Kuruluşunun 103’üncü yılında Sanayi-i Nefise M ektebi’ni iki öğrencisiyle ziyaret ettik
Gedikler Kâhyası Salih Efendi'nin Konağı, 1920'lerde Sanayi-i Nefise Mektebi olarak kullanılmıştı. Mahmut Cüda (solda), Elif Naci (sağda) ile merdivenleri 65 yıl sonra ilk defa tekrar çıkarken heyecanlıydılar.
Elif Naci ve M ahmut Cuda’yla
Akademimde b ir gün
EMİN ÇETİN GİRGİN
Batı’daki gelişmelere paralel olarak Os manlI İmparatorluğu’nun son dönemlerin de yer alan reform hareketlerinin önemli bir basamağını da 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi oluşturur. Bugün halk ara sında bilinen adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak anılan okul, 1980 sonra sı, Mimar Sinan Üniversitesi adını almış tır. Üç defa adının değişmesinin yanısıra, beş defa da mekân değiştiren Akedemi. ha len Ftndıkh’daki binasında 1926 yılından bu yana etkinliğini sürdürmektedir.
Türk resminin yaşayan en eski kuşak sa natçıları olarak, doğum tarihleri 1900’ler ci
varında yer alan ressamlarımızla yaptığımız değişik konuşmalarda, eski okul binaları neredeydi diye düşündük. Çoğunun anıla rında yer alan bu yerleri, içinde gençlik yıl ları ve öğrencilikleri geçmiş, iki resim us tamız Mahmut Cüda ve Elif Naci ile gezdik. 3 Mart 1883 tarihinde 20 öğrenci ile öğ retime başlayan Akademi’nin ilk binası bu gün Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan ye rin karşısında, padişahın emriyle inşa etti rilen binaydı. Resmi adı “ Mekteb-i Sana yi-i Nefise-i Şahane” olan okul, Birinci Dünya Savaşı yıllarında (2 Ekim 1916’da) bu b inadan çık arıld ı. A rd ın d an Cağaloğlu’nda, bugün Kız Meslek Lisesi olarak kullanılan Bülbül Tevfik Paşa Ko- nağı’na yerleştirildi. Buradan
Şehzadeba-Yıl 1921. Mahmut Cüda Sanayi-i Nefise ’ - E lif Naci, Sanayi-i Nefise 'deki öğrenciliği-
de bir atölye çalışması sırasında. nin ilk yılında atölyede çalışırken
şı’ndaki eski bir konağa ve ardından da Di- vanyolu’nda, bugün Sağlık Müzesi olarak kullanılan, o zamanki adıyla Gedikler Kâh yası Salih Efendi Konağı’na taşındıysa da birkaç yıl içinde, Cağaloğlu’ndaki eski bi nasına geri döndü.
İşte biz, o yıllarda bu okullarda Eşref Üren, Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Cevat Dereli, Nurullah Berk gibi, kuşağın diğer isimleriyle birlikte öğrencilik yapan Elif Na ci ve Mahmut C uda’yla eski anıları tazeli- yelinı istedik. Bunun için adı geçen iki res samla hafta içinde bir sabah, Gedikler Kâh yası Salih Efendi Konağı’nin önünde bu luştuk. Eski mermer merdivenlerden üst ka ta çıkarken iki eski ustanın heyecanı yüzlerinden okunuyordu. Dile kolay, 60 yıl önce çıktıkları bu okula ilk defa geri dö nüyorlardı. Etrafa merakla bakıyorlar, ba zen gözleri bir noktaya takılıyordu. Elif Na ci bana döndü, “ yıllar geçti bu okuldan çı kalı, ama her şey öyle yeni ki, sanki daha dün okuldan çıkmışım.” dedi. Bilenler bi lir, Elif Naci 1898 doğumludur. Konuşmayı sürdürdük. Bu okullarda yaptığımız söyleşi aynı zamanda bir belge niteliğinde olduğun dan, teybe geçenleri aynen yayımlıyoruz.
A h m et H a şim 'i
o k u ld a n k o v m u ştu k
— .Naci Bey, bu okuldaki öğrenciliğiniz- kaç yıl sürdü?
— “ 1920-21 yıllarında burada okuduk” diye cevaplandırıyor Elif Naci, “ Daha son ra, bugün Kız Sanat Okulu olan Bülbül Tevfik Paşa’nın Konagt'na geçtik. Burada Çallı’yla Hikmet Onat atölye hocalarımız oldu. Bu arada, bakın size bir hikâye anlatayım” diye devam ediyor.
