiriyete ait bir hikâye... kadaş vardı. Beni bir kenara Kahraman da sensin, adı da çekerek «Aziz’le .anlaştım, doğrudan doğruya senin adın. Markopaşayı çıkarıyoruz. Gö Kusura bakma, sana bir pd is receksin nasıl tutunacak de" tokatı yedireceğim...» diyor- di.» Ben tasdik edince çok du. Çantasını hazırlayıp ya - memnun oldu. Yanındaki za- nımdan geçerken «kurtla ku_ ta benim durumumu ,ani attı, zu, nasıl isim?» dedi. Ben «gü Telefonla tayinimin neticesi

soruldu. Encümen toplanmış, muallim7 iğe dönmemde bir gmahzur görülmemişti; Şem - settin Sirer yeni Vekil olmuş

zel isim!» olduğunu söyledim. Bitince okuyacağını vâadetti ve her zamanki gibi te â.şla çıktı, gitti.

Sırçaköşkün son yazılmış tu. Sabahattin gayet neşeli hikâyesi bu «Kurtla kuzu»

i-Sabahattin Alinin ölümü münastMile

«hadi dedi, Rifatın yeni hoca lığını ıslatalım!»

Ben bile hasta halimde o" nun neşesine iştirak ettim. Ol dukça kalabalık bir meyhane de birkaç kadeh şarap içtik. O bermutad yeni tasavvurla­ rından bahsediyor. Dâvaya ki taplarile yaptığı yardımı

be-di. Onun son hikâyesi de oHu sanıyorum.

Sabahattin Alinin ölümü, ook karıştk olarak ilk günler­ de gazetelere aksetti. Ankara cinayeti, Nevzat Tandoğanm ölümü giibi karışık...

Şuna kanaat getirdim ki, komünistlik bir bahaneden i' baret. Celâl Bayan ürkütmek için komünist dediler. Geçen­ lerde Cumhuriyet gazetesinde de Şevket Süreyya «Bir şey­ hin Atatürke bile komünist» dediğini yazdı.

Zekeriya Sertel, Tan gaze" au sanıyorum. j . \ , --- ’ " ,

Daha çok hikâyeler yaza - [ tesinde, yabancı memleket eı-cak bir yaşta aramızdan kay­

bolduğuna üzülmiyen mi var? Be1 ki bazı günlük gazetelerin propagandalarına kapılanlar da olacak... Bunların Saba - hattini iyi bilmeyen göz eri

de parası olanlardan bahsetti­ ği zaman Tan basma geçiril­ mişti. Sabahattin Alinin «Gün» gazetesinde neşrettiöi ■Sırçaköşk» adb hikâyesinde bugünkü idarecilerin idaresi­

ni benzettiği Sırçaköşkü tuzla buz etmek için ufacık bir fis­ ke kâfi geldiğini yazdığı za - man da Tanın başına gelenle­ ri hatırladım»

Geçende Mecliste, bir meb- VSAAA^V

Yusuf Ahıskalı

us «kim komünistse öldürme- li» demiş. «Ya sana da komü­ nist derlerse?.» diye sorulun­ ca, ne kadar hatalı kenuştu -

ğunu anlamış oldu.

Her Gün gazetesinin sahibi Faruk Gürtunca bir gâvur ö- lüsüne yapdmıyacak hakareti

Sabahattin Alinin arkasından yapmıştır. Gürtunca böylelik­ le milliyetperver mi oluyor?. Bu gibi insanlar para kazan - mak için böyle görünürler. A'l manlar Moskova üzerine yü - rüdüğü senelerde Ses gazete­ sini bu zatın matbaasında, bas tırırdım. Sonra Her Gün ga­ zetesinde Sümerhankı tenkit ediyor. Haftalık Her Hafta ga­ zetesi için bu Bankadan koca ilânlar koparıyor. Yine bu ga zete Sabahattin Ali hakkında çirkin iftirada bulunuyor. 6 Sabahattin Ali sanatı için yaşadı. Sanatkâr adam kendi ni satamaz. Bunu hiç bir Türk de tasvip etmez. O Türk mil­ letinin bir çocuğu idi.

Yusuf Ahıskalı lirtmek için tirajını rakama bağlı zavallılar olduğunda h.'ç

vuruyordu. Yanımdaki zat o- şüphem yok. O millete karşı na takılıyor, «hadi, bu akşam vazifesini yapmış tek hikâyc-Sabahattin A i olmanın sarhoş

luğu içindesin» diyordu. Bizim hocalık çok sürmedi. Markopaşa familyasından çı - kan gazetelerde çalışmağa baş lamıştım. Aziz ceza evinde i- di. Sabahattin Ankaraya gidip ge iyor, biz kör topal sürümü nü kaybetmiş gazetelerimizi yürütmeğe çalışıyorduk.

Bir gün habersizce Ankara- dan döndü. «Yeni bir hamle lâzım, ALİBABA isimli bir mizah gazetesi çıkaracağız de­ di. Bu isim çok hoşuna gidi - yordu. Uzun uzun izah etti: Kırkharamilere karşı Ahba­ ba!. Uykusuza resimler, yazı İkr ısmarlandı. Masamın üstü ne oturarak hadi dedi, senin­ le bir manzume yazalım. Kırk haramilere karşı olsun!. İki kıtasını ben yazdım, bir kıtası m da o çırpıştırdı. Tamam de­ di çok güzel. Bu manzumenin, adını birinci sahifeye manşet vereceğiz. Bir iki defa okudu çok beyenmişti.

Alibaba çıkmış, gazetenin tenkidini Aziz ceza evinden göndermişti. Evvelâ işe man­ zumeden başlamıştt. «Nedir o manzume yahu! Karagöze ben zettiniz gazeteyi!» diyordu. O aldırmadı, «Aziz, ne anlarmış şiirden...» dedi geçti.

