• Sonuç bulunamadı

Hüseyin Suat Yalçın’ın “Gâve Destanı”

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Hüseyin Suat Yalçın’ın “Gâve Destanı”"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Asuman Gürman Şahin

A CONTENT ANALYSIS OF HÜSEYİN SUAT YALÇIN’S GÂVE EPIC ÖZ: Tanzimat edebiyatında politik, sosyal, kültürel vb. gibi konuların işlen-mesinde en etkili araçlardan biri hâlini alan mizah, Servet-i Fünun dönemin-de II. Abdülhamit’in baskıcı rejimi sonucu arka planda kalmıştır. 1908’dönemin-de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte sona eren sansür baskısının hemen ardından mizahî türde gazete ve dergilerin yanı sıra mizahî eserler de kaleme alınmaya başlamıştır. Servet-i Fünun dönemi şairlerinden Hüseyin Suat Yalçın da 1908’den sonra siyasî, sosyal ve şahıslara yönelik konularda yazmaya başladığı mizahî şiirlerini Gâve Destanı adlı eserinde toplamıştır.

Bu çalışmadaki amaç, Hüseyin Suat Yalçın’ın eserini içerik bağlamında inceleye-rek, dönemin mizah kültürüne hangi yönleriyle katkı sağladığını tespit etmektir.

Anahtar Kelimeler: Hüseyin Suat Yalçın, mizah, şiir, içerik.

ABSTRACT: Humor, one of the most effective tools for treating political, social, cultural subjects in Tanzimat literature, fell into obscurity under the oppressive regime of Abdülhamit II in Servet-i Fünun period. Right after the end of the period of autocracy, with the proclamation of constitutional monarchy, Servet-i Fünûn period poet Hüseyin Suat Yalçın also began to write humorous poems in political, social and individual matters after 1908 in his work titled Gâve Destanı. The purpose of this study is to examine the work of Hüseyin Suat Yalçın content-wise and to determine what aspects contributed to the period humor culture.

Keywords: Hüseyin Suat Yalçın, humor, poem, content.

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 17, Nisan 2018, s. 127-148. * Araştırmacı, yazar, (asumangurman@hotmail.com). Yazı geliş tarihi: 31.03.2018. Kabul tarihi:

(2)

...

Giriş

1867’de İstanbul’da doğan Hüseyin Suat, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ağabeyidir. Asıl mesleği doktorluk olan şair, yurt içi ve yurt dışında çeşitli şehirlerde mesleğini sürdürmüştür. Mütâreke’den sonra Milli Mücadele’ye katılmak için Ankara’ya git-miş ve doktor vazifesiyle Anadolu’nun birçok yerini dolaşmıştır. 21 Mart 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir.

Kendisini tanıyanların ifadesine göre hassas, ince ruhlu, neşeli, mütevazı, temiz kalpli, güçlü dostluklar kuran, eli, gönlü açık, zeki ve nüktedan bir kişiliktir.1 Belkıs

Altuniş Gürsoy’un Hüseyin Suat Yalçın Hayatı ve Eserleri adlı çalışmasında şairin eşinden yaptığı alıntı onun nüktedan şahsiyetine ciddi bir ışık tutmaktadır:

Suat, öteden beri alayı, şakayı sever, dostlarına takılmaktan, ahbaplarına lâtife yapmak-tan hoşlanırdı. Dudakları daima tebessümler saçar, gözleri daima neşe ile taşardı. Onun yalnız şiirleri değil, bütün hayatı mizahla dolu idi. Sözlerinde, hareketlerinde, ciddiyeti mizahtan ayırmak o kadar güçtü ki, en son deminde bile, insanın acı ile karışık çarpıntılı bir ümitle, acaba bu da mı şaka, diyeceği geliyordu... Hayatında âşık-ı şeydâ olmayan Suat’ın kimseye karşı kini, garezi de yoktu. Bundan dolayı şakası hiçbir zaman mizahın

çerçevesinden dışarı çıkmamış, hicve dökülmemiştir.2

Lise yıllarında kaleme aldığı ilk şiirleri eski edebiyat tarzında olsa da fazla devam etmez.3 Özellikle 1893’te Paris’e gitmesi onun edebî yönünü belirlemesine

neden olur. Fransa’dan döndükten sonra Mekteb, Malûmat, Âşiyân, Mütâlaa gibi dergilerde yeni tarzda şiirler kaleme alır. Servet-i Fünun topluluğuna ise 1897’de dergiye gönderdiği şiirleriyle dâhil olur. Aşk, kadın, ölüm, tabiat gibi temalardaki şiirlerinin elli yedi tanesini 1910’da Lâne-i Melâl adıyla yayımlar. Bu şiirlerinde çok yakın dostu olan Cenap’ın tesiri açıkça görülmektedir.4 Ancak 1910 yılından sonra

Hüseyin Suat’ın sanatında değişmeler görülür. Bunun nedenleri arasında sansürün kalkması ve Türkçülük akımının etkisi vardır. Bilindiği üzere 1896-1901 yılları arasındaki dönemde yer alan Servet-i Fünun edebiyat topluluğu tarafından mizah hemen hemen hiç kullanılmamıştır. Bunun nedeni, 1876’dan 1908’e dek saltanatta kalan II. Abdülhamit’in yazarlar ve şairler üzerinde kurduğu psikolojik baskıdır. 4 Ağustos 1876 tarihinde yayımlanan bir kararla “bundan böyle hezeliyat ve mizaha

1 Ercilasun, “Hüseyin Suat Yalçın”, Büyük Türk Klasikleri, s. 39. 2 Gürsoy, Hüseyin Suat Yalçın Hayatı ve Eserleri, s. 5.

3 Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), s. 571. 4 Ercilasun, age., s. 39.

(3)

dair varakpare neşrine mesağ gösterilmeyeceği ilanı” ile yasak gelir.5 Büyük bir siyasî

baskı ve psikolojik bunalım yaşayan yazarların mizahî eserleri meydana getirmeyi akıllarından geçirmemiş olmalarını, psikolojik durumlarının doğal bir neticesi olarak karşılamak mümkündür.6 Aslında Tanzimat yıllarında özellikle gazete ve dergiler

aracılığıyla büyük bir ivme kazanan mizahî yazılar –Ziya Paşa’nın Zafernâme’si bu türün en önemli örneğidir– basında da II. Abdülhamit’in başa geçmesiyle dur-ma noktasına gelmiştir. Bir süre sonra sadece güncel politikalara dokundur-madur-mak ve devletin resmî tezlerini sorgulamamak kaydıyla mizaha izin verilir.7 Ancak sansür

nedeniyle pek fazla girişimde bulunulmaz.

1908 yılı, Türk siyasî tarihi kadar mizahın tarihinde de önemli bir dönüm nokta-sıdır. II. Abdülhamit’in düşürülmesi ve II. Meşrutiyet’in ilanı bir bakıma mizah için güçlenerek geri dönmek anlamına da gelmektedir.8 Bu bakımdan, mizahî ürünler,

ancak 1908’den sonra Servet-i Fünuncular arasında gereken ilgiyi görebilmiştir. Bu yıllarda Cenap Şahabettin ve karakteristik mizacını üslûbuna yansıtmasıyla, orijinal söyleyişleriyle dönemindekilerden farklı ve üstün bir yerde duran Şair Eşref9 gibi

Hüseyin Suat Yalçın da mizahî türe yönelmiştir. Bundan evvel hâdiseleri lüzumundan fazla ciddiye alıp, onların tazyiki altında ezilmekten usanan şair, hayatı kayıtsızlığa uygun bir görüşle ele almayı tercih eder ve bu tercih onu mizahla uğraşmaya sevk eder.10 Millî Mücadele yıllarında Anadolu’ya geçen şair, Türkçülük cereyanının da

tesiriyle, hece vezniyle ve sade bir Türkçeyle yazdığı şiirlerini Gâve Destanı’nda toplar.11

Kalem dergisinde adilikten uzak, nükteli ve zarif mensur mizahî yazılar da yazan Hüseyin Suat, aslında Servet-i Fünuncular içinde en çok tiyatro eseri kaleme alan ve tiyatronun problemleri ile de yakından ilgilenen biri olarak edebiyat tarihine geçmiş-tir.12 Meşrutiyetten sonra yazdığı telif ve adapte olmak üzere yirmiyi aşkın piyesinden

bazıları Dârülbedâyi’de oynanmıştır.13

5 Çağın, Bir Hiciv Ustası Şair Eşref, s. 22.

