• Sonuç bulunamadı

Yeni ve Yerli Sosyolojik Bakışla Türk Romanını Okumak: Türk

1. YERLİ BİR EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ ÖNERİSİ

1.2. Yeni ve Yerli Bir Edebiyat Sosyolojisi Önerisi

1.2.2. Yeni ve Yerli Sosyolojik Bakışla Türk Romanını Okumak: Türk

Edebi eserin sunduğu sosyolojik verilerin okuyuculara, bir ülkenin ya da milletin ruhu hakkında mülahazalarda bulunma hakkını sağlayabileceği söylenebilir. Batı dünyasındaki büyük sosyolojik değişimlerin edebî ifade biçimleri üzerinde de ciddi etkileri olmuştur. Bu yüzden de Avrupa edebiyat tarihinde en radikal biçimsel değişim romanın ortaya çıkışıdır. Roman; bireyci, rasyonalist, karmaşık ve esnek yapısı ile modern yaşamın biçimsel bir sonucu olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bu meyanda bir ülkenin ruhu hakkında söz söyleyebilmek için tarih, medeniyet, iktisadi yapı gibi birçok veriden yararlanılabilir; fakat edebî metnin milletin öz dilinden ve kültüründen vücut bulması, milletin kendi ruhunu kendine anlatması noktasında ona geniş bir hareket alanı sunar.

Edebiyatın ve sanatın sosyal konular ve sosyal değişmeleri incelemek açısından kullanılması ilk bakışta sadece romanların içeriği ile ilgili bir bakış açısı ve inceleme metodu geliştirilerek yapılacak bir çalışmanın yeterli olacağını hissettirir. Oysaki edebiyat ve sosyoloji arasındaki ilişki; edebî türlerin teknik özellikleri, eserleri muhatap alacak okur kitlesi etrafında genişleyen toplumsal yapı ve romanların oluşturduğu ekonomik sistem düşünüldüğünde inceleme disiplinler arası ve karmaşık bir çalışma metodunu zorunlu kılar. Bu sebeple edebî eserle sınadığımız her sosyolojik kavramın çift yönlü bir etkileşim içinde olduğunun göz ardı edilmemesi gerekir. Örneğin sınıf bilinci, edebî eser, yazar ve okuyucu arasında yapılan bir karşılaştırmada her bir kavramın bir ötekini etkilediği ve ondan etkilendiği bir başlık oluşturur. Önceki örnekte kullanılan; “sınıf bilinci” yerine kullanılabilecek herhangi toplum bilimsel bir sınama başlığı yapıyı değiştirmeyecektir. Edebî eserlerin sosyolojik kavramlarla sınanması noktasında eser, yazar ve okuyucu sabit değişkenler iken sınama aracı olarak kullanılacak sosyolojik başlıklar değişebilir.

Edebî eser bir toplumun var olma biçimlerinden biridir. Millî kimliklerin oluşumunda destanların, masalların, halk hikâyelerinin oluşturucu, yineleyici ve koruyucu etkisi edebiyatın toplumla ilişkisinin başlangıç noktalarından birini