B ir gün idarehanede oturu­ yorduk. Sırçaköşkün son müs vedde eri üzerinde çalışıyor - du. «Bir hikâye daha yazmam lâzım...» diyor, bir uçtan bir uca arşınlıyordu. Sonra geMi masamın üstüne oturdu: «Sen Müdüriyette kaldın değil mi?» dedi. Tasdik ettim. Oraya ait uzun uzun sualler soruyor. Benim hiç ehemmiyet verme­ den anlattığım teferruatı, yü­ züme dalgın dalgın bakarak dinliyordu. Sözümü kesince tekrar beni konuşturacak bir sual daha yapıştırıyor ve eski vaziyetine geçerek memnuni­ yette diniliyordu.

Yeni bir cümleye bağlamış­ tım ki masamın üstünden at - îadı. «Tamam, dedi, artık ya­ zabilirim!» Odanın öbür ucun daki masaya pürtelâş geçti, Yeşil mürekkepüi stilosunu çı kararak iki saat kadar benim­ le tek ktelme konuşmadan yaz dı. Müsveddelerini toplarken çok memnundu. «Bitmedi am ma iyi bir hikâye olacak...

cimizdir bostur.

ve yeri henüz bonv

D ost

Sabahatti

tSabdhaitinin dostlarına

Sabahattin Ali, geniş bir ar kadaş ve dost kadrosu içinde lyaşıyan bir insandı. Sabahat- ı tinin şahsiyetini, edebî hüviye ’ tini ve hâtıralarını belirtecek ¡olan yazılara, gazetemizin sa- hifeleri açıktır. Bilhassa haya 'tında ona yakın bulunanların I bunu vazife sayacaklarını

umarız.

Basdan

(Baş tarajı î «fe'S aylar geçti, kendisile bir çok defalar konuştuk, içtik. Ayni gazetede yazılar yazdık. Ayni ı mecmualarda çalıştık. Bunlar k hep fasılalı konuşmalardı.

Bir ara bütün imkânlarımı ¡kaybettim. Aylarca pis pis düşündüm ve bir gün (Marko | paşa) yı çıkarmağa karar ver . dim. Fakat param yoktu.

Ben altı yüz lira arar durur i ken, Sabahattin Ankaradan ' çıkageldi,

— B ir mizah gazetesi çıka- Lcak missin, beraber çıkaralım 'dedi.

Derhal karar verdik. On pa

ram yoktu. Bakırcılarda bu­ luştuğumuz bir kahvede bü - tün bir ellilik verdi.

Sabahattinle arkadaşlığımız

da bizi dinleyen iki sivil me­ mur vardı.

Onların gözü önünde, bir biçimine getirip, hapishanede iyi devam etti. Ufak tefek nok yazdığım bir tlmar yazıyı a- taları, daima müsamaha ile lıp götürdü, şaşıverdim. karşıladık.

Sabahattin çok sempatik a~ damdır. Bana bir çok defalar,

— Siyasî hiç bir ihtirasım yok. Ben sadece, bir sanatkâr olarak kalmak istiyorum, de­ miştir.

Askerî ceza evinde yattı - ğım yedi ay zarfında bir defa ziyaretime geldi. Bizi bir oda da konuşturdular. Bir yanda ceza evi müdürü, bir yanda

Türkiysde sansür var mı yok mu?

Ankarada çıkmakta olan (Hür İdare) isimli siyasî gazetenin ilk sayısından iktibas edilmiştir;

haftalık

Türkiyede kanunen sansür rafından kurulan bir heyet ve yasaktır. Fakat fiilen işliyen ya tayin olunan bir veya bir bir sansür makinesi, memur* kaç şahıs tarafından, fikir ya­ ları, teşkilâtı mevcuttur

Bu makine, Başbakanlığa bağlı Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünde kurulmuştur. Adı (Etüd heyeti) dir. Dış yüzünden bakılınca Ankara radyosunda (söz) adile yayın lanacak konferans, temsil, nu tuk, bildiri Ove saire gibi dil mahsullerini evvelden bti de­ fa görmek maksadile kuruldu ğu zannı hasıl olur. Hakikatte bu daire, tam mânasile bir

(sansür idaresi) dir.

Sansür ne demektir? İlmî mânasile şudur: Hükümet ta­

yım karakterini haiz meni; e ket faaliyetleri üzerine konu­ lan kontroldür. Başlıca hassa­ sı ve karakteri, o fikir yaymı halkın önüne çıkmadan onu incelemek ve gerekirse halkın önüne çıkmaktan menetmek­ tir.

Etüd heyetinin fonksiyonu­ na gelelim:

Bu heyet, hiç bir kanunî kayda veya hakka müstenit olmaksızın radyo dışında, ti­ yatro eserlerini, oynanmadan evvel kontrol etmek ve

diler-her tiyatro idaresi, diler-her tiyat­ ro muharriri, oynıy.acağı veya oynatacoğı eserleri, evvele­ mirde bu sansür heyetine tas­ dik ettirmekle mükelleftir. Bu şekilde, bu heyet, Basın . ve Yayın İdaresinin kurulduğu günden bu yana, yüzlerce ti­ yatro eserini (oynanamaz) fet vasile gâğıt sepetine atmıştır.

İlk defa Şükrü Kaya’nın İç İşleri Bakanlığı devrinde. Mat buat Müdürü Vedat Nedim Tör ve onun sadık yardımcısı Sadrı Ertem tarafından kurul inuşve işletilmeğe başlanmış olan bu sansür idaresi, gittik­ çe gelişerek, bugünkü haline gelmiştir. Esas üyeleri ve ele­ manları arasında sanat, fikir ve ilim meselelerinden anlı - yan, bu sahalarda yetkisi bu­ lunan tek şahıs yoktur. Bazı devrelerde Dil — Tarih Fakül tesinden polis zihniyeti bazı

AZİZ NESiNiK#

TAN, MARKOPAŞA/ M ERHUM PASA * û ‘

MALÛMPA5A. ALİBABA

gazetelerinde çıkmış

olan manzum hicivleri

ÇIKTI

ÇATIŞ YERİ,

ARKADAŞ YAYINEVİ

s n K S B f l C f i D . O t r- % »

se oynanmaktan menetmek tl0çent ve asistanlar, bu heye- yetkisini haizdir. Bu sebeple yardımcı veya raportör

na-mile alınmış ve istihdam edil­ mişlerse de, son yıllar içinde t ama mil e sıra memuru vasfı­ nı haiz bulunan bazı kimseler etüd heyetine katılarak bu va zifeyi ifa ile görevlendirilmiş lerdir.