6 Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, s. 123-124. 7 Tiken, “Cenevre’de Bir Jön Türk Mizah Gazetesi: Tokmak”, s. 3. 8 Öngören, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı ve Hicvi, s. 75. 9 Çağın, age., s. 27.

10 Karaalioğlu, Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi, s. 687. 11 Gürsoy, age., s. 16.

12 Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, s. 1048. 13 Ercilasun, age., s. 40.

(4)

“Gâve Destanı”nda İşlenen Konular

Milli Mücadele yıllarında Anadolu’ya geçerek, 1908-1918 yılları arasında meclis doktorluğu yapan Hüseyin Suat14 meclis ortamında bulunduğu için dönemin

milletvekil-lerini tanıma ve olayları yakından gözlemleme imkânı bulmuştur. İzlenimmilletvekil-lerini mizahî unsurlarla işlediği ve çoğunu bu yıllarda kaleme aldığı15 altmış adet şiiri Gâve Destanı

adında Kitabhâne-i Sûdi matbaası tarafından 1923 yılında basılmıştır. Kitap adını şairin kullandığı mahlastan almaktadır. Şair, şiirlerini Gâve, Gâve-i Zâlim, Giryân-ı Zâlim, Gâve-i Mazlûm, Dahhâk-i Zâlim, Gâve-i Zamâne, Gâve-i Devrân, Gâve-i Mecnûn ve Gâve-i Nâlân imzalarıyla yazmıştır. Bilindiği gibi Gâve; İranlı bir mitoloji kahra-manıdır. Devrin hükümdarı Cemşid’in ölümünden sonra yerine son derece zalim bir şahsiyet olan Dahhâk geçer. Dahhâk nefsine yenik düşüp şeytana uyduğu için hastalanır. Dahhâk’ın omuzlarında yaşayan iki yılan vardır ve bunlar her gün iki çocuğun beyniyle beslenir. Sıra demirci Gâve’nin çocuklarına gelince demirci duruma isyan eder ve tüm halkı hükümdara karşı ayaklandırır.16 Gâve Destanı’nın mitolojik kahramanın gerçek

hikâyesi ile bir ilgisi yoktur. Örneğin Şemsettin Sami, 1876 yılında yazdığı Gâve adlı piyesinin konusunu Firdevsî’nin, Fars edebiyatının millî destanı olan Şahnâme’sinden değiştirerek almıştır. Bir demirci olan Gâve’nin bu hikâyesi Fransız İhtilâli’ni hatırlattığı için döneminde aydınlarca beğenilmiştir.17 Hüseyin Suat, Şemsettin Sami’nin eserinden

etkilenmemiştir. Ancak bu seçimi ile ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Servet-i Fünun şairlerinden ve aynı zamanda yakın dostu olan Cenap Şahabettin de o yıllarda Dahhâk-ı Mazlûm imzasıyla mizahî yazılar neşretmektedir.18 Hüseyin Suat bu imzadan ilham almış

olabilir. Fakat bu isim, Cenap Şahabettin’in kullandığı isimle ters anlamda simetriktir. Çünkü mitolojik bir İran hükümdarı olan Dahhâk zulmü ile meşhurdur ve Gâve bu korkunç zulmü ortadan kaldırmak için ona karşı ayaklanan bir demircidir. Bu itibarla, her iki isim de gerçek şahsiyetlerinin aksi anlamındadır.

Şiirlerini hece vezniyle ve çoğunlukla sade bir Türkçeyle kaleme alırken, yine de eski edebiyata ait nazım şekillerini kullanmaktan vazgeçmemiştir. Hüseyin Suat’ın bu şiirlerinde daha çok cesur, keskin bir dille, ince bir alay içerisinde ve mizahî unsurlarla süslediği hicvi yer almaktadır. Şiirler işledikleri konular bakımından siyasî, sosyal içerikli ve şahıslara yönelik hicivler olmak üzere üç grupta toplanabilir.

14 Altuniş Gürsoy, age., s. 251. 15 Akyüz, age., 124.

16 İran mitolojisinin kahramanlarından Gâve ve Dahhâk ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Firdevsî, Şahnâme,

(çev. Necati Lugal), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005.

17 Bilgin, “Şemseddin Sami’nin Edebiyatla İlgili Eserleri ve Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 22 - Güz 2007, Konya, s. 43.

(5)

1. Siyasî İçerikli Mizahî Şiirler

Memlekettin gidişatında meydana gelen aksaklıkların müsebbipleri olarak gördüğü devrin idarecilerini hicvettiği şiirleri şu başlıklar altında toplanabilir:

1.1. Devrin İdarecilerinin Hicvedildiği Şiirler

Cenap Şahabettin “Mizah Felsefesi” adlı bir yazısında mizahçıyı şöyle tanımla-maktadır:

Mizahçının gözü, daima bir tenkit mikroskobuna yapışık, durmadan cemiyetin çevresini gözleyip, etrafındakilerin pürüzlerini, aksayan kısımlarını, ölçüsüz hareketlerini görecek,

şen, şûh ve beliğ bir ifade içinde okuyucularına gösterecektir.19

Hüseyin Suat da Milli Mücadele yıllarında geçtiği Ankara’da yaşanan aksaklıkları, idarecileri mizahî bir çerçevede hicveden şiirler yazar. Bunu yaparken de sivrilttiği eleştiri oklarını mizahî unsurlarla yumuşatmaya özen gösterir. Mizahı, eleştirisi için bir malzeme olarak kullanan şair;

Bak şu iklim-i lâtifin cünbüş ü devrânına

Revh-i câm-ı peymâneler sunmuş bütün erkânına20

diyerek mebûslar üzerine eleştirilerine geçmeden evvel o günkü manzarayı genel olarak sezdirmek ister. “İklîm-i lâtifin cünbüş ü devrânına” tamlamasıyla mizahın tezat unsurundan yararlanarak devrin hiç de hoş olmayan gidişatı ile alay eder. Bu mısra aslında tüm kitabın girizgâhı gibidir. Hüseyin Suat, siyasete her zaman mesafeli durmuş ve sistemi çok fazla eleştiren şiirler kaleme almamıştır.

Şair, devrin önde gelen isimlerini ve bazı idarecileri hedef almış; kimi zaman da devrin önemli siyasî hadiselerine göndermelerde bulunmuştur. “Başlangıç” adlı, kitabının ilk şiirinde eleştiri oklarını kimlere çevireceğini nezaket çerçevesinde söyler:

Ey kalem, boş durmak olmaz başla gel destânına Meclis-i millet emin olsun senin irfânına Hep kederli sözlerin tekrarı artık elverir Hoş gelir belki mizahın Ankara yârânına (s. 3)

19 Hilmi Yücebaş, Türk Mizahçıları Nüktedanlar ve Şairler, İstanbul: Orhan Mete ve Otağı Kol. Şti.

Matbaası, 1953, s. 88.