61

oluşturur. Roman türünün Türk toplumundaki ve Avrupa‘daki varoluş serüvenini toplumsal gelişimle karşılaştırarak değerlendiren Kemal Karpat; gerçek bir Türkiye tarihi için en önemli kaynaklardan birinin Türk romanı olacağını belirtir. Fakat “yüzyılımızın en önemli yazı türü olmasına ve birçok romancının bizi Türk romanına götürecek yol çizmelerine rağmen henüz “Türk Romanı”nın yazılmamış olduğunu söyler (Karpat, 2011). Zira roman; orta sınıfın varlığı ile tarih sahnesine çıkan ve yine bu sınıfın tercihleri ile dolaşımda kalan bir edebî türdür. Bu durum edebî biçimlerin de sosyolojik yapı ile doğrudan ilişki içinde olduğunun göstergelerinden biridir. Benzer bir biçimde Tanpınar da “Türk insanı ve onun meseleleri ile olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı havayla bir birine en uzak numunelerinde bile bütünlük gösteren bir ‘Türk Romanı’ olmadığını söyler. Fakat Tanpınar; bu problemin, Türk romancısının milletinin hayatını bilmemesi, okuduğu Garplı muharrirlerin etkisinde kalması, samimi olmaması veya Türk yaşamının mütekâsif olmayışı gibi sebeplere bağlanmasını yanlış bulur. Ona göre bizde roman konusundaki bolluk içindeki kısırlık aşılabilecek bir ‘muvaffakiyetsizlik’tir (Tanpınar, 2011: 48-50). Dolayısıyla Türk romanının gecikmişliği ve olgun ürünlerini vermemiş olması, doğrudan Türk insanı, Türk yaşayışı ile ilgili olmamalıdır.

Roman türü diğer tüm edebî türler gibi, birdenbire bir sanatçının ileri görüşlülüğü ile ortaya çıkmış bir tür değildir. Bir türün ya da edebî herhangi bir söyleme biçiminin ortaya çıkışı toplumsal yapıdaki çeşitli değişimlerin ya da çok ağırdan ilerleyen süreçlerin sonucudur. Avrupa’da 17. yüzyıl sonrasında ortaya çıkan yeni düşünme biçiminin, ekonomik yapının ve insan tipinin sonucu olarak düşünülen roman türü, daha önceki koşulları ifade eden trajedi veya drama karşı gelişen bilinçli bir tepkinin somutlaşmış hâlidir. Gelgelelim mevzu bahis romanı Avrupa’daki örneklerinden hareketle kendi bünyesine dâhil eden Türk toplumu ve Türk romanı olduğunda; doğrudan toplumsal koşulların ürünü olmayan bir türün; topluma adaptasyonu söz konusu olur. Bu durum, tür ya da biçim üzerinden Türk romanı için yapılacak sosyolojik bir okumada Batı’daki kadar sağlam sonuçlar elde edilmesini zorlaştırıyor. Türk toplumunun da 17. yüzyıl sonrasında büyük sosyal değişimler geçirdiği ve yeni bir kimliğe evrildiği söylenebilir. Fakat bu değişiklik kendi içerisinde yeni bir türü ortaya çıkarabilecek kadar güçlü olmadığı için roman türü ithal edilmiştir. Bu sebeple romanın, sosyal hayata etkisi Türklerin Batılılaşma

62

problematiği ile birlikte yapılan okumalarla anlam bulur. Yani roman türü Türk toplumunu etkilemiştir; fakat Türk toplumu kendi yaşam biçimi ile bu türü ortaya çıkarmamıştır. Sosyolojik olarak bu asimetri, türler ve edebî biçimle, toplum arasındaki ilişkide kopmalar ve anlamsız alanlar vücuda getirir.