Üstü örtülü sansür idaresi­ ni. yeni bütçe konuşmalarina katılacak olan milletvekilleri- mizin gözleri önüne seriyoruz. Meseleyi kısaca ortaya koyu- yoru ve memleketimizde en geri bir zihniyeti temsil eden bu organizasyonu temelinden ortadan kaldırmalarını millet namına ve kesin şekilde isti * yoruz.

Üsküdar ceza evinde iken de bir defa geldi. Bu son gö­ rüşmemiz oldu. Hiç parası ol madiğim, kendisini rahat bı­ rakmadıklarını, çalışmağa im kân olmadığını söyledi. Yeni yazdığı çok güzel bir şiirini okudu. Bedbin bir hali vardı. Fakat bu halini de neşe için­ de, güler yüzle ifade ediyerdu.

O kadar yorgun ve ümitsiz di ki, başka herhangi bir mem lekete gitmek istediğinden de bahsetti.

Bir daha Sabahattini göre - medim. Bir kamyon aldığım duydum. Şoförlüğe pek özen­ miş. Muşamba ceket ve şapka lar almış. O öyle her şeye böy l.e özenirdi. Maceraperest bir ruhu vardı. Meselâ polislerin takibinden şikâyet eder, son­ ra da gözüne kara bir gözlük takıp yakasını kaldırarak giz­ li dolaşmağa bayılırdı, yahut bana öyle gelirdi. Bana,

— Sabahattin kamyon aldı, cenup vilâyetlerine gitti, para kazanacak! dedikleri zaman.

— Sabahattin kamyonun vi tes kolu elinde döner ve bu işten ancak iki hikâye kaza­ nır, dedim. Sabahattin döne - medi ve Türk edebiyatı iki şaheser hikâye kazanamadı.

İşin doğrusu şudur ki, Sa­ bahattin hikâye yazmak için yaşıyan adamdı. Bütün hayatı parça parça hikâyelerdir. İşte bunun için mücadele eder, bu nun için gizlenir, bunun için kaçardı. Hikâyeleri için, kendi kurduğu hayallere, kendisi de inanır ve başkalarını da inan dırmağa çalışırdı. Onu anla - mıyanlar, «yalan söylüyor» sa nırlar. Halbuki o kimseyi al­ datmış da değildir. Daima hi­ kâyelerinin ve hayalinin uğ - runa kendi kendimi aldatmış­ tır.

Onun dostluğu, sıcak yüzü, korkak ve ürkek bakışları gö zümde tütüyor. Sabahattin, milletler arasında yüzümüzü ağartmış, millî bir ktymettir. İşte bunu olsun, kimse inkâr edemez.

(3)

18 Ocak 1949 BAŞDAN Sahife: s

Hastanenin bodrum katmda ki küçük ve pencereleri demir ki küeuk ve pencereleri demir parnmklıklı odada beş kişi ya

tıyorduk

Hapisanenin doktoru ve re viri olmadığı için hasta mah­ puslar ağırlaşıncaya kadar ko ğuşlarda kalırlar ve araba

ç

vuran adamı devirdiğini bile anlattı.

--- --- Fakat Süleyman efendi, hal

parası tedarik edebilirlerse be sizliğine ve nefes almakta ç e k --- --- — ——

lediye doktorunu getirirlerdi, üğ| güçlüklere rağmen bütün içme!» diyor. Allah Allah... A k saçlarmı pek itina ile or- gün hiç durmadan söylenirdi. Çaydan da zarar geldiği görül

Sabahleyin erkenden yatak müş mü?...»

| Sabahattin Ali J

tadan ikiye ayıran bu ihtiyar ve zayıf adamcağız, yüzünde besbelli bir tiksinme ille, elle xini sürmeden hastalara bakar ve, mevcut olmayan bir mesu liyetten korkarak, ekserisini hastaneye havale ederdi.

Fakat hastanede mahpusla­ ra ayrılan koğuş beş kişiden iazla olmadığı için, mütehas­

sıs taralından — asla yaptırılamıyacak olan bir re­ çete ile birlikte — geri gönde rilen mahpusların, yol kenar farında oturup dinlenerek ve kelepçeli ellerine jandarmala­ rın sıkıştırdığı bir sigarayı hırsla çekerek hapisane yolu­ nu tuttukları her zaman görü lürdü.

Ben bir kulak sancısı yüzün den yatıyordum. Bir bardak sı cak suya damlatılan buğuyu bir keseküîâh vasıtasile sa­ bah akşam burnuma çeker, nadiren kitap okur ve çok za man gözlerimi beyaz sıvalı ta .vana dikerek uzanırdım,

Yanımdaki yatakta, esrar- keşlikten dolayı altı ay hasta ne de tedaviye mahkûm edilen bir bakkalı vardı. Hemen he­ men hiç odada durmaz, kori­ dorda jandarmalarla ahbaplık ederdi. Hasta olmadığı ve u- zun zaman burada yattığı için hademeler ve jandarma­ larla arası pek iyi idi ve gün lük esrarını tedarikte hiç sı­ kıntı çekmiyordu.