20 Hüseyin Suat Yalçın, Gâve Destanı, İstanbul: Sûdî Kitaphânesi, 1923, s. 4. Bundan sonraki şiir alıntıları

(6)

Şair, meclisi hâlihazırda hizmet veren taş bir hana benzetir. Handa ikamet eden-leri, yani vekilleri ise ağır bir dille hicveder. Onlar memleketin çeşitli yerlerinden gelmiş kaçak, serseri insanlardır. Hüseyin Suat, meclistekilerin çok anlamlı kişilerden seçilmediğini, meclisin işin ehli kişilerden oluşmadığını düşünerek, henüz ilk bakışta, sahip oldukları mesleklerle bulundukları mevkiler arasındaki bağı bile anlamsız bulur:

Hangi yerden başlasam bir kahkaha peydâ olur Evvela göz gezdirin bir Taş Han’ın sükkânına Her diyârın bir kaçak insanı gelmiş yan yana Hancının her künye geçmiş defter-i nâlânına Nâzır u vâlî, veya tüccar ü şair, serseri

Her ne istersen bulursun gir de gör Taş Hanı’na (s. 3)

Şair, meclis ile ilgili olumsuz izlenimlerini kitabı boyunca, “Devâdan Gayrı”, “Hey’et-i Mebûsemize” gibi daha birçok şiiriyle iğnelemeye devam eder. Allah’tan başka kimseden korkmayan vekiller, temsil ettikleri milletin derdini anlayabilecek kişiler değildir. Devletin meselelerine çözüm getiremeyen, halkının sorunlarına ya-bancı bir Bolşevik gibidirler. Hüseyin Suat’ın bu hicivleri ile Eşref’in II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Meclis-i Mebusan yönetimini hicvettiği “Eşref’in Meclis-i Mebusanı yahut Mahsul-i Hayali” manzumesi arasında dikkat çekici benzerlikler vardır:21

Her biri Bolşevîk ikliminin a’zâsı gibi

Anlamazlar gidişi seyr ü semâdan gayrı (s. 10)

Hüseyin Suat, kimi zaman vekili olduğu şehri açıkça söyleyerek, kimi zamansa sadece isim vererek devrin idarecilerini hicveder. TBMM 1. Dönem vekillerinden Adnan Bey’in (İstanbul mebûsu Adnan Adıvar),22 Atalay Bey’in (Kütahya mebûsu

Besim Atalay), Salih Bey’in (Erzurum mebûsu Mehmet Salih Yeşiloğlu), Emin Bey’in (Eskişehir mebûsu Emin Sazak), Hüseyin Bey’in (Elaziz [Elazığ] mebûsu Hüseyin Gökçelik), Haydar Bey’in (Genç [Bingöl] mebûsu Ali Haydar Bey), Arif Bey’in (İstanbul mebûsu Arif Marlalı), Fazıl Paşa’nın (Bozok [Yozgat] mebûsu İsmail Fazıl Paşa), Hilmi Bey’in (Bolu mebûsu Hilmi Tunalı), Feyzi Bey’in (Diyarbekir mebûsu Feyzi Pirinççioğlu), Rauf Bey’in (Sivas mebûsu Hüseyin Rauf Orbay), Nûmân Bey’in (İstanbul mebûsu Köstenceli Nûmân Usta), Rûşen Bey’in (Gümüşhane mebûsu

İb-21 Şair Eşref’in “Eşref’in Meclis-i Mebusanı yahut Mahsul-i Hayali” adlı manzumesi için bk. Ömer Faruk

Huyugüzel-Şerife Çağın, Eşref Bütün Eserleri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2006, s. 221-238.

22 Milletvekilleri ile ilgili bilgiler açık erişim sitesinden tespit edilmiştir: https://ipfs.io/ipfs/QmT5NvUto

M5nWFfrQdVrFtvGfKFmG7AHE8P34isapyhCxX/wiki/TBMM_1._D%C3%B6nem_Milletvekille-ri_listesi.html.

(7)

rahim Rûşen Oktar), Süreyya Bey’in (Saruhan [Manisa] mebûsu İbrahim Süreyya Yiğit), Nâdî Bey’in (İzmir mebûsu Yunus Nâdî Abalıoğlu), Celalettin Bey’in, Avni Bey’in ve Vehbi Bey’in ahlakî yönlerini, beğenmediği idareciliklerini belli bir rütbe sıralamasına koymadan, kişisel veya fiziksel özelliklerinden yararlanarak ince ve sivri bir dille hicvetmiştir. Fakat bunu yaparken asla kaba ve amiyane tabirler kullanma-mıştır. Sadece zaman zaman kullandığı bazı benzetme ve kavramlarla bu kişileri çok da ciddiye almadığını sezdirmiştir.

Genel olarak ülkenin kötü idare edilişinden, milletvekillerinin yeteri kadar do-nanımlı olmayışından, meclistekilerin bulunduğu yerin önemini anlamadıklarından bahsedilir. Örneğin pek çok şiirinde milletvekillerinden şikâyet eden Hüseyin Suat, “Devâdan Gayrı” adlı şiirinde mebûsların adlarını sıralayarak keskin bir dille hicveder. Onları memleket meselelerinden uzak, duyarsız, bilgisiz, kimilerini kadınlara olan zaafıyla, kimilerini dalkavukluklarıyla milletin bekâsını tehlikeye attıklarını iddia eder:

Hele Ankâ-yı Ma’ârif için Adnan Bey’den Kimse bir söz alamaz medh ü senâdan gayrı Ne ma’ârif ki onun girdiği yerlerde hüner Renkten renge girer vezn-i hecâdan gayrı Atalay Bey ne zaman kürsüye çıksa duyarım Cümle elhân u makâmat-ı nevâdan gayrı (...)

Zevcelik ilmini bir kimse bilip anlamadı Erzurumî-i şehir, mest-i safâdan gayrı Ne yazıktır sana ey Salih Efendi ne yazık Anlamaz kimse seni ırk-ı nisâdan gayrı Bir Emin Bey var imiş Eskişehir mebûsu

Söz bulup söyleyemezmiş meselâdan gayrı (s. 11)

“İster misin?” adlı şiirde hariciye vekili “kîl u kâl ister misin” şeklinde iğnelenerek değeri baştan belirtilir:

Ey vekîl-i harîciye kîl u kâl ister misin

Yoksa tâ cân u gönülden hasbihâl ister misin (s. 8)

Vekillerin millete verdikleri vaatlerle alay etmekten geri durulmaz. Şair, onların vaatlerini “martaval”la bir tutar. “Hey’et-i Meb’ûsemize”de konuşmalarını “hutbe”ye benzeterek alay eder. Hatta konuşmaların o kadar etkili olduğunu ironik bir şekilde yerer ki bu hutbeler ölünce bile halkı koruyacak, onları da bol bol sevaba sokacaktır:

(8)

Geldi bir heyet-i meb’ûŝe geçenlerde bize Dilimizle okudu hutbeyi minberde bize Dedi sizler de uyun böylece her yerde bize Yoktur artık Arabî korkusu mahşerde bize (s. 89)

Şair, vekillerin isimlerini vererek açıkça hicvetmekten çekinmez. Ona göre Allah korkusu taşımayan Adnan Bey bir dalkavuktur. Atalay Bey’in söylediklerinde ise hiçbir anlam bulunmaz. Onun sözlerinde hep aç, açık, fakir kavramları geçer. Fakat bunlara çare bulmak yerine, duygu sömürüsü için bir araç olarak kullanır. Pek çok şiirinde alay ettiği Erzurum milletvekili Salih Efendi’nin de aklı evlilikten, kadından başka bir şeye çalışmaz. Eskişehir vekili Emin Bey “meselâ”dan başka bir kelime kullanmasını bilmeyen bir odun tüccarıdır. Dönemin milletvekillerini yakından tahlil etme fırsatını bulan şair, onların gerçek yönlerini ortaya koyup, alay ederek oturdukları makamları hak etmediklerini anlatmaya çalışır:

Hele Ankâ-yı Ma’ârif için Adnan Bey’den Kimse bir söz alamaz medh ü senâdan gayrı (...)

Atalay Bey ne zaman kürsüye çıksa duyarım Cümle elhân u makâmat-ı nevâdan gayrı (...)

Başka kimse hedef olmaz hutebâ sözlerine Zuafâdan, fukarâdan, şu’arâdan gayrı (...)

