• Sonuç bulunamadı

Hiç bilmediğimiz bir bakış, övündüğü-müz, medeni, çağdaş ve modern sandığımız dünyamıza bir Samoalının gözüyle batıya yani bize (bize diyorum çünkü kitapta da oku-duğum kadarıyla göğü delen diye bahsettiği adam bize çok benziyor..!) bakışı. Evet, Göğü Delen Adamlar şu anda dur durak bilmeden bir tanrı olma çabası içerisindedir... Yeni yeni şeyler çıkarıp dururlar. Kendi şeylerini yaratı-cının şeylerinden üstünmüş gibi görürler. Ya-ratılanları küçük görüp üzerine kendi

yarat-Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam, Ayrıntı Yayınları.

tıklarını (yaratıyorum sandıklarını) koymak çabası içerisindedirler. Ve tüm bu ürettikleri şeylerle bir üstünlük mücadelesi içindedirler.

Dünyanın hâkimi olma mücadelesindedirler.

Gerçekten bütün çabaları budur. Bu çaba öyle bir hal almıştır ki aslında normal olanları görmezleştirmiştir bize. Biz de bu adam göğü deliyor, onun yaptıkları medeniyet, kültür bu tanrıdan başka ne olabilir deyip bu adama tapar haldeyizdir. Gözlerimizi öyle bir boyayla boyamışlardır ki onların çevirdikleri dolapları, bizi kendimizden, değerlerimizden koparan düzmeceliğe ve doğal dışılığa sürükledikle-rini göremiyoruz. Bu kitap perdeyi biraz ol-sun kaldırmamızı sağlıyor. Biraz olol-sun bize gerçekleri gösteriyor. Hem de hiç kültürsüz medeniyetsiz dediğimiz sırf dış görünüşüne bakarak küçümsediğimiz, dışladığımız, ilkel olarak tanımladığımız bir insan tarafından.

Onun şaşkınlıklarıyla şaşırmamızı ve hiç dü-şünmediğimiz şeyleri düşünmeye, görmeye itiyor. Kendi kendimize Tanrımızı, değerleri-mizi öldürüp yerinde koyduğumuz dünyamızı tanımamızı sağlıyor.

Erich Scheurmann bizden çok uzak bir hayatı yaşayan bir insanın gözünden nasıl görünüyoruz diye araştırıp bizi bu kitapta onunla buluşturmuştur. Yaşadığımız bu mo-dern hayatının bizlere onun diliyle eleştirisini sunmuştur.

25

Kitap bu topraklardan çok uzakta, kendi dünyamızda gelişmemiş olarak addettiği-miz insanların, henüz doğa ile iç içe saflığını kaybetmemiş insanların bizim o mükemmel işleyen düzenimize, ruhsuz, tek tipleşen ve sadece ben diyen bireylerin olduğu, makine haline gelmiş, robottan bir farklı kalmayan insanlarımıza bir selamı. Kitap Büyük Ok-yanus' un güneyinde, Samoa Adaları' nda yaşayan Polenizyalı halkların şefi Tuivaii' nin halkına yazdığı mektup ve notlardan oluşu-yor. Tuivaii dünyanın birçok yerini gezioluşu-yor.

Yazdıklarında da gezerken gördüğü hiç alışık olmadığı; olayları, insanları görünce yaşadığı şaşkınlığı dile getiriyor. Ve kendileriyle Av-rupa’nın karşılaştırmasını yapıyor. Halkına onlara özenmemeleri gerektiğini, onarın hal-lerinin çok kötü bir durumda olduğunu anla-tıyor. Bunu anlatımını bazı kavramlar “tanrı, para, kıyafet, zaman, meslekler, makine…

“üzerinden yapıyor. Anlatırken yaptığı be-timlemelerle, örneklemelerle gerçekten an-latılanları anlayabiliyoruz. Benim fikrimce bu kadar örneklemelerin ve yalınlığın olması Tu-ivaiinin o adadaki insanlara anlatmasından dolayı. Onlar daha anlaşılır daha sade bir dille anlaşıyorlar. Kitap biraz düz bir anlatıma sa-hip. Duygu çok hissedilemiyor, bunun nedeni birçok kez çevrilişinden olabilir. Ama dediğim gibi bizi düşünmeye yönlendirdiği için yazıda duygu olmasa da bize duygu oluşuyor.

Ben kitapta okuduklarımdan yediğim to-katlardan hareketle bazı başlıkların üzerinde durmak istiyorum.

Tuivaii’nin de anlam veremediği husus-lardan birisi taştan kutulara yaşamak için gösterdiğimiz çabadır. Bu taştan evlerde o kadar insan yaşamasına rağmen birbirleri-nin isimlerini bile bilmemelerine gerçekten çok şaşırıyor Tuivaii. Bu taştan evlerimizle sokaklarımıza birbirimizden, kendimizden ne kadar da uzaklaşmışız dedirtiyor

insa-na. Birde uzaklaşmakla kalmayıp hala daha büyüklerini yapmaya çalışıyoruz. Ve tabi ki bunlarla da övünüyoruz. Artık o kadar dü-şürmüşüz ki değerlerimizi biz bu taştan ev-lerle övünüyoruz. Bu taştan kutuların içini de taştan paralarla aldığımız eşyalarla dol-duruyoruz. Onları yaşamımızın amacı haline getiriyoruz. Onlarsız yaşayamayacağımızı düşünüyoruz. Eee bu kadar yaşamımızın merkezi olan taşın içinde ne kadar görebilir ki bir insan ne kadar mutlu olabilir? Bir pen-cereyi açayım dese bile önde başka bir sürü taş görür, gökyüzünden bile yoksun kalır. O kocaman apartmanları seyredip durur. On-lara baktıkça hep en üste olamayı göğü del-meyi ister… Tuivaii bu bölümde “Bırak, Pa-palagi’nin sözde mutluluğu kendinin olsun!”

der. Kendini ve kendisi gibi olan kabilesini gü-neşin ve ışığın özgür çocukları olarak görür.

Büyük Ruh’a sadık kalarak taşlar sebebiyle O’nun kalbini kırmamak gerektiğini düşünür ve yalnız yolunu şaşırmış, hastalıklı ve Tan-rı’nın elini elinde hissetmeyen insanların bu taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kaldığı hâlde mutlu ola-bileceklerini ifade eder. Tuivaii’nin üzerinde durduğu bir diğer husus ise paradır. Parayı Papalaginin Tanrısı olarak görür. Para uğru-na bütün değerlerinden, vicdanlarından, ai-lelerinden uzaklaşanların olduğundan bah-seder. Papalagi için para her şey demektir ve parasız yaşayamaz. Günün 24 saati parayla beraberdir ve onu düşünü durur. Hatta öldü-ğünde bile ailesi para ödemek zorundadır.

Aslında hiçbir değeri olmayan bir şeyi artık onsuz yaşayamayacakları bir şeye dönüş-türmüşlerdir. Bu kapitalist sistemin doğal bir sonucudur. Para sahibi olanlar sahip ol-duklarıyla yetinmeyi bilmemektedir. Her za-man daha fazlasını istemektedir. Her zaza-man başkalarından daha fazlasına sahip olmak derdindedir. Bu hırs Papalagi’yi sürekli

pa-26

raya karşı uyanık tutmaya zorlar. Ama fark edemezler ki uyanık kalıyoruz sanırken bir taraftan da bütün duygularını ele geçirir ve gerek fiziksel gerekse ruhsal açıdan hasta olurlar. Bunu da görüyoruz zaten çevremiz-de. Bir sokakta yürürken, otobüste yolculuk yaparken görüyoruz insanların hastalığını.