Onun ötesinde, rüşvet ve ir tikâptan iki buçuk seneye mahkûm eski icra memuru Süleyman efendi yatıyordu.

lan düzeltmeğe gelen hademe lere çatmaktan başlıyarak, kahvaltı getiren hastabakıcı ya, hatır soran hemşeriye, vi­ zite yapan doktora boyuna dır lanırdı. Kendisini memnun et

Sözünün burasında bağırır dı:

«Satılmış... Getir çaydanlı­ ğı!...»

Satılmış, uzandığı yataktan fırlar, eski ve kocaman hasta

ne bakar, sonra, bir çiftlik ba lişlıyormuş kadar ehemmiyet 3i bir velinimet tavriyle:

«Bunu da sen iç!» diyerek ona bir şeker uzatırdı.

Çay içini biraz ısıtıp öksü­ rük nöbetlerinin arası uzayın ca çenesi büsbütün açılıyordu. Odada herhangi birimiz her­ hangi bir mlseleden bahsede­ cek olsa derhal lâfı yarıda kestiriyor: 0 «O senin bildiğin gibi

de-Sabahattinin

en

çok \

Çaydanlık

beğendiği bir hikâyesi idi.

- ^ v i v<w a v iiv ia aÂ

meğe imkân yoktu. Karşısına ne terliklerini sıska ve topuk ğil...» diye kendisi söze başlı larını balmumu gibi sararmış

kimi alırsa derhal ötekilerden şikâyete başlıyordu. O kadar ki, esrarkeş bakkal hakkında ağzına geleni söyleyip benim dinleyip dinlemediğime bak­ madan:

«Nasıl, dediğim gibi değil mi?»

Diye sorarken, bakkal içeri girince, onu yatağının kenarı na oturur, bana da duyuracak bir sesle benden bahsererdi:

«Aptal mıdır nedir? Boyu­ na kitap okuyup düşünür. Biz de çok okuduk amma, fay dası olmadı. Neyine kibirlenir]

acaba? Biz de efendiyiz ama, kimseye kem baktığımız1 yok...»

Karşısındaki, bazan bir ba­ hane bulmağa bite lüzum gör meden, kaçmcaya kadar o de vam ederdi. Ara sıra yorgun luktan gözlerini kapayıp başı m yastığa koyarak dinlenir,, yahut öksürük nöbetine tutu Jarak gözleri yerinden fırlar,

ayaklarına geçirir, kızgın saç sobanın üzerinden çaydanlığı ve pencereden, çay fincanını a larak «Beybabamın yanma va rırdı,

-Sabahattin Ali

hikâyeleri

ve

Pek yakında «Sabahattin Ali ve hikâyeleri» isimli bir kitap neşredeceğiz. Bu kitap-

, ta Sabahattinin hayatı ve ede bî şahsiyeti belirtilecek ve ! seçme hikâyeleri bulunacak -

tır.

Kitaptan elde edilen menfa­ at, Sabahattinin arkada bırak tığı yavrusuna hediye edile çektir.

Hastalığı zatürrie idi, fakat İh fakat biraz kendine gelir gibi tiyarhğına rağmen tehlikeyi 0ıunca yeniden söylenmeğe atlatmış görünüyordu. Genç

dahiliye mütehassısı sabahla­ rı vizitede gülerek sırtım ok­ şuyor ve:

başlardı.

«Aman!.. Doktur mu buır

[vor . 1ar... Ben onlardan iyi anla-

-«Yakayı kurtarıyorsun, Bey rım bu elerden Bacak ka- «Satılmış oğium uzat ,k,i„ un^vrln dar çocuk ge.mış de bana akıl tukuruk hokkasını.» yahut:

öğretecek. Hardal

Süleyman efendi Satılmışı, fikrini almağa lüzum görme­ den kendisine hizmetçi seç­ mişti. O kadar salâhiyet ve tabiilikle emirler veriyordu ki, itaat etmemek oğlanın ak­ imdan bile geçmiyodu

«Satılmış, oğlum, uzat şu baba!» diyordu.

Diğer iki hasta, adam vur­ maktan on beşer seneye mah kûm iki köylü idi. Biri hasmı nı, öteki su meselesinden tar­ la komşusunu öldürmüştü. Her ikisi de bir türlü iyi obnı yan bir bağırsak hastalığı çe­ kiyorlardı. Müthiş zayıflıkları ve sapsarı yüzleri, onları, in­ sanı şaşırtacak kadar birbiri­

ne benzetiyordu

Oradakilerin içinde Süley­ man efendiden başka konuşan yok gibi idi.

Esrarkeş bakkal yatağında bulunduğu zamanlar bağdaş kurup oturur ve gözlerini be yaz boyalı karyolanın ayak u cuna dikerek saatlerce susar dı.

İki köylüden biri yataktan kalkamıyacak kadar halsizdi. Bütün gün başını duvardan tarafa çevirip yatar, hiç kımıl dam azdı.

İsmi Satılmış olan diğer köylü bir par.a daha derman lı idi. Arasıra konuştuğu da olurdu. Hattâ bir kere orman da nasıl pusu kurup babasını

lapası ney­ se, onu biz de yaparız. Zaten doktora da ben söyledim... A m,a o iğneleri lüzumsuz yere vuruyor... Satlıcana iğne kâr eder mi? Sonra tutmuş «çay

Batıilmış, jandarmaya ses­ len, şu çeyreği de ver, bana şeker alsın!...»

Dediği zaman, sıska delikan lı değnek gibi parmaklariyle karyola demirlerine tutunur ve söyleneni yapardı.

İhtiya-TPCP Iİmİ7

rm tahakkümü karşısında jan I C O C im I H i - ^ ^ d a r m a l a r bile itiraz edemiyor Sabahattin Ali’nin iğrenç

bir cinayete kurban gitmesi hikâyeciliğimizde kapatılması imkânsız bir boşluk açmıştır. Fakat biz, her şeyden evvel, onun memleketsever, namus­ lu karakterine, yılmak bilici­ ye n mücadele azmine yanıyo­ ruz.