Zevcelik ilmini bir kimse bilip anlamadı Erzurumî-i şehir, mest-i safâdan gayrı Ne yazıktır sana ey Salih Efendi ne yazık Anlamaz kimse seni ırk-ı nisâdan gayrı Bir Emin Bey var imiş Eskişehir mebûsu

Söz bulup söyleyemezmiş meselâdan gayrı (s. 11)

“Acaba?” adlı şiirinde de Rauf, Adnan, Hacı Ârif, Numan, Salih, Nâdi ve Agayef Beyleri hicveder. Millete doğru yolu göstermeyen Rauf Bey’i, namazı bir nevi gösteriş için kılan Adnan Bey’i, orta buluculuk yapan, yalaka Nûmân Bey’i ve Hacı Arif Bey’in rahatsızlık veren tavırları, Nâdi Bey’in iştahına düşkünlüğü ve son olarak maliye bakanı olmasına rağmen bundan çok da haberdar olmayan Agayef Bey’i eleştirir:

(9)

Ne kadar varsa vekâlet ona mevdû’ gibidir Namzet mi yine her boş yere Adnan acaba Ediyor mu mîşe pâyendeleriyle termim Meclisin çatlayan aksâmını Nûmân acaba Uğramış zevcelerin âhına Salih Hocamız Diniyor, doğru mu bilmem ki bu bühtân acaba Eyliyor mu yine her leyl-i safâda iz‘âc Hacı Ârif Bey mi haydar-ı fettân acaba (s. 36)

Şair, Hüseyin Bey, Hilmi Tunalı, Atalay Bey, Adnan Bey, Nâdî Bey ya da Salih Efendi gibi bazı milletvekillerine birden fazla şiirinde yer vererek, onlar üzerinden rahatsızlık duyduğu konuları tekrar tekrar gündeme getirir. “Bir Misâl” adlı şiir, di-ğerlerine göre biraz daha farklıdır. Çünkü Elazığ milletvekili Hüseyin Bey ile İstiklâl Mahkemesi konu edilir. “Haydi gel bir görelim mahkemenin iç yüzünü/Korkma gel varsa bir dane içinde deccâl” diyerek korkusuzca İstiklâl Mahkemesi’ne karşı tutu-munu ve tavrını ortaya koyar. Şairin deccâl olarak tanımladığı kişi TBMM’de dört dönem Elazığ milletvekilliği yapan Hüseyin Gökçelik’tir. Gökçelik aynı zamanda 22 Eylül 1920’de Ankara İstiklâl Mahkemesi üyeliğinde de bulunur.23 Hüseyin Suat,

diğer şiirlerinden farklı olarak Hüseyin Bey’i kalemiyle oldukça hırpalar. Öncelikle vekilin fizikî özelliklerini karikatürize ederek onu zarif ve ironik bir üslûpla hicveder:

Sorma birdenbire kimdir diye benden bunu sen Sana dur anlatayım ben onu miskal miskal Bir yağız çehre düşükçe iki dehşetli bıyık Gerçi matrûş ise de var yine vechinde sakal Ziynete rağbeti yok bir babayânî mes’ut Feylesof şekline benzer gibidir ondaki hal Gömleğinde ne kadar düğmesi varsa kopmuş Kravat hizmetini görmede boynundaki şal Bu vatan uğruna üryân-ı perişân sîne

Sanki kıl ormanıdır her yanı kangal kangal (s. 13-14)

Fizikî özellikleriyle ince ince alay ettikten sonra onun çok zeki ve adaletli biri olduğunu söyleyip karakterine ve vicdanına hücum eder. Hüseyin Bey’i her ne kadar

23 https://ipfs.io/ipfs/QmT5NvUtoM5nWFfrQdVrFtvGfKFmG7AHE8P34isapyhCxX/wiki/

(10)

‘deccâl’ olarak tanımlasa da mahkemede adaletli davrandığını, sayesinde pek çok kişinin ipten kurtulduğunu söyler. Aslında burada şair onu övüyormuş gibi görünse de aslında eleştirmektedir:

Doğrudur söylediği ben de şehâdet ederim Okumaz kimseye meydân-ı adâlette mavâl (...)

Asılırmış daha binlerce kişi Ankara’da

Olmasaymış o eğer mahkemede adle misâl (s. 14)

“Beni affet yiğidim rûh-ı garîbim senden/Sormak ister yine eğlenceli bir taze suâl” dediği mısralarında ise kendisinden af diliyormuş gibi yapıp, aslında mebûsun canını yakmak ister. Onca insanın asılmasında verdiği kararın altında ezilip ezilmediğini, bunları suçsuz insanlara nasıl revâ görebildiğini ve vicdanının bu konuda rahat olup olmadığını sorar:

Giriyor mu Acaba bazı gece rüyâna Bir kesik baş, sarı bir çehre, luâb-ı seyyâl... Bâ’zı bir iskeletin şa’şâ-yı endâmı

Veriyor mu Acaba rûhuna bir zevk-i visâl Hani gün doğmadan astıkları insanlardan Geliyor mu sana bir zemzeme-i âliyyü’l-âl Ne kadar şüpheli varsa asıver bir gün sen Bu teennî yetişir eyle biraz isti’câl (s. 14-15)

“Olmasın” redifli gazelinde de yine Hüseyin Bey’i dolaylı bir üslûpla hicvet-mektedir. Hüseyin Bey için her ne kadar ‘nur yüzlü’ dese de, şair için o, İstiklâl Mahkemesi’nde insanlar hakkında en acımasız kararlar veren ‘deccâl’dir. İnsanları doğru hükümle yargılamadıklarına inanan Hüseyin Suat, Hüseyin Bey’e seslenerek, zalim sözleri sonucunda kendisini de bir gün asabileceklerini ima eder. Şiirde görülen ince alay sadece Hüseyin Bey’i değil, bütün devri de kapsamaktadır:

Ey benim deccâlim, ey nûr-ı Hüseyin el-Aziz Dikkat et bir gün de Zâlim-i Gâve berdâr olmasın Sonra ağlarsın uyurken kabr-i mahzûnumda ben Eşk-i çeşmin istemem beyhûde îsâr olmasın (s. 18)

“Bir Hitâp”, “İster misin?”, “Devâdan Gayrı”, “Çıkıyor”, “Acaba?”, “Olmadım”, “Olmasın”, “Ramazan Lâtifeleri 3”, “Paşamıza”, “Olsun da Gör”, “Benim Beyim”,

(11)

“Olsa da” adlı şiirleri ve birçok gazelinde milletvekillerini dolaylı veya dolaysız bir üslûpla hicveder. Vekillerin niteliksizliğinden, kimi zaman tekinsizliğinden, sadece boş vaatlerde bulunuşlarından, rüşvet almalarından, çıkarcı olmalarından, şaire “çok atarsın sözlerin bir parça mantar olmasın” mısraını yazdıracak kadar sözlerinin güven telkin etmemesinden, vatan için tam manasıyla herhangi bir faydalarının olmayışın-dan, şiirlerinde sıklıkla dile getirdiği “fettan”lıklarınolmayışın-dan, akıllarının şeytanca fikirlere çalışmasından ötürü “cambaz”lık ve “şeytan”lıklarından, boş işlerle uğraşmalarından, kimilerinin gereksiz asabiyetinden, vazifelerini layıkıyla yerine getirmemelerinden, milletvekillerinin yeme, içme, alkol ve sefahate dalmalarından ötürü memleket işleriyle uğraşmamalarından şikâyet ederek eleştirir. Hüseyin Suat’ın bu içerikli şiirleri bize yine Eşref’in birinci sınıf devlet adamlarını eleştirdiği İkinci Deccal24 isimli eserini

hatırlatmaktadır. Hatta buradan hareketle Hüseyin Suat’ın Eşref’ten etkilendiğini de söylemek mümkündür.

Hüseyin Suat, siyasî içerikli şiirlerinde çoğunlukla devrin idarecilerini hicvet-miştir. Ancak devrin en önde gelen idarecilerinden Mustafa Kemal Atatürk’e hiçbir zaman dil uzatmamıştır. Hatta Abdülmecid Han ya da Milli Mücadele’de önemli bir rol üstlenen Diyap Ağa, Ref’et Paşa gibi saygı duyduğu kişilere de övgüsünü eksik etmez. “Bir Hitâp”, “İster misin?” ve “Ramazan Latîfleri 1” adlı şiirlerinde sadece memlekette görülen siyasî veya sosyal olumsuzlukları Mustafa Kemal’e şikâyet eder ve onun vicdanına sığınır:

Ey Mustafa Kemal’in vicdân-ı pâk-ı ayârı Duymaz mısın acep sen çarşıda ihtikârı (s. 6)

1.2. Devrin Siyasî Hadiselerinin Hicvedildiği Şiirler

Şairin siyasî içerikli şiirler içinde işlediği diğer bir konu Cumhuriyet ideolojisinin bir getirisi olarak iktisattan eğitime, hatta mimariye kadar ortaya çıkan millileşme ar-zusudur. Bu minvalde uygulamaya konulan millileşme çabaları Hüseyin Suat’ın ironi yüklü mısralarında da kendine yer bulmuştur. Şair, dönemin meselelerine çok fazla dokunmasa da bazı hadiseler karşısında göndermeler yapmaktan geri durmamıştır:

Şalvarım isterse çul olsun fakat dar olmasın

Yerli malı olsun ama eski astar olmasın (“Olmasın” s. 17)

24 Eşref’in İkinci Deccal’inde yer alan “Seyfullahül Meslûl Ala A’daü’r-Resul” başlıklı manzumesi ile

ilgili geniş bilgi için bk. Şerife Çağın, Bir Hiciv Ustası Şair Eşref, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2007, s. 174-185.

(12)

“Tûrân, lehçe-i Tûrân, bezm-i Türkistan, kızıl elma” gibi kavramları kullanan şairin şiirleri gerek şekil, gerekse içerik itibarıyla Türkçülük akımının izlerini taşımaktadır. Şair bu konuda da zaman zaman duyduğu sıkıntıları, istekleri ve beklentileri “Birliğe Doğru?..”, “İmkân Olsa”, “Nerede” ve “Acaba?” gibi şiirlerinde mizahî bir üslûpla dile getirmektedir. Bu şiirler arasında “Birliğe Doğru?..” diğerlerinden farklıdır. Şiirin başlığından itibaren bir eleştiri söz konusudur. “Birliğe Doğru”nun sonuna koyduğu soru işareti ve üç nokta aslında bu kavramın sorgulanması gerektiğinin işaretidir. Şiirde coşkun bir üslûpla birlikten bahsedileceği düşünülürken, tükenmiş, bezgin, karamsar bir manzara ile karşılaşılır. Bu karamsar tablo hem Misâk-ı Millî sınırları içerisi için, hem de Türkçülük ülküsü içindir. Çünkü şair, “Ne zaman mat edecek âlemi Sâmih Rif’at,/Çıkarıp fil gibi bir lehçe-i Tûrân acaba”; “Yazıyor mu yine Aydın kızı tarzında şiir,/Milletin öz babası şâir-i şâmân acaba ” (s. 37) mısralarında da görüldüğü gibi ironik üslûbu ile beklentisini dile getirir. “Birliğe Doğru?..” şiirinde ise bu umudun yerini umutsuzluk almıştır. Gerekeni yapmayan mebûslar yüzünden Türkçülükle ilgili duygularının zedelendiğini söyleyen şair, Tûrân birliğinin temellerinin de sarsıldığı inancındadır:

Biz harâbâtîlere artık bu hâk şurada

Cân da bir, cânân da, Tûrân da bir İran da bir (“Birliğe Doğru?..”, s 26-27) Geçelim Hint’i, Semerkant’ı Buhâra’yı fakat

Kalacak mı bize vîrâne İran acaba. (“Acaba”, s. 37)

2. Sosyal İçerikli Mizahî Şiirler

Bu başlık altındaki şiirler, şairin toplumda gördüğü eksiklikler, kötülükler gibi sosyal meselelerin ya da kültürel değişimlerdeki özlemlerin mizahî bir üslûpla işlendiği şiirlerdir. Ancak bazı durumlarda siyasî ve sosyal içerikli şiirleri kesin olarak birbi-rinden ayırmak mümkün olmamıştır. Uzun yıllar memleketin savaşması sonucunda yaşanan gerilimler, üzüntüler, olumsuzluklar, köylülerin hali; kısa bir süre önce başkent olmasına rağmen Ankara’nın çevresel ve sosyo-ekonomik durumu; hürriyet; Türk tiyatrosu, klasik Türk şiiri gibi mevzular şairin sosyal içerikli şiirler içerisinde tespit edilen başlıca konulardır.

2.1. Yıllarca Süren Savaşlar

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başı Türk tarihinin en sıkıntılı yıllarıdır. Trablus-garp, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı aralıksız on yıl sürmüştür. Savaşların insanlar üzerindeki psikolojik etkileri de şiirlere konu olmuştur.

(13)

“Pend-nâme-i Gâve”, “Tahassür ve Temennî” “Elhân-ı Melâl”, “İster misin?”, “Ayşe’den Veli’ye Mektûp”, “Veli’den Ayşe’ye Mektûp”, “İsyân”, “Olmadı mı?”, “Bir Şarkı”, “Pîr Aşkına” ve “gayrı” redifli bir gazelinde yıllardan beri süren savaştan şikâyet eder. Bu şiirlerde genellikle mizah yok denecek kadar azdır. Hüseyin Suat’ın sesi bu yılların çileli günlerini anlatırken adeta hüzne boğulur:

Böyle mi buldum seni ben doğduğum gün ey vatan

Yâd-ı mâziden büyük bir infi’âl ister misin (“Elhân-ı Melâl”, s. 9)

Hüseyin Suat’ı üzen hem genel anlamda savaş nedeniyle çekilen eziyetler, ya-şanılanlar, hem de bir zamanlar Osmanlı’nın pay-ı tahtı olan İstanbul topraklarının işgal altında olmasıdır. Fatih Sultan Mehmet’in torunları olan bu millet için ayrı bir önem taşıyan şehirde düşmanların geziyor olması şairi derinden yaralar. “Pend-nâme-i Gâve” ve “Tahassür ve Temennî” adlı şiirlerinde yaşanılanları çok keskin bir üslûpla hicvederek yine meclise yüklenir. Ama yine de bir mucize beklentisi de olsa ümidini yitirmez:

Bunca yıllık pây-ı tahtımken güzel İstanbul’um En sonunda oldu gitti bir velâyet-i Van gibi Ey benim dünya yüzünde en büyük bir meclisim Fazla görme şehr-i İstanbul’u da â’yân gibi (...)

Kesme dur evlâdını bir mûcize peydâ olur

Hazret-i İbrahim’e nâzil olan kurbân gibi (“Pend-nâme-i Gâve”, s. 81)

“Tahassür ve Temennî”de ise mucizeye vesile olabilecek kişiyi açıkça zikreder. O, Mustafa Kemal’den başkası değildir:

Bekliyor şehr-i Sitanbul ey paşa gelmez misin (...)

Halka-i devrânına alsın seni ehl-i abâ

Kurretü’l-‘ayn Kemâl’in Mustafa gelmez misin Hazır u âmâde herkes bizim yârân müstenir Sen bu sahn-ı dilgûşâya bir daha gelmez misin (...)

“Dert çok, hem dert yok, düşmân kavî tâli’ zebûn” Dinle her bir sîneden bin macera gelmez misin (s. 82-83)

(14)

Vatanda yıllardan beri savaş yaşanmaktadır. Mehmet Akif’in “Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ” mısraının benzeri Hüseyin Suat’ın mısralarında tezahür etmekte ve bir dönemin en çarpıcı gerçeklerine işaret edilmektedir:

Vatanın boş yeri yok kabr-i kazâdan gayrı

Kazma bir şey bulamazsın şühedadan gayrı (“gayrı” redifli gazel, s. 12)

Şair, bu karanlık, belirsiz, bitip tükenmek bilmeyen günlerde ironik bir göndermeyle “kahraman ordu” dediği Mehmetçiğe de kızgındır, dargındır. Elbette ki bu kızgınlık çaresiz-likten, ordunun gerisindeki halkın acılarına tanık olmaktan ileri gelmektedir. Çünkü millet her güne aynı manzarayla uyanmaktadır. “Ayşe’den Veli’ye Mektûp”, “Veli’den Ayşe’ye Mektûp” ya da “gayrı” redifli gazelinde geride kalan boynu bükük nişanlıların, kimsesiz, çaresiz kadınların sıkıntılarını, halkın çektiği eziyeti, de dile getirmektedir. Ayrıca şairin aşağıda verilen mısraları ile Fuzûlî’nin “Ne yanar kimse mana âteş-i dilden özge/Ne açar kimse kapum bâd-ı sabâdan gayrı”25 beytine benzemesi de son derece dikkat çekicidir:

Her köyün her kadını böylece feryat ediyor

“Kimse açmaz kapımı bâd-ı sabâdan gayrı (“gayrı” redifli gazel, s. 12)

Aralıksız süren Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve ardından gelen Milli Mücadele’nin doğurduğu buhranlar; yanında bıkkınlığı, ümitsizliği de beraberinde getirmiştir. Tüm bu yaşananlar karşısında çaresizce gözyaşı döken şair, memleketin, milletin ve kendinin kaderine isyan etme noktasına varır. Sabır o yılların en sancılı duy-gularındandır ki döneme tanıklık eden “Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?”26

mısraının sahibi Mehmet Akif ve daha pek çok şairde de görüldüğü gibi, buhranın zirve yaptığı anlarda, inancın kaybolmasına ve isyan dolu düşüncelerin hâsıl olmasına neden olmuştur. Bunca yıldır Allah’tan yardım dileyip, ibadet ederken; insanların ölmesinden, çocukların yetim kalmasından, dirliğin düzenin kalmayışından ötürü bunalan Hüseyin Suat “Var mısın yok musun nesin söyle/Durma karşımda bit gibi böyle” diyecek kadar öfkeyle karışık isyanı, serzenişi çeşitli şiirlerinin mısralarında da kendini gösterir:

Neye dargınsın efem, sulh u salâh olmadı mı İzmir’in ufk-ı siyâhında sabah olmadı mı Yetişir milletimin döktüğü kan bunca sene Attığı bomba silah çektiği âh olmadı mı Yıkılan köy yakılan hânelerin kalbinde Âsumâna uzayan dûd-ı siyâh olmadı mı 25 Tarlan, Fuzûlî Divanı Şerhi, s. 650.

26 Ersoy, Safahat, Hakkın Sesleri, (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul: Bağcılar Belediyesi Kültür Yay.,

(15)

Kimi nîm-mürde kimi süngü ucunda bîtâb

O kadar ismet-i ma’sûma tebâh olmadı mı (“Olmadı mı?” redifli gazel, s. 71)

Artık sabırların tükendiğini söylese de Hüseyin Suat yine Rabb’ine yönelerek, pişmanlığını dile getirir. Allah’tan başka sığınacakları bir yer olmadığının farkına vararak, tövbe eder. Şair, kaleme aldığı bu şiirleriyle dönem insanın ruhundaki dalga-lanmaları da dile getirmiş olur:

Tövbe bin kere tövbe Allah’ım Tövbe ey Tanrı ey penâh-gâhım Yanıyor rûh-ı kalb-i iz‘ânım Beni affet.. bugün lisânımdan Beni affet bugün perişânım Ne çıkarsa küfür, figân, isyân Çünkü bir taş değil, bir insanım

Hepsinin sâiki: Bu derd-i vatan! (“İsyân”, s. 69)

Savaş yıllarının psikolojik gerilimlerini şiirlerine konu ettiği gibi, zaferle taçlanan son da “Âferin”, “Zafer Türküsü” ve “Hücûm Borusu” gibi şiirlerde konu edilir. Bu süreçte gösterdiği sabır ve azim sonucunda “Âferin”de milleti “paşalık” makamına yükselterek, Türk insanının gösterdiği maddî-manevî tevâzu içinde gerçekleşen başarısı ironik bir üslûpta anlatım bulur:

Âferin ey büyük milletim paşa... Nihayet saltanat zilini kaptın Ne kadar istersen hakkındır oyna Oyunda paranın çilini kaptın (s. 78)

2.2. Ankara

Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal Paşa liderliğinde stratejik bir önem taşıdığı öngörülen Ankara’ya geçişin ardından şehrin başkent olması arasında uzun bir süre geçmez. 13 Ekim 1923’te Ankara başkent ilan edilir.27 Ancak Osmanlı’dan miras

alınırken şehrin durumu çok da iyi durumda değildir. Osmanlı’nın içinde bulunduğu buhran özellikle de tarım ve hayvancılıkla geçinen küçük yerleşim birimlerini etki-lemiştir. Bozkır kasabası görünümündeki Ankara’da I. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan Kurtuluş Savaşı ile birlikte ciddi anlamda nüfus kaybı olmuş; 19. yüzyıldan itibaren kopma noktasına gelen ekonomik faaliyetleri tamamen çöküntüye uğramıştır.28

Bunun yanı sıra Ankara’daki bataklığın ürettiği sineklerden ötürü de sıtma salgını

27 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030.00.122.866.4.

(16)

vardır.29 Bu olumsuzluklar içerisinde bir günde başkent unvanını alan Ankara, radikal

bir değişim içine girmiştir.30 Hızlı bir değişim süreci yaşarken ortaya çıkan sancılar,

Hüseyin Suat’ın şiirlerinin konusu olur. Şair, şehrin yenilenme ve düzenlenme çalış-malarını yeterli bulmayarak ciddi bir üslûpla hicvetmiştir. Hiçbir menfaat endişesi ve kaygı taşımadığı için Ankara belediye başkanını bile cesurca eleştirir. Ankara’nın sokakları pistir. Şehri bitler, pireler, sinekler istila etmiştir. Sıtma salgını vardır. Vurgunculuk alıp yürümüştür. Manzara hiç de iç açıcı değildir. Şaire göre Belediye başkanı bozuk gidişatı düzeltmek için halka inmelidir. “Belediye Reîsi”, “İmkân Olsa”, “Çıkıyor”, “Olsa da” ve “Avdet” adlı şiirlerinde başkanı sivri bir dille eleştiren şair, onunla alay etmekten de geri durmaz. Aslında bunun altında biraz da Osmanlı’nın başşehrinin yerini Ankara’nın almasının olduğu düşünülebilir. O da devrin pek çok aydınında da görüldüğü üzere bu değişiklikten hoşnut değil gibidir. “Seni kim eyledi davet bu yanık Ankara’ya/Nedir etvâr-ı hazînindeki eşkâl-i kelâl” mısralarında da dediği gibi orada olmaktan pek de mutlu değildir. Bu nedenle şehri benimseyemez:

Kokuyor leş gibi her yer belediye reîsi Uğradı sıtmaya asker belediye reîsi Hanların hâlini bir gör de izin ver yatıya Verme fermânını ezber belediye reîsi (...)

Günde beş kere doğursan yine bir fa‘ide yok Sana bir kâbile ister belediye reîsi

(...)

İnönü Harbi’ni taklide şitâbân oluyor Atlar üstünde sinekler belediye reîsi On kuruş verdim o attı başıma savdı beni Saçımı kesmedi berber belediye reîsi İhtikârın ucu yok ortası yok gayesi yok

Yetişir kâr-ı mükerrer belediye reîsi (“Belediye Reisi” s. 21)

O dönemin Ankara’sında yaşamanın zorluklarını bir yazısında da şöyle dile getirir:

29 Tankut, Cumhuriyet Döneminin İlk Toplu İmar Deneyimi: Ankara, www. Todaie.edu.tr._amme_idare-si_dergisi. 2007, s. 117.

30 İnankul-Erol, “Kent ve Çevre Kültürü”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü-Atatürk Dönemi (1920-1938),

(17)

“O zamanki Ankara’yı ne ben size yazayım ne de siz okuyunuz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki başını sokacak yer bulan dünyanın en bahtiyar insanı sayılırdı.”31 Art

arda sıraladığı “Ramazan Latîfeleri” adlı şiirlerinde Ankara’nın iftarlarını bile çeşitli açılardan beğenmeyip eleştiren Hüseyin Suat, birçok şiirinde Ankara’nın kirli, bakım-sız yönü kadar esnafının acımabakım-sızca insanları soymasından, ev sahiplerinin yüksek bedellerle kira istemesinden de dert yanar. Elbette ki bunların sorumlusu işini layıkıyla yerine getirmeyen dönemin idarecileridir. “Ey Mustafa Kemal’in vicdân-ı pâk-ı ayârı/ Duymaz mısın acep sen çarşıda ihtikârı” diyerek vaziyeti Mustafa Kemal’e şikâyet eden şair, belediye reisine de ironik bir üslûpla şehrin düzenlenmesi için fikir verir:

Cümleye insâf versin Hak te‘âla şöyle kim Ankara esnâfının ka’bında gaddar olmasın Üç yüze bir okka bal aldım götürdüm yârime Sus aman ey Gâve, ağyârım haberdâr olmasın Bir kadeh süt bir simit on beş kuruş bilmem nasıl Üç çocuklu bir baba mecnûn-ı bî-zâr olmasın Altı ayak hânenin icârı evvel istenir

Hangi bir me’mûr-ı sâdık var ki simsâr olmasın (“Olmasın” s. 16) (...)