Genel olarak edebiyat çalışmasının bilimsel disiplinlerle veya tarih yazımı ile ilişki kurarken karşılaştığı zorluklar vardır. Disiplinin sınırlarını ve metodolojisini belirlerken karşılaşılan problem üzerinde ilerlenen düzlemin tarih mi, retorik mi olacağı sorusudur. Zira “edebî metinler, retorik ölçütlere göre belirlenmiş tarihsel ürünlerdir.” Edebiyat eleştirisi tarihsel bir disiplin olarak algılanmak istiyorsa “aynı anda hem tarih yazımsal hem de retorik olan bir sistem geliştirmek zorundadır.” (Moretti, 2005: 13) Lukacs’ın üzerine eğildiği ve tarihsel süreçlerle eşgüdümlü olarak teorisinin merkezine koyduğu “edebî tür” kavramı, metinin retorik düzlemi ile tarihsel süreçlerin metinler üzerindeki etkisinin eş süreçli bir biçimde okunabileceği konusunda cesaret verici bir metottur. Bu metodun ölçütleri aslında en saf hâli ile sosyolojik kriterlerdir. Roman türünün, varoluş zamanının ve yerinin belirli ve özel sosyolojik şartların bir araya gelmesi ile vuku bulduğunu düşünmek dahi ölçütlerin sosyolojik olduğunun ispatıdır. Tarihsel sosyolojik eleştirinin en başarılı ilerleme noktalarından birinin roman türünün iç yasaları ve geçirdiği tarihsel süreçleri anlamlandırma çabası olması yine sosyolojik temelli bir bakış açısı getirmesi ile ilgilidir. Bu bakış açısındaki yenilik, “sosyolojik eleştirinin metinlerin içeriklerini önemseyip bunların ekonomik ilişkilerle düz bir çizgi ile birbirine bağlama” hatasına düşmediği iddiası dolayısıyladır. Edebî türlerin ve metnin biçiminin tamamen sosyolojik etkilerle biçimlendiği savıyla, biçimle toplum arasında bağ kurmaya çalışan Moretti’ye göre “edebî eserde asıl toplumsal olan biçimdir. Her biçim hayata dair bir değerlendirme, bir yargıdır. Biçim her zaman için ideolojinin ta kendisidir.”(Moretti, 2005: 20) Belirli bir dönemin sosyolojik yapısı kendini metinlerin dünyasında somut bir biçimde var eder. Bu var oluş, tarihsel sürecin büyük kırılma noktalarına hemen tepki vermez. Örneğin büyük bir ihtilal hemen ardından yeni bir edebî türün ortaya çıkmasını gerektirmez. Tür ve biçim kavramı daha çok oldukça geniş bir zamana yayılmış medeniyet süreçlerinin ifadesidir. Biçimin hayata dair bu akışı katılaştırdığı belirli sınırların içerisinde dondurduğu sanılabilir ama hayatın akışkanlığı biçimin üzerinden derinden ve ağır işleyen bir süreç olarak devam eder. Başlangıçta marjinal ve avangard olarak kendini dayatan

63

edebî biçim zamanla türün örneklerinin belirli bir uzlaşıya varması ile yeni bir dengelenme yaşar. Bu dengelenme aynı zamanda biçimin normalleşmesi ve eskimesi anlamına gelir. Fakat akışkan olan hayatı takip eden biçim dengelenmeyi bozacak yeni ürünlerle bu uzlaşıyı kırar. Uzlaşının kırılması tarihsel bir zorunluluktur. Bir dönem içerisinde benzerleri arasında farklılık yaratan metinler büyük yazarların doğuşunu ve türün dinamik yapısını müjdeler. Bu sebeple biçimi dikkate almayıp sadece tarihî süreçlerin kısa vadeli etkileri üzerinden yapılacak bir edebiyat tarihçiliği edebî olan birçok değişimi gözden kaçırır. Edebiyat tarihçiliğinin düştüğü bir başka hata, dönemin ruhunu sadece dönemin büyük eserleri üzerinden okumasıdır. Bu okumayı bu büyük eserlerin kurduğu uzlaşı halesi yerine, büyük eserleri döneminde yazılmış diğer eserlerden farklı kılan özellikleri ile ortaya koymak bir nebze olsun daha kışkırtıcı ve yenilikçi bir tavır olabilir. Kemal Tahir, erken Cumhuriyet Döneminin çoğunlukla politik süreçlerle oluşturulan kanonu hangi yönleri ile ihlal eder? Nazım Hikmet’in “Putları yıkıyoruz.”; kampanyası üzerinde uzlaşılmış; bu sebeple donuklaşıp taşlaşmış bir uzlaşıyı mı kırmaktadır? Bu gibi soruların, “Cumhuriyet Dönemi Türk romanının ve şiirinin genel özellikleri nelerdir?” sorusuna göre daha verimli sonuçlar vaat etmesi gibi… Türler arasındaki uzlaşı üzerinden hareket etmek, tefrika romanlar, sıradan aşk hikâyeleri, polisiye romanlar, korku romanları gibi göreceli olarak roman türünün aşağı ürünlerinin edebiyat eleştirisinin alanından tamamen çıkarılması anlamına da gelir. Oysa Yakup Kadri’ye göre edebiyat araştırmacılarının çok daha az önemsediği Kerime Nadir’in kitaplarının satış rakamlarının; toplumun beğenisinin gösterilmesi açısından çok daha fazla şey söylediği düşünülmelidir. Kemal Tahir hem bir “Türk romanı” yazma iddiası ile hem de yazdığı “kitle edebiyatı”(Tefrika romanları, polisiyeleri, aşk romanları, kısmen erotik içerikli romanları5