Gerçek bir münevver haya tının bu şekilde son bulması memleket hesabına ne kadar acı!. Onunla beraber bir çok şeyter kaybettik. Fakat bu «bir çok şeyter» de gelecek nesillere devredilecek pek çok şey vardır. Biricik tesellimiz bu...

Sabri Soran Çayım içtikten sonra Satıl­ mıştan çaydanlığı tekrar ister, kopuk kapağı kaldırarak

içi-lar, ardı arası kesilmiyen an garyelere, arasıra söylenerek ¡de olsa, tahammül ediyorlar­ dı.

Satılmış çay bardağını dol­ durup Süleyman efendiye uza 'tınca ihtiyaı doğrulup sırtını ,duvara dayar, tepesindeki saç ¡lan dökülmüş kocaman başını ağır ağır sallar, ağzına dökü- len gürbıyıkilaruu sıvazlıyarak içmeye hazırlamrdı. Onu bu .vaziyette gören hemşireler bir kaç kere sırtını duvara verme meşini, yorgandan çıkmaması ¡m söylediterse de o arkaların dan istihfaf dolu bir gülüşle ’baktı, ve bildiğini yapmağa de

vam etti.

yordu. Herkesin bir kusuru­ nu bulur, herkese birşey hat­ tâ birçok şey öğretmeğe kal­ kardı. Zavallı Satılmış naşll vukuat işlediğini anlatırken bile Süleyman efendinin mü­ dahalesinden kurtulamamış, kendi başından geçen vak’a- nın doğrusunu ihtiyardan öğ­ renmek mecburiyetinde kal­ kmıştı. İhtiyar adam öksüre ök

süre:

«Yok, yok... Senin bildiğjn gibi değil.., Sen orada yatar­ san adam değil kuş bile vura­ mazsın... Pusuyu nereye kur duğunu bile bilmiyorsun...» diyerek cinayet mahalline da­ ir uzun tafsilâta girişiyor ve asıl fail bu izahatı hayret, hat tâ biraz da hürmetle dinliyor du. Bu ihtiyar efendinin dedik teri gerçi hakikate uygun de­ ğildi, ama öyle bir akıllıca sa yıp döküyordu ki, herhalde doğru olacaktı.

Mevsim ilkbahar başlangıcı idi. Odanın küçük saç sobası hiç durmadan yanıyordu. Ak şam serinliği basınca koridor da üşüyen jandarmalar da is kemlelerîni alıp içeri

giriyor-Sırça Köşk‘ünde

rahat uyu !

Öyle bir yere saklandın ki Sabahattin, burnu en keskin hafiye, artık seni bulamaz. Sansürü öyle sıkı bir yere gittin ki, vereceğin en olgun eserleri dışarıya çıkaramaz­ sın. Sen, öyle bir yere gittin ki; pipona tütünün var mı, gözlüğün tamire muhtaç mı, ütün yapılıyor, çamaşırın yı­ kanıyor mu bild inemezsin. Ve Sen öyle bir yere gittin ki a- zizim, sevgili karını ve mini­ cik kızım bir daha göremez­ sin!.

Ne üzülüyorsun iki gözüm? Orada yalnız değilsin. Dâva uğruna binler kurşuna dizil­ di; yüzbinler asıldı! Sen, ölen milyonlardan bir taneciğisin.

Rahatını severdin; «Sırça- köşk» ünü kendin yarattın.

Acımız çok, kayıbımız çok büyük...

Oradaki «köşk» ünde rahat uyu!.

Mim Uykusuz

lardı. Sönük ampulün ışığı al I tmda, silâhlarını kucaklarına j dayayıp hekleşiyorlar, arasıra s esrarkeş bakkalla yarenlik e- i diyorlardı.

Akşamları ateşi yükseldiği halde Süleyman efendi de on fara lâf yetiştirmekten geri kalmıyordu. Jandarmalara kâh nasihat verir, kâh onları) azarlar veya, ateşi biraz daha yükselirse, abuk sabuk söyle nip bağırmağa başlardı.

Son günlerde hastalığı tek­ rar ağırlaşmıştı. Bunda hem geceleri arkasına hardail lâpa sı korken sırtını yarım saat a çık bırakıp üşüten hastabakı cıların, hem de kendisinin ka bahatı vardı. Odanın sık sık bozulan havasını değiştirmek için pencereyi açtığımız za­ man, yorganına iyice sarılma sini söyled’^^.iz halde, o din Temez, göğsünü açıp pencere-'’"*1 den gelen rüzgâra vererek:

«Bu rüzgâr adama dokun­ maz... Sizin bildiğiniz gibi de ğil... Bu rüzgâr Takkeli dağ­ dan geliyor. İnsana şifa geti­ rir...» diye Mart rüzgârını hasta ciğerlerine çekerdi.

Satılmış günde bir bardak az şekerli çay mukabilinde o na hizmetkarlık etmeğe de vam ediyordu, Aylardan beri perhiz eden midesi doktordan gizli içtiği bu birkaç yudum sıcak mayii belki de hasretle?? bekliyordu. Yalnız Süleyman*« efendi artık çaylarını sırtını,® duvara dayıyarâb içemiyordu. Satılmış yardım etmezse üstü; ne döktüğü bite oluyordu. El teri titremeğe, gözleri adama-; kıllı çökmeğe başlamıştı. Köy lü delikanlısını esrarkeş bak­ kalın yatağına oturtup:

«Senin bildiğin gibi değil...| Öyle adam öldürülmez... B a k ! ben sana anlatayım...» derken * birdenbire sözü sapıtıyor:

«Başkâtip çaldığı paralarla . iki ev aldı da yine kolunu sal : laya sallaya geziyor. Hapislik* bize düştü.» diye başka zaman hiç ağzına almadığı mahkûmi yetinden bahse başlıyordu. Cezasının bitmesine bir bu- , çuk ay kalmıştı. Bunun için : i haftada bir iki kere uğrayan ’ | oğluna dışardaki işleri hakkın

da talimat veriyor ve on se­ kiz yaşında kadar göründüğü halde gözleri beş yaşında bir çocuk şaşkınlığı ite odada do laşan biraz aptalda oğlu bu sözleri hiç cevap vermeden, tasdik makamında başmı sal, lıya sallıya dinliyordu.

Birkaç gün içinde ihtiyar1; büsbütün fenalaştı. Yüzünün i kemikleri fırlayıvermiş, gÖ£İeg ri garip bir parlaklıkla daha* çukura gömülmüştü. Günün} ekseri saatlerinde kendinden geçmiş olarak yatıyor ve sa­ yıklıyordu. Geceleri çırpını-i; yor, boğulacak gibi öksürüyor ve durmadan inliyerek hiç bi rimizi uyutmuyordu. Esrar­ keş bakkal iki gece uykusuz luktan sonra:

«Hâlâ geberemedi yahu!...» Diye söylenmeye başlamış­ tı. Yalnız Satılmış hizmetinde kusur etmiyor ,ihtiyarın her sayıklayışında başım yastığın dan doğrultarak:

«Birşey mi istedin Beyba ba!» diye soruyordu.

Nihayet bir gece sabaha kar

(4)

/’-’ssraa

íSflÜñfe: 4 BAŞDAN 18 Ocak 1949

Ç A Y A N L I

(Baş tarafı 3 de) şı ses kesildi. Son günlerde sıksık bizim odaya uğrayan nö betçi hemşireler derhal bir sedye getirterek ölüyü kaldır dılar. Yatakları dışarı çıkardı l'ar. Daha onların işi bitmeden dördümüz de derin bir uyku­ ya dalmış bulunuyorduk.

Hemen sabah vizitesinden sonra bizim odanın önündeki koridorda ayak sesleri ve ko­ nuşmalar peydah oldu. Jan­ darmalardan biri başını kapı­ dan uzatarak:

«Beybabanın soyu sopu bu­ raya toplandı» dedi.

Biraz sonra ölenin aptal oğ­ lu içeri girdi. Babasının çıp­ lak yatağma oldukça büyük bir bohça sererek pencere iç­ lerinde ve yatak altlarında ö- îüden kalan ne varsa onun içi ne doldurmağa başladı. Birkaç kere bakkalın eşyasına da el attı, fakat o hemen müdahale etti;

«Bırak o saati... Babanın öy le saati v.ar mıydı? açık göz­ lülük etme!...»

Oğlan ne buldu ise derleyip toplıyarak dışarı çıktı. Bu sırada kapının aralığından ko ridorun bir parçası göründü. Dışarıda bir kaç kadınla bir sürü çoouk vardı. Bütün ak­ raba gelmişe benziyordu. Bun larm arasındaki şişmanca ve yaşlıca bir kadın oğlanın dı­ şarı çıkardığı bohçayı yere serdirip açtırdı. İçindekileri birer birer saydı. Sonra telâş­ la oğlana dönüp bir şeyler söyledi. Tekrar içeri giren ço­ cuk etrafına bakınarak:

«Bizim çaydanlık nerede?» diye sordu.

Dört beş gündenberi çay pi şirilmediği için bu kapağı ko­ puk. sırları dökülmüş küçük emaye çaydanlık ortadan kalk mıştı. Herhalde Satılmış bir yere koymuş olacaktı. Kendi­ sini biraz evvel midesinden su almak için lâboratuara götür­ müşlerdi.

Esrarkeş bakkal: «Telâş etme bulunur!» dedi.

Bu söz üzerine kapıdan içe­ ri şişman ve kıpkırmızı bir kadm başı uzanarak:

«O da ne demekmiş? Helbet bulunacak!.» dedi, sonra oğlu na dönerek, sertçe:

«Sen bunlara bakma, ara­ mana bak, Vecihi, belki başka şeyler de kalmıştır...»

Fakat çaydanlık ortada yok tu. Satılmışın karyolasının başucunda sallanan ve zaval­ lının varını yoğunu içinde ta­ şıyan Amerikan bezinden bir torbayı dışından adamakıllı sıkıştırıp yokladılar; içinde çaydanlığa benzer bir şey yok tu.

Kadm kapının önünde söy 'lenip duruyordu. Oradan ge­

çen bir hemşire ile bir hasta

bakıcıyı durdurdu, onları da alıp içeri girerek hep beraber etrafı aramağa başladılar.

Daracık odada birbirlerini itip kakarak yatakların altım, soba odunlarının yığılı dur - duğu köşeyi, hastaların torba ve bavullarını karıştırıyorlar­ dı. Ben yüzümü duvara çevir­ miş, sessiz yatıyordum. Öle - nin karısı arkamdan dürterek: «Hişt, görmedin mi çaydanlık nereye gitti?» dedi. Hemşire atıldı:

Hastaları rahatsız etmeyin, sonra bulunur!» Fakat kadm bunu bekliyormuş gibi bağır­ mağa başladı:

«Ne demekmiş sonra bulu­ nur!. Şimdi bulunmazsa gitti gider, dahi gider.. Hanım, bu rası neresi? Mahpus ko - öuşu, hırsız yatağı. AdamıO gözünden sürmeyi çalarlar. Uğurlu adamın burda işi ne.» Sonra bize dönerek tehdit e- der gibi:

«Söyleyin bakayım, nerede? Hanginizde ise çıkarsın-.» de­ di ve gözlerini teker teker he­ pimizin üzerinde gezdirdi.

Hemşire onu kollundan tuta rak yavaşça dışarı aldı, fakat karı bir türlü susmuyor:

«Müdüre çıkacağım, başhe­

kime gideceğim...» diye kori­ dorları çınlatıyor ve candar - maların koluna yapışıp:

«Haydi evlâdım, siz bilirsi­ niz usulünü, şunları söyleyi­ verin de nereye koydularsa çıkarsınlar!» diyordu.