“Öğrenciyken bu salonda bir sergi açmış tık. Ahmet Haşini kız okulunda hocaydı. Bir gün Haşiin, kız öğrencileri almış, bu raya gelmişti. Sergiyi gezerken resimlerin önünde duruyor ve kız öğrencilere baştan aşağıya bizim aleyhimizde bilgi veriyordu. Yani tablolar hakkında aleyhte konuşuyor du. Ben de o zaman öğrenci temsilcisiyim. Hemen arkadaşlara durumu anlattım. Şe ref (Akdik), Nurullah (Berk), Cemal (Tol- lu)’yla, bizi batırıyor, kovalım dedik. Na sıl kovarsın yahu, koskocaman hoca. Ya çıkmazsa dedim. Biz biliriz yapacağımızı dediler. Ahmet Haşim’in yanma gittim. Tam da benim resmimin önündeydi. Beye fendi, lütfen salonu terketmenizi rica edi yoruz, dedim. Anlamadım dedi, şaşırdı. Buradan lütfen çıkınız dedim. Çıkmazsam ne olacak demeye kalktı, karga tulumba çı kartmak zorunda kalırız dedim. Bir daki ka diyerek kızlara, Nazmi Ziya’nın odası na çıktı. Biz de oraya gittik, kulağımızı ka pıya verdik. Ama bir şey işitemiyoruz. Son ra odadan çıktı. Kızları orada bırakarak merdivenlerden hiddetle inip gitti. Sonra dan Maarif Vekâleti’ne bir istida verdiğini işittik. Beni kastederek ya o öğrenci, ya ben diye. Nezaretten tahkikat yapmak üzere bu raya kâğıt yazılıyor. Nazmi Ziya tahkikat yapıyor. Ziya'nın bu tavrı takdire şayan dır. Cevap yazıyor: Yapılan tahkikat neti cesinde bu öğrencinin şuhu taksirinin olma dığı beyan edilmiştir diye. O zaman Haşim, istifa etmek zorunda kaldı.”
En y a şlım ıfrd ı a m a ______
Bu arada Mahmut Cüda etrafı dolaşıyor, bir yandan da okulun değişen şekli ve böl meler hakkında bilgi veriyordu. “ Burası koridordu, fakat biz aynı zamanda heykel de çalışırdık. Şu kısımda yalnız yağlıboya model çalışılırdı.”
— Peki hocam, kaç kişi öğrenim görür dünüz bu atölyelerde?
“ 40-50 kişiyi geçmezdi sanırını” dedi Cüda.
— Bugün isimlerini bildiğimiz hangi res samlar çalıştı bu atölyelerde?
“ Aklıma gelenleri hemen sayayım; Ali Çelebi, Zeki Kocameıni, Ratip Aşir, Refik Epikman, Şerek Akdik, ben, Elif Naci” .
— Peki efendim, Eşref Üren yok muy du aranızda?
“ Eşref yoktu. O aslında en yaşlımızdı. Naci’den de yaşlıydı. Ama herkesten kı demsizdir. Yaşma bakıp en kıdemli sayı lır, değildir. Hamit Görele de öyle...”
O ara, duvarda asılı birkaç yağlıboya tabloyu göstererek sordum.
— Bu resimler sizin zamanınızda var mıydı? Kimindir acaba, biliyor musunuz?
“Doktor Hikmet Bey’imdir. Buradaki bü tün resimler onundur. Çoğu, pentür kali tesi olan resimlerdir. Müze müdürüydü za ten kendisi.”
B ülbül
T e v f ik
P a ş a ’nın
K onağı___________________
Gezimizin ikinci durağı, demin de belirt tiğimiz gibi bugün Kız Meslek Lisesi ola rak kullanılan Bülbül Tevfik Paşa’nın ko nağıydı. 1866 tarihinde Sadaret Müsteşar larından Tevfik Paşa tarafından yaptırılan konak, Cağaloğlu’nun arka sokaklarında, işyerlerinin arasında son dönem Osnıanlı Mimarlığı’nın tipik özelliklerini yansıtan bakımlı bir binaydı. Daha önce Elif Naci’y le konuşmamızda, bu okulun bahçesinde o günlerde çekilen bir fotoğrafı getireceği ni söylemişti. 88 yaşına rağmen belleği ço ğu zaman insanı şaşırtacak ölçüde kuvvet lidir Elif Naci’nin. Nitekim fotoğrafı unut madı, getirdi. Okulun bahçesinde çantasın dan çıkardı, anlatmaya başladı:
"Bu resim, bu bahçede çekildi. Ve çekil diği gün bellidir. Rafet Paşa’nııı İstanbul’a geldiği gündü. Çünkü Paşa Akademi’ye zi yarete geldi. Ben talebe temsilcisi olduğum için konuşmam gerekiyordu. Ben konuş tum. Ve konuşmamda, biraz fazla lafı uzat
mış olacam ki, kısaca birkaç kere öksürdü. Rafet Paşa, Ankara temsilcisi olarak, Os manlI İmparatorluğu’nu teslim almaya gel mişti. Bu resim o gün çekildi.”