) eserleri ile edebî biçimlerin ve türlerin sosyolojisi üzerine üretilecek birçok yoruma kaynaklık eder.

Edebî türlerin ortaya çıkış nedenlerini inceleyen “Giambattista Vico, edebiyatın toplumsal bir kurum olarak sosyolojinin imkânları ve analitik bilimsel kategorilerle incelenmesi gereken bir alan olması gerektiğini öne sürdü. 19. yüzyılda Mme de Stael ve Hippolyte Taine, Vico’dan esinlenerek edebiyatı toplumun diğer kurumları ile bir tuttular. Onlara göre toplumsal kurumların niteliği, o toplumun insanlarının özellikleri ile bu özellikler de iklim, coğrafya, ırk gibi koşullarla

5 Kemal Tahir’in Mıke Spillane’den çevirdiği romanların üslubu ve yapısı ile çeviriden ziyade yeni bir yaratım olduğu söylenebilir. Spillane’nin Mike Hammer, yazmaktan vazgeçmesinin ardından Kemal Tahir’in serinin devamını yazması bahsettiğimiz savı güçlendirir. Tefrikaları dışında, Aşk Çetesi romanı klasik bir aşk romanını, Halk Plajı da kısmen erotik içerikli roman türünü örnekleyen metinlerdir. Kemal Tahir’in edebî iddiayla kaleme aldığı kitapların içinde de bahsettiğimiz roman türlerinin özelliklerinin montajlaması üzerine de sosyolojik okumalar yapılması mümkündür.

64

belirleniyordu. Bugün edebiyatı sosyoloji ile birlikte okuma gayreti Marksist edebiyat araştırmacılarının Vico, Mme. Stael ve Taine’den kaynağını alan bir süreçtir. Marksistlere göre “Türler, toplumda sınıfsal farklılaşmalara uygun olarak ayrışmışlardır. Belli başlı yazın türleri egemen ideolojilerin belirlediği doğrultuda ilerlemektedir. Bu sebeple türlerin ortaya çıkması ve evrimi; tarihî ya da diyalektik materyalizmle açıklanabilirdi.” (Parla, 2012-I: 36)