Bu aralık iki hademenin ko kında Satılmış içeri girdi. Çektiği azaptan sonra bitkin bir halde idi. Daha kapıda i- ken bakkal kendisine sordu:

«Ulan Satılmış, • ihtiyarın çaydanlığını gördün mü?»

Köylü, hademelerin yardı - miıle yatağına yatarken,

başi-Faruk Gürtunca’mn

a ğ z ı n ı n p a y ı

Nüfus kütüğüne «Faruk Gürtunea» diye kayıtlı bir mahlûk vardır. Çok yazık ki, vaktile ilkokul öğretmenliği bile yapan bu mahlûk, şunun bunun yardımLle Babıâliye ka pağı attıktan sonra, talih de­ nen kör serserinin lûtfuna uğ ramıştır. Paranın şımarttığı Gürtunea, bu kolay muvaffa­ kiyetleri, kendinden menkul kerametlerinde zannederek, boyundan büyük işlere bur­ nunu sokmuştur. Kendi çıkar dığı mecmuaya «hayalinin par maklarile başmakaleler yazan başmuharrir» diye reklâmını yaptırtan ve acayip resimleri­ ni bastırtan bu mahlûk, külli ayıbından gayri, «karısına i- pekli çamaşır» alacağını bo - zuk bir aruzla yazar ve böy- lece şair olduğunu da sanır. Kendisi metelik verilmiyeeek bir matah olduğu için, ne biz, ne başkaları, onun bozuk dü­ zen yazılarile uğraşmayı abes sayıyorduk. Fakat Sabahatti" nin ölüm haberi üzerine yaz­ dığı bir başmakale, şimdiye kadarki haltlarının üzerine tüy dikmiş olduğu için, sabrı­ mızı tüketen bu şeddeli cahi­ lin ağzının paymı vermek bi­ ze farz oldu.

Türk edebiyat tarihine adı geçen bir ölünün arkasından bu kadar gayri.edebî bir yazı yazabilen kalemin mayasını okuyucularımız tayin etsinler.

Gürtunea şöyle yazıyor: «Türk edebiyatı için istik - balde yeni hizmetler bekledi­ ğimiz bu eski öğretmenin Mos kovaya hizmetinin aşikâr be­ ratı, Moskova sözcüsünün o- nu müdafaasından başka ne olabilirdi?»

BAŞDAN:— Sabahattin Ali bugün kendisini müdafaa ede miyecek durumdadır. Bu ba­ kımdan ona yapılan haksız ta arruzları önlemek, biz arka - daşlarına düşen bir borçtur. Gürtunea, evvelâ şunu öğren­ melidir ki, Moskova radyosu Sabahattinden bahsettiyse. ve bu da eğer bir suçsa, bunda Sabahattinin ne günahı var

-dır? Moskova radyosu yalnız Sabahattinden değil, Yeni Sa­ bah gazetesini, Cemaleddin Saracoğlunu, Mareşal Fevzi Çakmak ve daha bir çokların dan bahsetti ve onları methet ti. Kendisinden Moskova rad­ yosunda bahsedilmemesi için Sabahattin Staline dilekçe mi vermeli idi? Bundan dolayı asıl utanacak olan Sabahattin Ali değil, Sabahattin Alinin müdafaasmı Moskova radyo - suna barakmış olanlardır. An kara radyosu malûm zırıltı, dırıltı ve yardakçılık faaliye­ tine devam ederken, Moskova radyosu Sabahattinden bahset miş ise, bu kimin suçudur . Büyük bir millî kıymeti baş­ kalarının eline ve takdirine bırakanlar bugün utanmıyor­ lar mı? Vaktile komünist di­ ye takibata uğrayan, işkence gören Muzaffer Şerifi de A- merikalnar elimizden kapmış lar ve profesör yapmışlardı. Bütün bunlar eğer suçsa bu suç ne Sabahattinin, ne Mu­ zaffer Şerifin, bu suç doğru­ dan doğruya, bir kıymeti an- lamıyacak kadar kıymetsiz o* Hanlarındır.

Gürtunea diyor ki:

«Fakat onda bir mani, bir hastalık vardı: Şöhret hasta­ lığı. Bu şöhret hastalığı dola- yısile komünist değil de vatan hainliğinde başka cepheler ol­ sa kendisini orada göstermek­ ten çekinmiyecekti.»

Başdan:

«Sabahattin Ali, kaleminin kuvvetile şöhretini yapmış bir sanatkârdır. Onu şöhrete ulaş tiran hikâyeleri idi. Yoksa, hi kâye’erini okutan şöhreti de­ ğildi. Bir adama komünist di­ yebilmek için, elde bir vesika, delil lâzımdır. Sabahattin Ali, komünistlik suçundan mah - kûm olmadığı gibi böyle bir hareketten sanık olarak mah­ kemeye bile verilmemiştir ve bir ölünün arkasından sebep­ siz yere vatan haini diyebil - mek için, ancak Gürtunea ol­ mak lâzım gelir.»

Gürtunea şöyle diyor: 0

«Sabahattin Ali gibi kalemi kuvvetli, fikri ihanetli muhar ririn ölümü ile kederlenmeyi, ne yapmak lâzım geldiğinde bu anda Türk münevveri şa­ şırmış olsa gerektir.»

Başdan:

«Eğer Gürtunea da kendisi­ ni Türk münevveri sanıyorsa, kına yakmasını tavsiye ede - riz.»

Gürtunea devam ediyor: «Dünya çapında eserler ve­ rerek ölümünde başına Tür - kün vefâ çelengini takacak o- Jan bir adamın, vatan ihaneti yolunda yurt derelerinde na­ sıl leşinin yüzebileceğine Sa­ bahattin misali büyük bir ör­ nek olmalıdır. Milletini ve devletini satışa çıkaracakların cezayi sezâsı daima bu olacak tır.»

Başdan:

Millet ve devletini satışa çı karan kim?. Eğer bu işi Sa bahattin yaptı ise sen mühim bir gazetenin mühim bir baş muharriri sıfatile şim­ diye kadar niçin sus -tun? Yoksa bu satıştan sana da simsarlık mı vermişti. Ko­ nuşmak için onun ölümünü beklemen daha mânah görü - nüyor. Yoksa sürülmeyen ga­ zetenin satışını hiç olmazsa bu suretle mi kurtarmak istiyor­ sun. Yani senin tâbirinle onun «leş» inden para kazanmak!.. Senin gibi bir leş kargası için yapılacak başka bir şey de tasavvur edilemez.

B ir sanatkâr sıfatile o çok kısa süren hayatında üzerine düşen vazifeyi hakkile başar-' iniştir. Eğer Babıâli cadde * sinde bir leş aranıyorsa, o da Gürtuncanın vücududu?

Sevgili okuyucularım! Bu hezeyanların arkasına devam edemiyeceğiz, Sizi hiç ehemmiyeti olmıyan bir mese­ le ile meşgul ettiğimiz için ö- zür dileriz. Sabahattin ve Gür tunca için verilecek hükmü, namuslu insanların vicdanları na bırakıyoruz.

BAŞDAN

le evet diye işaret etti, sonra hademelerden birine:

«Getiriver!» dedi. Başını bi ze çevirdi:

«Akşam Beybaba ağırlaşı - verdi...» dedi. «Baktım vakti gelmişe benzer, başında can dan adamı yok, ağzına bir yu dum su akıtacak oldum. Çay danlığı hademe İsmaile verip mutfağa saldım. Ilıkça su ge­ tirsin dedim... Su geı’meden rahmetli can teslim etti. Na­ sip değilmiş. Kısmeti bu ka­ darmış...»

Hademe İsmail çaydanlığı getirip kadına verdi. Ana oğul bohçayı yeniden bağladılar.

Bu aralık hastanenin idare müdürü oraya geldi ve kadı­ na bir şeyler söyledi. Kadm, yüzü tekrar kıpkırmızı ola - rak:

«Ne demekmiş o?. Devlet elinde can verdi, ölüsünü de devlet kaldırır. Elimi sür - mem. On para da vermem. Ahir vaktinde kocamı hapisa ne köşelerinde öldürdünüz de ölüsünü bana mı kaldırtacak siniz... İstemem. Ne yaparsa­ nız yapın...»

Bohçayı oğılünun koluna ta­ karak:

«Ne duruyorsun, yiirü...» dedi. «Az daha dursak bizi soymağa Tvarkacaktar...» Ora­ daki diğer kadınlara ve çocuk lara döndü: «Hadisenize siz de!»

On yaşlarında kadar bîr oği îan!

«Amcamı biı* görmiyecek-1 miyiz?» dedi.

«İstemem... Göremem... Yü reğim kaldırmaz. Arslan gibi t ayalimi kim bilir ne hallere i koydular. Amanın çocuklar...i] Yürekler dayanır mı... Yan -i- dım!»

jcr

Avaz avaz bağırarak ağlı -u yordu. Kocasının meziyetleri- | ni, haksız yere damlarda öl- ■ düğünü sayıyor, nıhunım bü-

tün rikkatile hıçkırıyordu. Bu sefer oğlu onu itmeğe j| başladı. Çoluk çocuk ağlaşa - .'i rak koridorun öbür ucuna j doğru uzaklaştılar.

Bu sırada içeri giren hade- j me İsmaile köylü Satılmış:

«Şu torbayı çözüveı-!.» dedi, i' Amerikan bezi torbanın ağ­ zını açtı, içinden bir çift yün i çorapla bir iki çevre ve bir kat çamaşır, en sonra da kü­ çük bir kese çıkardı. İçini ö- nüne boşalttı. Beyaz yatak ör tüsünün üzerine üç tane on kuruşluk yuvarlandı. Satılmış bunlardan ikisini İsmaile uza­ tarak:

«Al şunu da, sevaptır, bir testi alıver. Rahmetliyi mezar da kefensiz yatıracaklar, hiçi olmazsa toprağına iki testi su|jj döküver...» dedi.

Torbasını tekrar toplayıp! başıucuna astı, halsiz başını' yastığa koyarak gözlerini bemj beyaz tavana dikti...

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Vaktiyle empressiyo- nistlere, fovlara yaptıkları haksızlığın utancıyla, esnafça düşünerek, ilerde para eder diye öyle abur cuburlara para yatırmışlar ki

Yeni araştırm a­ lar için belki o sahip olduğu yöntemlerin dı­ şına çıkacak, araştırma yapacaktır; o araştır­ ma için para kazansa bile, artık zaten adam

1) Öğretim elemanlarının online satın alma davranışı ile bu satın alma davranışına yönelik risk ve fayda algılamaları arasında bir ilişki olup

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha

Bu arada bizlere, Türk toplumuna dönük bir sanat anlayışı içinde ça­ lışma olanağı sağlayan Aziz Ho- cam'a, tüm arkadaşlarıma, Cerrah­ paşa Tıp

Uluslararası Uzay İstasyonu mürettebatını taşıyan Soyuz uzay araçları genellikle Kazakistan’daki Baykonur Uzay Üssü’nden fırlatılıyor. Avrupa Uzay Ajansı (ESA)

«H er kim, gürültü veya velvele ile mu- 'at hilâfı olarak çan ve alâtı saire çalarak vshut kanun ve nizam ahkâmına muhalif surette gürültü bir meslek

Bu bilimsel uçuşlar 2016’da fırlatılması planlanan ICESat-2 uydusu göreve başlayana kadar Antarktika’daki buzulların takip edilmesini sağlayan IceBridge görevinin bir