:3
>
Bir zamanlar Sanayi-i Nefise Mektebi olan Bülbül Tevfik Paşa Konağı, şimdi Kız Mes lek Lisesi olarak kullanılıyordu. İki üstat, yıllar sonra kapının önünde böyle poz ver diler.
S a r ı s a ç l ı
m a v i g ö z lü b ir h a n ım
Naci beyin anlattıklarının ardından Mah mut Cüda sözü sürdürüyor: “ Cumhuriyet hükümeti Avrupa’ya ilk bu okuldan öğren ci gönderdi. Müsabakalar bu okulda yapı lırdı. Kız okulu ayrı, erkek okulu ayrıydı. Müsabakalar nedeniyle kızlar da gelip bu rada çalışırlardı.”
— Buranın dışında bir de kızlarının oku lu olacaktı, lnas Sanayi-i Nefise Mektebi’y- di eski adı galiba. Onun yeri neredeydi bi liyor musunuz?
“ Beyazıt'ın arka taraflarında, Soğanağa Mahallesinin oralardaydı” diyor Cüda. Ardından Elif Naci ekliyor, “Mamafih ben yerini pek bilmem, çünkü kızları köşe ba şında beklerdik” . Devam ediyor: “ Bakın size bir hikâye anlatayım” . Mekke komu tanı Fevzi Paşa vardı. Paşa’nın torunu İc- lâl Hanım isminde bir hanımdı. Bu hanımla biz bir gün Peyami Safa’ya gideceğiz. Sa fa, Çengelköy’de oturuyor. Bu okulda, ben seni bekleyeceğim dedim îclâl’e. Buranın: arka bahçesi vardır, bekliyorum kendisini. O zaman bahçede dut ağaçları var. O gel meden önce ben eyepce dut yedim, üstüne de su içtim. Müthiş bir ishal başladı ben de. Ana nasıl, tutulacak gibi değil. Devamlı tuvalete taşınıyorum. O sırada Iclâl kalktı geldi. Bana, hadi gidelim dedi. Anlama dım!... Hami Peyami Safa’ya gidecektik di yor. Yok efendim öyle şey. Çünkü gitme me imkân yok. Zavallı kız, müthiş bir şe kilde hayal kırıklığına uğradı. Küskün küs kün geri döndü. Ve Peyami Safa’ya gide medik. Efendim, şayanı hayret bir şey, İclâl bundan bir hafta sonra, Beyazıt’taki Türk Ocağı’nın 8. katından kendini aşağıya at tı, kemikleri kırılmış. Hastaneye kaldırıl mıştı. Ressam Refik Epikman’la birlikte kalktık gittik. Fevzi Paşa’nın torunu İclâl Hanımı aradığımızı, görmek istediğimizi söyledik. İki gün oldu öleli denildi. İclâl Hanım ölmüştü. İşte efendim, bu okula yıl lar sonra gelmemiz, bu hazin anının bir kere daha hatırlanılmasına sebep olm uştur.”
Eski anıları anlatırken bir yandan da iki usta kendi aralarında birbirlerine takılmak tan geri kalmıyorlardı. Mahmut Cüda, Elif Naci’ye dönerek “ Naci bu dünyada bir iz bırakmadın, ama ben bıraktım” demesine karşın Elif Naci, oralı olmadı. Arkasından ne geleceğini biliyordu. C'uda bize dönerek devam etti. “ Evvelki sene evin önüne be- lon dökülmüştü. Ben de üstüne basınca, ayakkabıların izi kaldı...” .
Elif Naci, “ Ne yapalım kardeşim, bizim evin önü Arnavut kaldırımı” dedi. □
A lacakaranlıkta
Yürüyordu.
Yol kavşağında trafik ışıkları kırmızıda: Hava kar yağışlı. Yumuşak... Gök, git gide griden kurşuni renge dönüşüyor.
Sokak lambaları yandı. Ortalığın alaca karanlığını sildi. Kar bastıracağa benziyor. ‘Böyle giderse her yer beyazlaşacak. Saba ha kalmaz tutar’ diye düşündü. Sokaklar, daha kalabalık değil. Biraz sonra akşamın git-geli başlayacak. Yollar, caddeler, mey haneler dolar. Gece kuşanır güzelliğini.. Kar yağdıkça hava kirini atar. Derin bir so luk alası gelir insanın... İki kadeh de par lattın mı? Günün yorgunluğu gider. Yeni yıkanmışa döner beden. Silinir çöken ak şamın sıkıntısı. Çiçekler açar yüreğin bir köşesinde...
Mutluluğun ortaklaşa paylaşıldığı, kim liği açık seçik belli, bir başka yaşanmış ge ce gelir, yerini alır güncel akışın içinde. Bir tomurcuk olur dalın ucunda, güzellikler açar:
“ Yıldızlar ne kadar parlak!” “ Çok güzel bir gece...” “ Serinlik çıktı.”
“ İstersen içeriye girelim.”
“ Vapurun açık, üst güvertesinde otura lım, derken gündüzün sıcağına aldandım!”
“ Ceketimi vereyim, üşüm e...”
“ Yok, istemem. Siz üşürsünüz sonra. Terlisiniz!..”
“ Bana serin gelmiyor hava. Gerçekten vereyim ceketimi.”
“ Öyleyse kolunuzu koyun sırtıma, ye ter...”
Kolunu buğulu bir sıcaklık tüten sırtına koyunca, ipek bluzunun altında teninin kı pır kıpır canlılığını duydu.
Yeşil yandı yürüdü. Kırmızı yandı, durdu.
Yerler yavaş yavaş kar tutmaya başlamış tı. Sıra sıra dizili arabaların ardındaki lam badan fersiz ışıklar yansıyor yola. Yağan kar, çizgi çizgi bölüyor ön camda gürün- tüyü. Renkli ışıklar, titreşimli cümbüş için de. Uzayıp gidiyor yol boyunca... Yürüyen çift sıralı, kesintili aydınlık çizgide, kimi kırmızılar yanıp sönüyor. Tekerleklerin sa vurduğu kar, ince tül indiriyor ışıklara, son ra yavaş yavaş kalkıyor. Frene basıldıkça arka lambalar bir yanıp bir sönüyor.
Ön camın üstünde silecekler, bölünmüş
iki yarım yuvarlakta acele gidip geliyor. Yan yana düşen kar cama değince, küçük havayi fişeği görüntüsünde önce patlıyor, sonra yayılıyor. Üstünden silecekler geçin ce de eriyip son buluyor yaşamı. Bir var mış, bir yokmuş anlamında... Sileceklerin sınırı dışına düşen kar taneleri üst üste ka lınlaşıp sertleşiyor, büyüyor.
Gitgide kayganlaşıyor yol. Her sokak lambasıyla kesişildiği yerde farların etkisi azalıyor. Geçilince derinlemesine uzuyor beyazlıkta...
Gelir geçmişin anı olmuş güzelliğinden bir kesit daha, günün yaşamı içine karışır...
Sırtına koyduğu kolunu oynatmaktan çe- kiniyordur. Bir iletişim işlevi görüyor san ki o duruşu. İç bayıltan sıcaklıkla oradan geçen bir ürperti, tüm bedenine dağılıyor.
“ Kolunuz uyuştu mu? İsterseniz çekin artık.”
“ Yok yok, bir şey olmadı.” “ Doğru m u?”
“ Hiç kuşkusuz... Yarın ne yapıyorsun?” “ Evdeyim. P azar...”
“ Akşam üstü?..” “ Boşum.”
“ Buluşalım, bir yerlere gideriz.” “ O lu r...”
Ertesi gün akşamüstüne dek zaman du rur. Bitmez gece. Yarın gelmez olur bir türlü...
Oysa sonra, nasıl geçmiştir günler, gece ler, aylar!.. Şimdi çok uzaklarda kaldı geç meyen zaman, gelmeyen yarınlar...
Karın kalınlığı katmerleşiyor. Arabanın içi ısındı. Yavaştan camların buğusu dağı lıyor.
Öndeki arabalar savuruyor ince ince ka rı. Yolda uzayıp giden dar lastik izleri ge nişleyerek derinleşti. Parlak beyaz rengi kir lendi. Yolun deminki kayganlığında şimdi, küt bir ağırlık var. Önde giden arabaların, uzaktan görünen arka arkaya sıralanmış ışıkları, akpak bir gerdan üstünde, değerli taşlarla süslü kolyeye benziyor. Yoldan sap malarda ateşböcekierini anımsatan, yanıp sönen, küçük sarı işaretler, kimi yerlerde ışık takısını koparıyor. Bir başkası onun ye rini duldurunca dizide oluşan boşluk doluyor.
Yeşil yandı, geçti... □
r
Desen: Kokoschka
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi