• Sonuç bulunamadı

“Allah, kendisinin onları sevdiği ve onların da O’nu sevdiği bir kavim geti-recektir” diyor Maide Suresi 54. ayette.

O halde Allah sevgiyi kendi nefsiyle var kılmıştır. Kemâlâtın zuhuruna yönelik sevginin, şüphesiz, bütün mevcudâtın ortaya çıkışına sebep, ruhânî ve cismânî oluşumların türlerinin bağı olan sıfatî sevginin aslı olan zâtî sevgiden sonraki bir mertebesidir." (Davud-u Kayseri, Le-dünni İlim ve Hakiki Sevgi, sh. 63)

"Her Biçim aynı zamanda Değer'dir de; bunun için, dil ile biçem arasında bir başka biçimsel gerçeğe de yer vardır. Bu gerçek de "yazı" dır. Hangi yazınsal biçimi alırsak alalım, genel bir "hava'', isterse-niz, bir "töre" seçimi vardır, yazar da işte burada açık olarak bireyselleşir, çünkü burada bağlanır." (Roland Barthes, Yazı-nın Sıfır Derecesi, sh. 20)

"Böylece, bütün çağdaş sanata özgü olan şu aynı zamanda hem yıkıcı, hem di-rilişsel aygıt Roman'da yeniden karşımıza çıkar. Yıkılması söz konusu olan şey süre, yani varoluşun dile gelmez bağlantısı-dır: İster şiirsel sürerliğin, ister romansal göstergelerin, ister yıldırının, ister gerçe-ğe benzerliğin düzeni olsun, düzen kasıtlı bir öldürmedir." (Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, sh. 37).

"Ayrıca, düşünce ile dilin sözde bağın-tıları tersine çevrilmiştir; klasik sanatta, tümüyle oluşmuş bir düşünce kendisini

"dile getiren", "çeviren" bir sözü doğurur.

Klasik düşünce süresizdir, klasik şiirin tek süresi uygulayımsal düzenlenişi için zo-runlu olan süredir. Çağdaş şiir sanatın-daysa, tersine, sözcükler bir tür biçimsel sürerlik üretirler, bundan da yavaş yavaş onlar olmadıkça olmayan bir düşünsel ya

40

da duygusal yoğunluk çıkar; o zaman söz daha tinsel bir yaratma çabasının yoğun zamanıdır; bu zaman boyunca "düşünce"

hazırlanmış, sözcüklerin rastlantısınca yavaş yavaş yerleşmiştir. Öyleyse için-den bir anlamın olgun meyvesinin düşe-ceği bu sözsel şans artık bir ''üretim"in değil, olanaklı bir serüvenin zamanını, bir göstergeyle bir amacın rastlaşımı olan şiirsel bir zamanı içerir. Çağdaş Şiir, dilin bütün yapısını kavrayan bir farkla ayrılır klasik sanattan, öyle ki iki şiir arasında aynı toplumbilimsel amacı taşımaları dı-şında hiçbir ortak nokta kalmaz. (Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, sh. 41-42).

"Bu toplumda, üretici aygıt yalnızca toplumsal olarak gerekli meslek, beceri ve tutumları değil, ama bireysel gereksi-nim ve özlemleri de belirlemekte olduğu düzeye dek bütüncülcü olma eğiliminde-dir. Böylece özel ve kamusal varoluş ara-sındaki, bireysel ve toplumsal gereksi-nimler arasındaki karşıtlığı silmektedir."

(Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, Giriş yazısından).

"Üretkenlik ve etkerliği, rahatlıkları arttırma ve yayma sığası, savurganlığı gereksinime ve yoketmeyi varetmeye çevirme yeteneği, bu uygarlığın nes-ne dünyayı insanın an ve bedeninin bir uzantısına dönüştürdüğü düzey yaban-cılaşma kavramının kendisini sorgulana-bilir kılmaktadır. İnsanlar kendilerini satın aldıkları metalarda tanımaktadırlar; ruh-larını otomobillerinde, müzik setlerinde, içten-katlı evlerinde, mutfak donatı-mında bulmaktadırlar. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir." (Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, sh. 8).

Bilim, sanat, ve felsefe arasındaki kö-kensel halka (baskıcı egemenlik ve darlık evreni içerisinde) burada yatmaktadır.

Bu halka olgusal ve olanaklı arasındaki, görünürdeki ve asıl gerçeklik arasındaki eşitsizliğin bilinci, ve bu eşitsizliği kavra-mak ve ona egemen olkavra-mak için çabadır, içinde bu eşitsizliğin anlatım bulduğu bi-rincil biçimlerden biri tanrılar ve insan-lar, sonluluk ve sonsuzluk, değişim ve süreklilik arasındaki ayrımdı. Olgusal ve olanaklı arasındaki bu mitolojik ilişkiden bir şeyler bilimsel düşüncede yaşamış, ve daha ussal ve gerçek bir olgusallığa yönelik olmayı sürdürmüştür. Matema-tik Platon’un metafiziksel ideaları ile aynı anlamda olgusal ve “iyi” olarak gö-rülüyordu. Öyleyse nasıl birincinin geli-şimi bilim olurken, buna karşı ikincilerin gelişimi ise metafizik olarak kalmıştır?

En açık yanıt, büyük bir düzeye dek, bi-limsel soyutlamaların doğayı edimsel olarak ele geçirme ve dönüştürme ça-balarına girer ve orada gerçekliklerini tanıtlarlarken, felsefi soyutlamaların ise bunu yapmamış—ve yapamamış—ol-duklarıdır. Çünkü doğanın ele geçirilmesi ve dönüştürülmesi bir yaşam yasası ve düzeni içerisinde yer almıştır ki, felsefe bunu aşıyor, değişik bir yasa ve düzenin

“iyi yaşam”ına güdümlü kılıyordu. Ve bu başka düzen, ki zahmetten, bilgisizlikten, ve yoksulluktan yüksek bir derecede öz-gürlüğü ön gerektiriyordu, felsefi düşün-cenin kökenlerinde ve bütün bir gelişimi boyunca olgusal değilken, buna karşı bilimsel düşünce ise giderek güçlenen ve evrensel bir olgusallığa uygulanabilir olmayı sürdürüyordu. Belirleyici felsefi kavramlar gerçekten de metafiziksel ka-lıyorlardı; yerleşik söylem ve eylem ev-reninin terimlerinde doğrulanmıyorlar ve

41

doğrulanamıyorlardı" (Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, sh. 201-202).

"Kris, şunları yazmaktadır: “Sanatın boşlukta doğmadığını, hiçbir sanatçı-nın seleflerden ve örneklerden bağımsız olmadığını, filozof veya doğabilimciyle aynı ölçüde belli bir gelenek içerisinde yer aldığını ve belli bir sorunlar çemberi içerisinde çalıştığını uzun zamandır bil-mekteyiz. Sanatçının verili bir bağıntılar dizgesi içerisindeki ustalık derecesi ve (en azından belli dönemlerde) bu bağın-tıları koparmaya yönelik iç özgürlüğü, büyük bir olasılıkla sanatsal edimlerin ölçüldüğü o son derece karmaşık değer-ler göstergesinin öğedeğer-lerine dönüşür. Gel-geldim ruhçözümleme şimdiye değin bu bağıntılar dizgesinin anlaşılmasına pek büyük bir katkıda bulunmamıştır; sanat-sal üslupları konu alan bir ruhbilim, henüz yoktur.” (E. H. Gombrich, Sanat ve Yanıl-sama, sh. 43).

"Düşünme üzerine düşünmek, Batı' da mantık olarak inkişaf etti. Mantık, düşünmenin belirli bir tarzı üzerine hu-susi bilgileri bir araya getirdi. Mantığın bu bilgileri çok yakın bir geçmişte bilimsel anlamda, üstelik kendini "lojistik" olarak

isimlendiren istisnai bir bilim çerçevesin-de verimli hale getirildi. Bu bilim dalı, hu-susi bilimler arasında en huhu-susi olanıdır."

(M. Heidegger, Düşünmek nedir?, sh. 15).

"Hakikat bütündedir bize göre. Doğu ile Batı, insan beyninin iki yarım küresi.

Elbette ki başlıca kaynağımız Kur'an ve Hadisler. Ama bu iki ilâhî kılavuzun kıs-taslarına ters düşmeyen her düşünceyi benimseyecek ve gözlerimizi her yandan gelecek ışıklara açık tutacağız. Önce ken-di irfanımız, sonra beşerî irfanın bütünü...

Unutmayalım ki, İslâm büyükleri, bir Sok-rat'a, bir Pisagor'a, bir Eflatun'a tanın-mamış peygamberler gözüyle bakmış ve Kur'an'ı anlamakta onların getirdiği aydınlıktan da faydalanmak istemişler-dir. Dinimizde kinin de, taassubun da yeri yoktur. İnanmış aydından beklediğimiz, Mevlânalara, Yunuslara, Hacı Bektaş Ve-lilere yakışan bir anlayış yüceliği ve bütü-nü kucaklayan bir sevgidir. Kendi içimiz-deki güzeli, ilahîyi sırf kendimizindir diye küçümsemeyelim. İlâhî nur her yerde ve herkeste' takdir ve takdis edilmeli. Bil-giyi beşikten mezara kadar aramak, her Müslümanın başlıca vazifesi değil midir?"

(Cemil Meriç, Kültürden İrfana, sh. 219).

42