Herkes donuk, sönük, solgun yüz ifadeleriy-le birbirifadeleriy-lerine bakıyorlar belki de bakmıyor-lar. Tuivaii kendi halkının gözlerinin ise bizim buradaki çocuklardaki gözlerdeki gibi parlak, neşeyle güçle yaşamla olduğundan bahse-diyor. Çünkü çocuklar da bizim gibi paradan habersizlerdir diyor.

Bu bölümde Tekasür Suresi’nden bir alıntı yapacağım: “Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, Hayır! İle-ride bileceksiniz! Hayır, kesin olarak bir bil-seniz… Andolsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. Yine andolsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra o gün, ni-metlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.”

(Tekasür Suresi/1-9) Bütün anlatılmak iste-nen mesele bu. Daha fazla daha fazla diye-rek kendimizi cehenneme sürüklüyoruz. O çoklukla bütün bedenimizi yağ bağlatıyoruz.

Kendi bedenimiz gelişip serpilsin diye kar-deşlerimizin ne durumda olduklarını bi kere olsun bile düşünmüyoruz. Vicdanımız zerre kadar sızlamıyor. Belki sızlayanlar oluyor ama onların da büyük çoğunluğu bir anlık oluyor.

Bir anlık görüyoruz belki ağlıyoruz ama son-ra yine o son-rahat hayatlarımıza geri dönüyoruz ve o rahat hayatlarımızda parayı ihtiyaç diye nitelendirdiğimiz şeylere harcayıp duruyoruz.

Tuivaii burada: “Papalagi de yoksuldur; çünkü o tam bir “şey” düşkünüdür ve asla ‘şey’leri olmadan yaşayamaz. Hatta ‘şey’siz yaşa-maktansa, ölmek için “ateş borusunu” alnına dayamayı bile tercih eder.” diyor. Tuivaii’nin de üzerinde durduğu ve benim de en çok

dikkati-mi çeken konulardan birisi zaman konusudur.

Çünkü ben okurken fark ettim ki kendimde burada bir Papalagi olmuşum. Çünkü hiçbir şey için zaman yetiştirememe, bir şeylere yetişme çabası içsisinde olma, sürekli bir hız içerisindeyiz. Ve bu hız içerisinde de bütün ayrıntılardan yoksun kalıyoruz. Yaşarken ne yaşadığımızı bilemiyoruz. Ya geçen zama-nı veyahut gelecek zamanda ne olacak diye düşünüp durmaktan, yaşarken ne yaşıyoruz diye soramıyoruz kendimize. Bu da bir ruhsuz insan özelliğini daha çıkarıyor karşımıza. Tui-vaii burada aslında zamanın kendisinin sakin-ce durduğunu ama bizim zaman alan binlersakin-ce şey sıralayıp onu görmediğimizden bahsedi-yor. Tuivaii benim hem de senin anlamına ge-len “lau” kelimesinden bahsediyor. Bu kelime gerçekten aslında insan olmanın bir medeni-yet olmanın parçasıdır. Çünkü eğer biz olamı-yorsak bütün değerlerimizden soyutlanmışız demektir. Ne yazık ki bu değerlerimizden uzaklaşıyormuşuz gibi artık bir misafir gel-diğinde bile hala odalarımızdan çıkmıyoruz.

Kendime de atıyorum bu tokadı… Bu tokat gibi ben kitap boyunca gerçekten bir sürü to-kat yedim. Ben kitabın okunması gerektiğini düşünüyorum ve herkesin de okuyabileceğini düşünüyorum. Tuivaii ve son olarak halkına (kendi üzerimize de alınalım bence) şu çağrı-da bulunuyor: “Kendi kendimize ant içelim ve (Papalagi’nin) yüzüne haykıralım. Sevinçlerin zevklerin uzak dursun bizden, bütün zengin-likleri vahşice elinde ya da kafanda toplaman, kardeşinden daha üstün olma hırsın, anlam-sız işlerin, türlü marifetlerin, ne idüğü belirsiz göz boyamaların, meraklı düşüncen, hiçbir şey bilmeyen bilgin bizden uzak dursun. Se-nin bile uykularını kaçıran, döşeğinde rahatını bozan bütün çılgınlıkların uzak dursun. Bizim bunların hiçbirine gereksinmemiz yok, yeter bize Tanrı’nın bol bol sunduğu soylu güzel mutluluklar.”