Yıkalım Ankara’yı bir yeni belde yapalım

Buluver bir iki dülger belediye reîsi (“Belediye Reîsi”, s. 22)

2.3. Hürriyet

Tanzimat döneminde yeşermeye başlayan ve hemen ardından edebiyatımıza giren ‘hürriyet’ kavramı Hüseyin Suat’ın şiirlerinde de ele aldığı konulardandır. “Sansü-rüm göz kapasa mâil-i ihsân olsa/Ne kadar şey yazarım anlayan insan olsa” diyerek duyduğu nükteleri, düşünceleri yazamayan, hürriyeti elinden alınmış bir şair olarak bu devreyi “İmkân Olsa”da keskin bir üslûpla hicveder. Şair gerçekten de böyle bir baskı altında olmaktan çok üzgün ve aynı zamanda da kızgındır. Kızgınlığını “İstiklâl-i Matbu’ât Marşı”nda sert bir üslûpla ortaya koyar. Bu şiir, “İstiklâl Marşı”ndan adapte edilerek, ironik bir üslûpla on kıta hâlinde yazılmıştır. Âkif Paşa özlediği yokluğa, Namık Kemal hürriyete kaside yazmıştır. Bu şiirde özlenen unsur, fikir hürriyeti de-nilen, düşündüklerini yazıp, söyleyebilme serbestliğidir. Şair bu hususta kendisi gibi düşünenleri harekete geçirmeye çağırır:32

31 Altuniş Gürsoy, age., s. 9. 32 age., s. 61.

(18)

Kalkın ey ehl-i kalem, tuttu alevlendi ocak Kaçalım Yozgat’a biz varsa âsûde bucak Çapanoğlu çıkacak karşımıza elde nacak

Kaçmaya sonra vakit kalmayacak, kalmayacak. (s. 54)

1876’da başlayan sansürün 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânıyla kalkması toplumda büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Hüseyin Suat da sevinenler arasındadır. “Bayrâm-ı İstikbâl” adlı şiirinde bu haberi sevinç ve coşku içerisinde, mizahî bir üslûpla müjdeler. Şair için bu gün, kurtuluşun, hürriyetin günüdür:

Allahu ekber, Allahu ekber Kurtulduk artık kan ağlamaktan Iyd-ı vatandır işte bu dilber

Müjde getirmiş dîvân-ı Hak’tan (s. 52)

2.4. Kültürel Problemler

O yıllarda Türk tiyatrosu istenilen değere ulaşamamıştır. Hemen hemen her ba-kımdan eksiklikleri vardır. Tiyatro okulları bir yana tiyatro eseri bulmak konusunda bile sıkıntı yaşanmaktadır. Oyuncular eğitimli olmadıkları için rastgele, bildikleri gibi oyunları sergilemeye çalışmaktadır. Türk kadın oyuncuları da henüz yoktur. “Hani Nerede?” adlı şiiri ve “Nerede” redifli bir gazelinde Türk tiyatrosu hakkındaki bu görüşlerini ortaya koyarak, henüz yolun başında olan tiyatronun eksikliklerini mizahî bir üslûpla anlatır:

Oynuyor kukla gibi her biri bî-çârelerin Sahneye can verecek kudret-i imân nerede Kadın olmazsa benim sahnede ırkımdan eğer

Derim elbette lisânımdaki elhân nerede (“Hani Nerede?”, s. 95)

“Bir” redifli gazelinde ise Nedim aracılığı ile Klasik Türk şiirini eleştirir. Aşkın anlatılmasını belirli kalıplar içerisine koyan bu şiirlerle alay eder:

Sen hemen vaat et efendim aşkın tahsil eder Buse-yi lâl-i leb-i handân da bir gerdân da bir (s. 27)

(19)

3. Şahıslara Yönelik Mizahî Şiirler

Gâve Destanı’ndaki şiirler genel itibarıyla siyasî, sosyal ve şahsî olarak üç ka-tegoriye ayrılmıştır; fakat bazı şiirler muhteviyatı gereği hem siyasî, hem de şahsî şiirler içinde yer almaktadır. Örneğin sosyal mizahî şiirler içinde incelenen “Belediye Reîsi” adlı şiir aynı zamanda da şahsî içerikli mizahî şiirler içerisine girmektedir. “Bir Misâl”de ise İstiklâl Mahkemelerinden bahsederken konuyu “deccâl” olarak nitelen-dirdiği Elazığ mebusu Hüseyin Bey’e çevirmektedir. “Tunalı” adlı şiirinde ise sadece Hilmi Tunalı’nın kendine göre kusurlu gördüğü mizacının bazı özellikleri mizahî unsurlarla eleştirilmektedir.

“Kendi Kendime” adlı otobiyografik şiirinde şair babasının kararıyla doktor olma sürecini mizahî bir üslûpla anlatır. Şiirde adeta şairin kendi yazgısına güldüğü görülmektedir:

Rahm-i mâderde iken cism-i terîm Daha yokken bu güneşten haberim Açmadan ben gözümü dehre henüz Doktor etmekliği kurmuş pederim (...)

Okudum anlamadan birçok şeyi Doğdu tıbbiyede bir gün seherim (...)

O kadar gözyaşı döktüm lâkin Açmadı beklediğim nilüferim Gezdim avâre, perişân, me’yûs O zamandan beridir derbederim Yine bin hamd ü senâ Allah’a

Şi’ir-i kalbimle tabîbi severim (s. 87-88)

Hüseyin Suat, “Olmadı mı?” adlı şiirinde ise siyasette aktif bir görev almadığı halde başına gelen bir olayı mizahî bir üslûpla dile getirir. 1908’de İstanbul’a dönen Hüseyin Suat, on yıl kadar Meclis-i Kebîr-i Sıhhî üyeliğine seçilir. Kâmil Paşa kabi-nesi zamanında ise polis tarafından arandığını duyunca kendi ayağıyla karakola gider. Aranılan İttihatçılardan Hüseyin Cahit’in yerine ağabeyi Hüseyin Suat tutuklanmıştır. Bekir Ağa Bölüğü adı verilen koğuşta altmış dört kişi bir arada kalmaktadır. Salâh Cimcöz, Süleyman Nazif, Fazlı Necip, Ubeydullah Efendi, Abdullah Cevdet,

(20)

Ağa-oğlu Ahmet de bu koğuşun sakinlerindendir. Bu mahkûmlar, Meşrûtiyet’in yerine Cumhuriyet idaresini tesise çalıştıkları gerekçesiyle yargılanmaktadır. Siyasî mahkûm mevkiindedirler. Şair, babasının ölümünün kırkıncı gününü hapishanede geçirir. Otuz yedi gün sonra kefil göstermek suretiyle serbest bırakılır.33 Şair bu traji-komik hadiseyi

ironik bir üslupla şöyle anlatır:

Kardeşi kaçtı diye tuttu kolumdan birisi Bana da menzîl-i ma‘hûd penâh olmadı mı Pederim öldü o mahbeste yedik lokmasını

Fatihâm her gece zindanda seyyâh olmadı mı (s. 72)

Şairin haksızca verilmiş bir kararı hicvettiği bu mısralarının Şair Eşref’in aynı sebepten ötürü kaleme aldığı “Huda âlim ki bir haksız verilmiş hükme kurbânız/Açıl ey bâb-ı Mehterhâne, geldik, biz de mihmânız”34 beytini çağrıştırması dikkat çekicidir.

“Âmeden Kalem Efendisi” ve “Avdet” adlı biyografik şiirlerinde de Kalem der-gisi sahiplerinden yakın arkadaşı Salâh Cimcoz’u anlatmaktadır.35 Malta’da iki yıl

sürgünde kaldıktan sonra, Ankara’ya geri dönen Cimcöz36 işsiz, evsiz barksız, çaresiz

kalır. Şair onun yeniden hayata adapte olabilmesi için nüktedan bir şekilde nasihat ve tavsiyelerde bulunur. Arkadaşının trajedisini ironik bir üslûpla dile getirerek, bir yandan da dönemin aksayan yönlerini bir kez daha okuyucusuna sunar:

İki yıl Malta’da maltızlanarak Geldi Cimcöz Beyimiz saçları ak Şimdi de düştü yanık Ankara’ya Feleğin cünbüş-i devrânına bak Hele kurtuldu esîr olmaktan Ana yurdunda o hürdür el-hâk Gerçi teşrîfine memnûn olduk Lâkin i’zâzına yok şilte yatak (s. 57)

Kendisini tanıyanların ifadesine göre hassas, ince ruhlu, neşeli, mütevâzi, temiz kalpli, güçlü dostluklar kuran, zeki ve nüktedan bir kişilik olan Hüseyin Suat, mizah dahi olsa incitmemeyi amaç edinir ve bu titizliğini Gâve Destanı’nın giriş beytindeki

33 age., s. 7. 34 Çağın, age., s. 282.

35 Serrican, Kalem Dergisi Üzerine Bir Araştırma, Ege Üniversitesi, s. 404. 36 Gürsoy, age., s. 72.

(21)

Tîr-i nüktem sîne-i yârânda hûnbâr olmasın Dostlar şekl-i mizâhımla dil-âzâr olmasın (s. 2)

diyerek mizahî şiirlerinde kimseyi incitmemeye çalıştığını, her zaman ölçülü ve nezaketli olduğunu söyler. Özeleştiri yaparak başladığı şiirlerinde zaman zaman sözlerini kendi mizah anlayışına çevirmeye devam eder. Bu mecrada yürürken mizahını birilerinin dostluğunu kazanmak için kullanmadığını açıkça dile getirir. Hatta yazdıklarından ötürü etrafında kimsenin kalmayacağını bilse bile yazmaktan vazgeçmediğini ifade eder:

Gâve-i Zâlimse de ismim bu mihnethânede

Kimseye zulm etmedim bir kimseye yâr olmadım (“Olmadım”, s. 20) Kendi cûm, kendi eflâkımda tâirem

Varsın âlemde bana hiç kimse yâr olmasın (“Olmasın”, s. 16)

Sonuç

Hüseyin Suat Yalçın’ın Gâve Destanı adlı eserindeki mizahî şiirleri siyasî, sosyal ve şahıslara yönelik şiirler olmak üzere üç kategoride değerlendirilebilir. Elbette ki şiirleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün olmasa da siyasî içerikli şiirlerin sayıca çokluğu dikkat çekmektedir. Meclistekilerin ya da devletin ileri gelenlerinden bazılarının yeterince çalışmamasından, görevlerini layığıyla yerine getirmemesinden doğan toplumdaki düzensizlikler şair tarafından mizahi bir üslupla kaleme alınmıştır. Dönemin önemli hiciv şairlerinden Şair Eşref’in ele aldığı mizahi konularla Hüse-yin Suat’ın konuları arasındaki paralellikler, Şair Eşref’ten etkilenildiğinin önemli gös-tergelerindendir. Ayrıca şair üzerinde Mehmet Akif Ersoy’un etkisi de tespit edilmiştir.

Sonuç olarak Hüseyin Suat, gerek yaşadığı dönemde, gerekse sonraki dönemler-de mizahî şiirleri ile çok ses getirmese dönemler-de yaşadığı dönemler-devrin siyasî ve sosyal konularını hicveden bir şair olarak Gâve Destanı adlı eseriyle edebiyat tarihinde yerini almış önemli bir şahsiyettir.

(22)

KAYNAKLAR

Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İstanbul: İnkılâp Kitapevi, 2003. Altuniş Gürsoy, Belkıs, Hüseyin Suat Yalçın Hayatı ve Eserleri, Ankara: Akçağ Yayınları, 2001. Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: MEB, 2 Cilt, 1971.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030.00.122.866.4.

Bilgin, A. Azmi, “Şemseddin Sami’nin Edebiyatla İlgili Eserleri ve Görüşleri”, Selçuk Üniver-sitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 22 - Güz 2007, Konya, s. 39-51.

Çağın, Şerife, Bir Hiciv Ustası Şair Eşref, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2007.

Huyugüzel, Ömer Faruk-Çağın, Şerife, Eşref Bütün Eserleri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2006. Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), İstanbul: Dergâh

Yayınları, 2010.

Ercilasun, Bilge, “Hüseyin Suat Yalçın”, Büyük Türk Klasikleri, C. 10, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1992.

Firdevsî, Şahnâme, (çev. Necati Lugal), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005.

Karaalioğlu, Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi, 5 Cilt, İstanbul: İnkılâp Ya-yınevi, 1986.

Karaaslan İnankul, Şule-Erol, Demet, Kent ve Çevre Kültürü, Cumhuriyet Dönemi Türk Kül-türü-Atatürk Dönemi (1920-1938), C. 3, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2009. Öngören, Ferit, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı ve Hicvi, Ankara: Türkiye İş Bankası

Ya-yınları, 1983.

Serrican, Ece, Kalem Dergisi Üzerine Bir Araştırma, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Ensti-tüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2010.

Tankut, Gönül, Cumhuriyet Döneminin İlk Toplu İmar Deneyimi: Ankara, www. Todaie.edu. tr._amme_idaresi_dergisi. 2007, s. 113-199.

Tarlan, Ali Nihat, Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1981.

Taşkıran, Özlem Makbule, Atatürk Döneminde Ankara’da Günlük Yaşam, 9 Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2013. Tiken, Servet, Cenevre’de Bir Jön Türk Mizah Gazetesi: Tokmak, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları

Enstitüsü Dergisi [TAED] 54, Erzurum 2015, s. 403-415.

Türk Ansiklopedisi, “Yalçın, Hüseyin Suat”, MEB Devlet Kitapları, Ankara: Millî Eğitim Basımevi, C. 32, 1983.

Yalçın, Hüseyin Suat, Gâve Destanı, İstanbul: Sûdî Kitaphânesi, 1923.

Yücebaş, Hilmi, Türk Mizahçıları Nüktedanlar ve Şairler, İstanbul: Orhan Mete ve Otağı Kol. Şti. Matbaası, 1953.

Referanslar

Benzer Belgeler

Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde ülkemizde yaygın olan müziğin, çağdaş bir toplumu temsil etmediğine ve diğer birçok alanda olduğu gibi müzik alanında da

l Yüksek basınç kuşağının kuzeye kayması sonucu ülkemizde egemen olabilecek tropikal iklime benzer bir kuru hava daha s ık, uzun süreli kuraklıklara neden olacaktır.. l

1921 yılında İstanbul’da doğan ve başta Albert Einstein ma­ dalyası olmak üzere birçok ödül alan Prof.Feza Gürsey halen Yale Üniversitesi’nde çalışı­

su aselı k asıı solus)onu kullanıldı Ganınen bamların yme aynı alcı uJ:erındekl scanner ıle yogun lukları ve otomaıık mıktar ıayııılen ~apıldı. Senımd a

Rahmi Oruç Güvenç explains that his clinical studies o f music therapy have been a valuable experience, proving its benefits in the field ofper­ sonality development,

Artık bizde de, pek çok kişi, Balzac’dan sonra Balzac gibi yazmanın yetersiz olduğu­ nu haklı olarak söylüyor?. Bun­ dan sonra, Woolf’tan sonra Woolf, ya

Figure 5.8: Latch regeneration time versus input common mode voltage for NMOS and PMOS input comparators with parasitics extracted.. 5.2.3 Reference

KKKA’da üç yedi günlük inkübasyon döneminden sonra ani başlayan ateş, baş ağrısı, halsizlik, boğaz ağrısı, bulantı ve kusma gibi hafif bir klinik tabloyla ya da