Marksistlerin roman konusunda sosyolojik analizi sınıf çatışmaları çerçevesinde açıklamaları dışında romanı egemen sınıfların ideolojisinin yansıtıldığı bir tür olarak görmeleri, edebiyat sosyolojisi için bir yandan daraltıcı, sınırlayıcı ve basitleştirici bir perspektif oluştururken öte yandan ezilen sınıfların romanını yazma kaygısı ile toplumcu gerçekçiliğe bir kapı aralar. Sosyolojik öncüllere dayalı bir bakış açısı geliştiren Lukacs’a göre “epik ve epik öncesi türler, işbölümü ve uzlaşma ile bütünlüklü dünyanın henüz parçalanmadığı, bireyin üretim sürecinden kopmadığı, dolayısıyla parçalanmamış bir dünya görüşünün ifadesi olan türlerken, yabancılaşma ve parçalanma süreçlerine koşut olarak kapitalizme özgü bir tür olan roman doğmuştur. Roman türünün trajedisi, hiçbir zaman kavuşamayacağı bir bütünlüğü özlemesi, modern toplumda epiğin yerini alabileceğini sanmasıdır.” (Parla, 2012-I: 36-38) Zira roman somut, yaşanmış bir deneyim olarak bütünlüğü parçalanmış; fakat bütünlük ihtiyacının sürdüğü bir dünyanın epiğidir (Lukacs, 2003). İnsan ırkının karmaşıklaşan, sınıflanmaya doğru ilerleyen ve ‘modernleşen’ zihninin gerçekçiliğe duyduğu ihtiyaçla trajedinin çarpışması bu bağlamda kaçınılmaz bir olay olarak karşımıza çıkar. Bu kaçınılmaz çarpışma 19. yüzyılın edebî anlamda belki de etkileri en geniş alana yayılacak sanat olayıdır (Orr, 2005: 25). Daha sonra Frye, Campell gibi araştırmacıların yapısal analizlerine de konu olan roman türünün ortaya çıkışının sebeplerini ortaya koyma isteği, kısmen Türk romanı için de kullanılabilir açıklamalar olarak karşımızda durmaktadır. Gelgelelim Türk toplumunun evriminin Batı toplumlarına göre gecikmiş ve kısmen taklide dayanan yapısı, bu açıklamalar ve Türk romanının yapısı arasında boşluklar meydana getirir. Edebî biçimler üzerinden sosyolojik bir okuma girişiminde bulunan Moretti, Avrupa edebiyatının kaynağı olarak telakki edilebilecek geleneksel trajedinin paradokslu tabiatıyla başlangıçta mutlak tanrısal ya da siyasî devletçi iradeyi meşrulaştırma çabasının izlerini taşıdığını, modern trajedininse mutlak olan her şeyin meşruiyetini elinden aldığı savını ortaya koyar. Ona göre her iki trajedi de egemenin yozlaşmasının farkında olunmadan ifadesidir. Modern trajediyi yeni kılan ise tanrısal bir amaca değil; kendi amaçlarına bağlılıkları yüzünden felakete düşen karakterlerin varlığıdır. Bu karakterler sadakat idealini terk edip çıkar ilkesini benimserler. Dünyanın bir tiyatro

65

gibi dizayn edilişi, kör veya cezalandırılan tipler üzerinden toplumsal ve kültürel değişimi saptayan Moretti’nin bu metodunun Türk edebiyatı için uygulanabilirliğinin önünde iki temel engel vardır. Birincisi ‘trajedi’ bir tür olarak Osmanlı-Türk toplumu içerisinde asla var olmamıştır. İkincisi romanların içeriklerine göre yapılacak benzer yorumların toplumsal düzeyde gerçekçi bir karşılığı olmayacaktır.

Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri epik türler, İslam medeniyeti ile karşılaştığında farklı değişkenlerin etki ettiği karmaşık bir edebî ve sosyolojik yapının oluşmasına yol açmıştır. Arap ve Fars kültürünün dil ve hayal dünyası üzerindeki etkisi de çoğulcu fakat kendi içerisinde bir dinginlik bulabilmiş yapıyı ifade eder. Bu etkilerle oluşan İslam uygarlığının sarsılmaz üstünlüğü düşüncesi; kuvvetli bir askerî gücü besleyen toprak sistemine, ticaret yollarını Ortaçağ boyunca elinde tutan bir güce, İslam inancının kuvvetli etkisiyle şekillenen bir düzen istencine dayanıyordu. Edebî türler de “Tanpınar’ın “saray istiaresi” ile somutlaştırdığı; “asırlar boyu süren bir çalışmanın neticesi olsa bile şairin hayat şartları ile olduğu kadar; içtimai nizamla da alakalı bir nizamın” yansımasıydı. Bu istiare “peyzajda, güneş sisteminde, kozmik hadiselerde de gözlemlenebilecek; merkezde kuvvetli bir gücün (Allah, güneş, sevgili, padişah) etrafında; onun cezbesi ile dönen ve “sosyal rejimin ferdi hayatta aksi olan bir kulluğun” simgeleşmiş hâli olarak ortaya çıkıyordu (Tanpınar, 2012: 28). Anadolu halkının ekonomik durumu da sınırları keskin bir biçimde belirlenmiş sert bir merkeziyetçiliğin etkisi ile şekilleniyordu. 17. yüzyıla kadar Anadolu köylüsü, üretimin çok azaldığı durumlarda zaman zaman zor şartlara düşmüşse çok büyük problemlerin ortaya çıkışını dini ve geleneksel yönetim anlayışının oluşturduğu kulluk bilinci durduruyordu. Zaman zaman çıkan isyanların ortaya çıkış nedenleri ve çözümleri sadece ekonomi ile açıklanabilecek bir yapı arz etmiyordu. 17. yüzyıla kadar Osmanlı toplumu tam olarak olmasa da Lukacs’ın Antik Yunan toplumu için ifade ettiği “bütünlüklü toplum” özelliklerini gösteriyordu. Batı’nın çok daha önceleri yaşadığı bütünlüklü toplumun parçalanmaya evrilişi ve buna bağlı olarak edebî türlerin de ayrışması Osmanlı’da çok daha geç bir evrede gerçekleşecekti. Çünkü Türk toplumu için burjuva sınıfının varlığı 20. yüzyılda dahi Kemal Tahir’ce tartışılabilir bir konudur6(Yetkin, 1973).

6Kemal Tahir, daha önce bizde proleterya olmadığını ifade eden A. Haşim karşısında Nazım Hikmet’in son derece sert çıkışlarını Karılar Koğuşu romanında destekler. Bu sözün 1970’lerin

66

Değişen dünyanın Osmanlı’ya çarpması ile dağılmış olan bütünlüklü yapının edebî ortamdaki yansımaları da Tanzimat itibarı ile edebî türler üzerinden takip edilmeye başlandı. Fakat bu takipte gecikmişliğin ve Osmanlı Devleti’nin özel şartlarının etkisi üzerinde de düşünülmesi gerekir. Ana ticaret yollarının değişimi ile zamanının en büyük ekonomik döngüsünün sahibi Osmanlı’yı birdenbire büyük bir bozguna uğrattı. “Yakıtı fetihlerin moral ve ekonomik gücü olan büyük savaş makinesini beslemenin mali yükümlülüğünü karşılayamamak, bütünlüklü yapının dağılmasının habercisiydi. Batı'da ortaya çıkan burjuva sınıfının itici gücü değişen sanatsal ve ekonomik şartların devam etmesini sağlıyordu. Osmanlı ise Tanzimat’tan sonra, sultanın şahsına bağlı ve onun mülkü sayılan hanedan devleti yerine kişiyi esas tutan yeni bir devlet fikrini kabul etmiş ve belki bilmeden ve istemeden büyük bir devrim yapmıştı. Çünkü Tanzimat’a kadar, çeşitli etnik grupları İslam dini etrafında birleştirip bir millet yaratan Osmanlı; millî-burjuva devletlerin yolunu takip ederek kendine has bir millî yapı oluşturacak Türkiye’nin altyapısını hazırlamaktaydı.” (Karpat, 2011: 29-30) Bu sırada, roman türünün Türk toplumu içerisinde var oluşunu hazırlayan faktörleri siyasî bilince dönüştüren büyük bir aktör ortaya çıkıyordu: Jöntürkler ve ardından düşünsel manada devamı sayabileceğimiz, İttihat ve Terakki Cemiyeti. Bu fikrî nüveler; Anadolu’daki ekonomik ve sosyal değişimden hürriyet hareketlerine; I. Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na, tek parti döneminden millî bir burjuva sınıfının oluşturulmasına ve kapitalizmin Türkiye’de yerleşme çabalarına kadar tüm siyasî hareketlerde etkisi bulunan bir sosyolojik yapıdır. Bu sosyal yapının edebî türler üzerindeki etkisinin de içinde ilk Türk romanlarını yazan Namık Kemal’i ve ilk sosyoloğumuz olarak bilinen Ziya Gökalp’i de barındıran Jöntürkler olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. Bu önemli sosyal sebeplerin aktörü olan Jöntürkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kemal Tahir’in romanlarının içeriğini belirleyen en önemli sosyal gruptur. Öte yandan roman türünün olgunlaşıp şaheser sayılabilecek ürünler vermeye başlaması tüm dünya için 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Çünkü bu dönem bütün dünyanın siyasî, sosyal ve kültürel hayatını yönlendirecek olan orta sınıfların doğuşuna tekabül eder. İttihat ve Terakki’nin de yeni kurulan Türk Devleti’nin de kendi değerlerine yaslanan bir sınıf oluşturma çabası, romanın bir tür olarak

başında söylendiği düşünüldüğünde Kemal Tahir’in görüşlerinin, Nazım Hikmet’ten farklılaştığı ve özgün bir yere konumlandığı bir dönemde yaptığı dikkate alınmalıdır.

67

Türkiye’deki gelişim serüvenine de etki eder. Edebiyat sosyolojisi bağlamında hem türe hem de içeriğe etki eden bir sosyal süreç olarak İttihat ve Terakki’nin önemi Kemal Tahir romanlarının içeriğinde İttihat ve Terakki’nin önemini arttıran bir özelliktir. Kemal Tahir, Nurdan Gürbilek’in Lukacs için ifade ettiği şekliyle, sonradan keşfetmiş olsa da babasının Abdülhamit’in yaveri olması dolayısı ile yüzyıl başında kültürel yapısı büyük ölçüde sarsılan ama bütünlük duygusunun henüz parçalanmadığı bir toplumun aydınıdır. Kapitalizmi geriden izleyen birçok başka ülkede olduğu gibi modern Türkiye’de de kurtuluşun Batılılaşmaktan geçtiğini düşünen, burjuva liberalizminde tarihsel bir gecikmeyi gideren, arayı kapatmaya yönelik bir kalkınma imkânı gören aydınlar vardı. Kemal Tahir, ülkesinin yakın geçmişinin kültürel darlığına ve politik despotluğuna karşı olmakla birlikte, modernleşmeci kalkınma projelerinde meşrulaşan yabancı bir uygarlığın etkilerine karşı, tanıdık bir kültürün imkânlarını ifade edebilmek için bütünlük kavramına sarılır (Gürbilek, 1987). Lukacs bu bütünlük kavramını Yunan medeniyeti için ifade etmişken; Kemal Tahir son dönem romanlarında, özellikle Devlet Ana’da bütünlüklü yapıyı Osmanlı Devleti olarak algılamıştır. Bu sebeple gerici olmakla suçlanmıştır. Fakat bu suçlamaya muhatap olmasının temel nedeni parçalanmayı kendi hayatı üzerinden yaşamış bir aydının bütünlüklü bir medeniyet telakkisine duyduğu özlemdir.

Roman türünün Doğu’daki gelişimi, Avrupa’da kendi orijinal gelişim çizgisinden oldukça farklı bir işleve sahiptir. Batı’nın dayattığı türler, “Batı’nın geri kalmış periferileri üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştıramaya (Moretti, 2004: 58) da yarayan bir zihinsel yapının temsilcisidir. Bu nedenle roman türü Türk edebiyatı için başlangıçta kendisine çizilen form içinde bir kısırdöngü yaşar. Roman biçimi bu açıdan bakıldığında Türk romancısı için Batı’nın ta kendisi olabilme yanılgısıdır. Türk romanının bu kısırdöngüyü kırma girişimi ilk örneklerinden oldukça sonra olacaktır. Roman türünün Batı’yı temsil ettiği önyargısının kırılma girişimi; Kemal Tahir’in “Türk Romanı” yazma istencini ifade ettiği 1950’li yıllara kadar