27

Gerçekçi bir bilim-kurgu kitabıdır. Ray Douglas Bradbury’nin 1953’te yazdığı başyapıtıdır. Yazar kitaplarını genellikle korku ve bilim-kurgu üzerine yazmıştır.

Amerikalı bir yazar olan Bradbury’nin en önemli özelliği, uygarlığa yön veren top-lumsal meseleler ile modern insanın bi-reysel sorunlarını bir arada işlemesi ve insanın ruhunu donduran öyküleri eşsiz bir sıcaklık ile ele almasıdır.

Bradbury’nin bu kitabının konusu olan toplumsal mesele ise okuma alışkanlı-ğıdır. Bradbury bu konu üzerinde harika bir bilim kurgu kitabı yapmıştır. Kitapta, kitapların insanlara birçok faydasının do-kunduğunun insanları bilinçlendiren ha-yatlarına başka bir pencere ile bakmala-rını sağladıklabakmala-rını anlatmaktadır.

Kitaplar bir galaksi gibidir. Sen okuduk-ça bilgi dağarcığın genişler. Uzay boşluğu-nun genişlemesi gibi. Sen bu galaksiler arasında yolculuk yaparken, gezegenler arasında gezerken tanırsın uzayı. Ve her bir gezegenin, galaksinin keşfedilmemiş o kadar çok yönü vardır ki...

Birçok ödüle sahip olan Fahrenha-it 451, kFahrenha-itapsız bir toplumda; yaşamı ve insanları tanınmaktadır. Kitapta, kitap okumanın yasak olduğu ve kitapların itfa-iyeciler tarafından yakıldığı anlatılmakta-dır. Bu kitabın başkarakteri de bir itfaiyeci Montag. Montag, yıllarca bir sürü kitap yakmıştır. Ama komşusu ile konuşmaları ve kitapları yapacakları bir evde kitapların

sahibinin de kitaplarla yanmak istemesi onu düşünmeye iter. “Bu kitaplar da ne-yin nesiydi? İnsanlar ne uğruna canını feda edebiliyorlardı? Ona ne verebilirdi ki şu zaman kaybı unsurlar...” bu sorular ile yakacağı bir kitabı alması ile başlıyor yolculuğu. Kitapları okudukça, çevresine değişik bakmaya başlıyor ve düşünmeye başlıyor. Düşündükçe nefes aldığını, ya-şadığını hissediyor. Teknolojiye bağlı bor toplumun sıradanlığını sorguluyor, karı-sıyla olan ilişkilerini sorguluyor. Sorgula-yıcı nefes alıyor...

Fahrenhait 451, niçin kitaplara gerek olduğunu, kitapların neye yaradıklarını, ne amaçla okunduklarını anlatmak için nefes kesici bir anlatımla yazılmış bir şaheser.

Kitabı bu gibi sorulara yanıt bulmak ve nitelikli bir okumayı nasıl yapabileceğimizi anlama konusunda kullanabiliriz.

Kitaba ne kadar düşersek, ne kadar sorgularsak o kadar iyi tanıyoruz geze-genimizi ve bu keşfedip, tanıdığımız ge-zegenler - galaksiler ile kendimize yeni bir hayat inşa ediyor âdeta örüyoruz. Bu ördüğümüz ilmekleri yeri geliyor sonuna kadar söküyoruz. Bu sağlamlığı da keş-fettiğimiz gezegenler, galaksiler belirliyor.

Yaşama amacımıza, uğruna canımızı feda edebileceklerini belirliyoruz. Ördüğümüz hayata göre bir yaşam felsefesi ediniyo-ruz.

Fahrenhait 451, örmekte olduğumuz hayat için güzel bir galaksi.

FAHRENHEIT 451: