• Sonuç bulunamadı

Edebiyat Sosyolojisinde Niceliksel Yöntemler

1. YERLİ BİR EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ ÖNERİSİ

1.1. Edebiyat Sosyoloji İlişkisi ve Edebiyat Sosyolojisine Genel Bir Bakış

1.1.2. Edebiyat Sosyolojisinde Genel Yönelimler

1.1.2.2. Edebiyat Sosyolojisinde Niceliksel Yöntemler

Bilim adamlarının veya toplumunun herhangi bir sınıfı içindeki bir bireyin dünyayı ve hayatı anlamlandırma çabası içerisinde geliştirdiği stratejiler oldukça çeşitlidir. Her ne kadar 18. yüzyıldan itibaren kaynağını rasyonalizmden alan bilimsel düşüncenin bu stratejileri belirleyen en önemli düşünme biçimi olduğu gözlemlense de tüm bu girişimlerin ana hedefi yine dünyadan anlam çıkarma çabasıdır. Bu anlam çıkarma girişimlerinin malzemesi yazılmış, söylenmiş ya da gönderilmiş metinlerdir. Dünyada bir metin olarak anlam alanını koruyan kutsal

33

metinler, edebî metinler, doktrinler, ideolojik ve sosyal saptamalar; kendi içlerinde harfler, semboller, cümleler vasıtası ile bir anlam bütünlüğünü saklar. Edebiyatın varoluşunun temel bileşeni dil gibi bir açıklama aracı olduğundan her ne surette algılanırsa algılansın bir anlam arayışını temsil eden bir tarafı bulunur. Bu durum yazar, okur ya da eleştirmen için de benzer koşullarda ilerleyen bir süreçtir. Bu süreç içerisinde sanat eserinin her muhatabının anlama veya anlatma stratejisi genişleyen ve anlamsal olarak genişledikçe birden tekrar büzüşme ihtimali olan bir sürekliliktir. İster Babil Kulesi benzetmesi ile işe başlayalım ister elimizde olan metnin harflerini sayalım ulaşmak istediğimiz erek yine bir anlam çekirdeğidir. Bu çekirdekten yeşerecek anlam alanı yeni ve farklı düşünce çekirdeklerini içinde barındıracaktır.

Sanatın kaynağının inançla olan bağlantısından hareketle ortaya çıkan ve mukaddes kitapları değişmeceli bir şekilde yorumlamaya, içindeki hikâyelerden bazı gerçekleri ve ahlaki dersler çıkarmaya çalışan insanoğlunun metni anlamlandırma girişimi, bugünkü edebiyat eleştirileri ile benzer bir amaç taşır. Babil kulesi kurulmadan önce var olan tek lisanın aslında yaratıcının kelamı olduğunu, bu kelamın yitirilmesi ile ortaya çıkan dil karışıklığının da asında insanoğlunun anlam arayışı içerisinde bir kırılma noktası olduğu düşüncesi de bilimsel düşüncenin gelişmesi ile ancak sembollere indirgenmiş, parçalanmış ve ruhsuzlaştırılmış tartışmalar olarak algılanır. Günümüzde muhtelif konularda en doğru doktrini araştırırken “açıklık, ikna ediş kabiliyeti ve yüce ilkelere tam uygunluk açısından araştırmacıların kutsal kitaplardan yararlandıklarını söylemek mümkünse de, durumun Babil gürültüsünün ötesinde ve üstünde açık ve mucizevi bir ses duymayı istemek” (Livingston, 1998: 11) dahi bilimsel bir araştırma yöntemi içerisinde telaffuz edilemeyecek isteklerdir. Ancak ve ancak simgesel veya arketipsel sembolizmle kendine edebiyat eleştirisinde yer bulan bu metodların ardından edebiyat açısından birçok farklı düşünme biçimi ortaya çıkar. 19. yüzyıla kadar nispeten geleneksel edebiyat teorilerinin ve bu teoriye bağlı olarak gelişen insan, toplum ve yaratıcı arasındaki bağın hiyerarşik ve kendi içinde bütünlük taşıyan bir yapı geliştirdiğini söylemek mümkündür. Fakat 19. yüzyılda ruhun dünyadan âdeta kovuluşu, tüm doktrinleri etkilediği gibi edebiyat eleştirisini de daha mekanik bir alana taşımıştı. Örneğin 1930’larda boy gösteren “Yeni Eleştiri”den önce Amerikan yazınında; ahlakçı, Marksist, tarihsel, ruhbilimsel metotlar vardı. Fakat 1916-30 yılları içerisinde Avrupa’da filizlenmiş biçimcilikle birlikte ortaya çıkan “Yeni

34

Eleştiri” daha önceki edebiyat kuramlarına karşı sistemli bir eleştiri getiriyordu. Bu eleştirinin kuvvet aldığı nokta biçimcilerinki gibi bilimsel düşünceyle sağladığı uyumdu. Polonya, Çekoslovakya, Fransa gibi ülkelerde 1900’lü yılların ilk yarısından itibaren ortaya çıkan ve Prag okulu çevresinde genişleyen dilbilim çalışmalarının beslediği metodun bilimsel düşünce ile önemli bir bağı vardır. Bu metodun modernizm, ulus-devlet ve hatta modern fizikteki gelişmelerle paralel ilerlediğini söylemek bizi yanılgıya götürmeyecektir. Yeni Eleştiri’ye göre; daha önceki yazın incelemeleri edebiyata edebiyat olarak bakmak ve yazınsal değerleri araştırmak yerine, dikkatlerini başka alanlara çeviriyorlardı. Kimi yapıtı açıklamak ve değerlendirmek için yazarın yaşam öyküsüne, kimi yapıtın yazıldığı dönemdeki tarihsel ya da toplumsal koşullara, kimi okura yöneliyordu, kimi de yapıttaki ahlak, politika ya da din anlayışına. Yeni eleştiri ise tüm bunları bir kenara bırakarak metnin kendine eğilmekten, onu bir yazın yapıtı olarak inceleyerek çözümlemekten yanaydılar (Wellek & Warren, 2011: 7). Önerdikleri yaklaşım; biçimci, bilimsel ve mekanik bir modeldi. Elbette ki önerilen bu metot kendine göre geçerli ve güvenilirdi fakat ne edebiyat eleştirisinde ne de sosyolojide bu çeşit niceliksel yöntemler kendi zaferlerini ilan edip tek geçerli düşünme biçimi hâline gelemedi. Fakat yeni eleştirinin edebî eser ve toplum ilişkisine getirdiği eleştiriler edebiyat sosyolojisi incelemelerinde de niceliksel yöntemlerin kullanılması gerektiği fikrini kuvvetli bir biçimde ortaya çıkardı. Özellikle Bourdieu ve Moretti’nin çalışmaları bugünün edebiyat sosyolojisi araştırmalarında önemli bir açılım noktası vaat etmektedir. Pierre Bourdieu, “alan teorisi” adı verilen yaklaşımında sosyal uzam içerisinde bulunan eyleyiciler ya da aktörlerin kendilerine benzer ya da benzer eğilimdekilerle bir arada bulunmalarını sağlayan olanakları ve bunlar arasındaki bağıntıları inceler (Bourdieu, 2006). Böylelikle birey ve tarih merkezli bir yaklaşımı reddederek yerine habitus merkezli bir yaklaşımı ikame eder:

Habitus, aktörün hayatı boyunca edindiği yatkınlıklar sistemine verilen addır. Aktörlerin olduğu gibi alanların da habitusu vardır. Alan ve habitus ilişkisi paralelinde her aktör alanda bir konum alır. Ancak bu konum almada, alanda güç ilişkilerini belirleyen sermaye önemli bir yer oynar. Bourdieu’nun sermaye kavramına getirdiği yenilik, sermayenin sadece ekonomik olduğu söylemine karşı çıkmaktır. Bourdieu, ekonomik sermayenin yanı sıra kültürel, sosyal ve sembolik sermayeden bahseder. Kültürel sermaye, aktörün sahip olduğu unvanlar, yabancı dil becerileri ve kültürel mallardan oluşur. Sosyal sermaye sahip olduğu ilişki ağları ve kimleri tanıdığından, sembolik sermaye ise aslında insanların sermaye türü olarak algılamadıkları belirli bir sermaye biçiminin etkisini anlatır (örneğin, bahsettikleri zaman ve paraya hayırseverlik yüklemenin bir sonucu olarak üst sınıfın üyelerine ahlaki nitelikler atfettiğimizde) (Wacquant, 2007: 62, Aktaran, Şahin).

35

Bourdieu, edebiyat incelemelerinde kullanılmak üzere alan teorisinden yola çıkarak bir yöntem önerir. Bu yöntem, biçimcileri, yeni eleştirinin ya da bilimsel düşüncenin edebiyat toplum ilişkisine getirdiği eleştirileri de geçersiz kılma görevi görür. Biçimcilere göre otobiyografi, toplumsal şartlar gibi kriterlerle yapılan dış okumalar, edebiyat eserine nüfuz etme konusunda araştırmacıya güvenilir ve net bilgiler vermeyecektir. Bourdieu ise bu dış okumanın yanında iç okumayı eklemlerken biçimsel yöntemi inkâr etmez. Ona göre edebiyat ancak bu ikisi birleştirildiğinde bir bilimsel inceleme nesnesi hâline gelebilecektir. Bourdieu’nün iç ve dış okumayı birleştirme çabasının bir başka örneği bu sefer farklı bir yaklaşımla Franco Moretti tarafından dile getirilir (Moretti, 2005). Moretti, iç ve dış okuma arasındaki ilişkiyi, zaman zaman metinden dışarıya, metni yaratan koşullara, zaman zaman da dışarıdan içeriye, metni yaratan koşulların metinle ilişkisine değinerek kurar. Bu metot, sürekli iki okuma arasında gidip gelişler yaparak, iç ve dış okumanın birbiriyle ilişkisini, bunların birbirlerini etkilemelerini açıklamaya girişir. Bunu yaparken gerek romanın kendi yapısının toplumsal olanla gerekse toplumsal olanın romanın yapısıyla ilişkisini gözler önüne sermeye çalışır. Böylece romandaki olay örgüsü ve anlatım tekniğinin oluşum koşullarıyla toplumsal-tarihsel olan dış gerçekliği birleştirir. Moretti’ye göre her edebî türün onu kanonik nesne hâline getiren bazen de tamamen dışarı atan toplumsal uzlaşı mekanizmalarını metnin retoriğiyle geliş gidişler yaparak çözmek gerekir. Metnin retoriğinin toplumla nasıl uzlaştığı ya da toplumun metnin retoriğiyle nasıl uzlaştığı meselesinin çözümü, Bourdieu’nun çatışmayı öne çıkaran yaklaşımıyla Moretti’nin uzlaşıya ilişkin yaklaşımını da içinde barındıran bir eleştiri yöntemi olmalıdır. Çatışma ve uzlaşının bir arada kullanılması, metnin kendi uzamının hem kendi içinde hem dışarıdaki toplumsal-tarihsel uzamla bağlantısını geliş gidişlerle mümkündür. Bu metodun sağlam bir zemine oturması için sadece çatışma ya da uzlaşmayla değil her iki metodu da içinde barındıran bir şekilde okuma yapmak gerekir. Metinlere böyle yaklaşıldığında ve Moretti’nin yaptığı gibi iç ve dış arasında geliş gidişler yapılarak metnin çift yönlü bir okumaya tabi tutulması mekanikliği aşma noktasına araştırmacıya avantaj sağlar. Bourdieu’nun çatışmaya dayalı alan teorisinde ortaya koyduğu sermaye, alan ve habitus kavramlarını kullanmak da metne çok daha geniş bir perspektiften yaklaşma olasılığı sağlayacaktır.

36

Post-Marksizm’in, yapı sökümcülüğün veya yapısalcılığın edebî eserin daha analitik incelenmesi için küçük parçalardan veya anket gibi niceliksel verilerden yararlanarak oluşturdukları metotlar ile Bourdieu’nun “alan” kavramı benzer yönelimlerdir.

Bourdieu’ya göre ‘alan’, sınırları genişleyip daralabilen veya deforme edilebilen, iktidar ya da sermaye biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel bağıntılar bütünüdür. Sosyolojik yapıyı veya edebî eseri bu alan kavramı üzerinden araştırma girişiminde bulunursak metni daha küçük parçalarına nüfuz ederek üstelik toplumsal ilişkilerinden onu koparmadan anlamlandırabiliriz. Bourdieu’nun “Çoklu Uyum Analizi” (MCA) olarak adlandırdığı yöntem; en basit ifadesiyle, sosyal bilimlerde kelimeler hâlindeki verilerin rakamsal değerlere dönüştürülmesi olarak açıklanabilir. Analiz aracılığıyla belirli hipotezlerden yola çıkıp ulaşılacak sonuçlara yönelik verilerin sınıflandırılmasıyla oluşturulan uzam içerisinde, aktörlerin, uzam ve alanlar içerisindeki konumları ve ilişkileri ortaya serilir. Bourdieu’nun alan analizi vasıtasıyla romansal uzamda tüm roman kahramanlarını ve bağıntılarını bir arada görebilmek, hem her şeye uzaktan bakabilmek hem de yazarın bu uzamı yarattığı zamanki düşüncelerini, metinlerde özellikle kahramanlara ve mekânlara ait aksaklıkları, bu aksaklıkların bize ne söylediğini göstermek açısından ilgi çekicidir. Bourdieu; alanı mücadele ile ilişkilendirerek kuralları belirli olan ancak değiştirilebilen, yeni oyuncuların katılımına açık, inşa hâlinde bir oyundan bahseder. Alanın hâkimiyetini kazanma istenci oyunun oynanmaya değer olduğunu gösterir. Bu açıdan kurguyu yazar tarafından var edilen bir oyun olarak algıladığımızda kurgunun gerilimini taşıyan etken ödül kazanma ihtimalinin cazibesine kapılmaktır.

Kurgunun ya da romanın gerçekçilikle kurmaya çalıştığı bağ Bourdieu’ya göre “İllisuo” kavramını ortaya çıkarır. Illusio, oyuna yoğunlaşmak, oyun tarafından ele geçirilmek, oyunun çabalamaya değdiğini sanmak, ya da daha basit söylemek gerekirse, oyunun oynamaya değdiğini düşünmektir. Bu oyunun aktörleri, iktisadi, kültürel, toplumsal ve simgesel sermayelerdir. Bourdieu, bu mekân inceleme biçimini tüm toplumsal alanlar için uygular. Temelini Marksist teoriden alan bu analitik düşünme biçimi edebî eserlerin okumasında da kullanılabilir bir metottur. Özellikle toplumsal ve kültürel sermaye içerisinde bireyin yerini belirlemek için kullandığı “Habitus” kavramı roman kişilerinin kurgu içerisinde yoğunlaştığı psikolojik veya fiziksel mekânların açığa çıkarılması için önemli bir kavramdır. “Habitus; bireylerin benlerine zihinsel ve bedensel algı, beğeni ve eylem şemaları biçiminde konulmuş bir tarihsel bağıntılar bütünüdür ve aktörlerin geçmişten bugüne biriktirdikleri gerçek ve simgesel değerler, önyargılar, fikirlerle dolu ve sadece fikirlerden ibaret olmayan, bedene yerleşmiş hareketleri ve vücut dilini de içeren bagajlarıdır.” Çoklu Uyum Analizi (MCA), bugün birçok araştırmacı tarafından beğeni, sermaye, prestij vb. araştırmalarda kullanılmaktadır. Analiz, elde edilen verilerin sınıflandırılması sonucu, birbiriyle aynı sosyal, kültürel ve ekonomik mallara sahip ve sahip olma özelliği bulunanları aynı alan içerisinde birleştirir. Bu şekilde aynı özellikleri ya da aynı özelliklere sahip

37

olma eğilimlerini gösterenler farklı gruplarda toplanır. Gruplar bu şekilde bir araya getirilerek alanları oluşturur. Sahip oldukları kültürel, sosyal ve ekonomik mallar ise alan içerisindeki ilişki ve güç ağlarını meydana getirir. Grupların bu şekilde alanları belirlendikten sonra alan içerisinde yer alan aktörlerin ve içlerinde bulundukları alanların güzergâhları inceleme konusu edilir. Çoklu Uyum Analizi (MCA) bir uzam içerisindeki alanların birbirleriyle arasındaki bağıntıları gösterir. Bu inceleme metodu benzer bir şekilde Moretti’nin edebî eserlerde bütünü görebilmek amacıyla metinlere uzaktan bakmayı önerdiği ve uzak okuma (distantreading) adını verdiği metodu akla getirir (Moretti, 2000: 58).

Bourdieu’nün önerdiği yaklaşım bu denli indirgenmiş değildir, fakat uzamı yaratan alanları görebilmek için verilerin oluşturulması amacıyla yapılacak sınıflandırmaların belirlenmesi aynı zamanda bir uzak okuma yöntemidir. Analiz sonucundaki sınıflandırmalardan sonra, birlikte bulunma eğilimi olan sosyal gruplar aynı alan içerisinde birbirlerine yakın bir konumda bulunurlar. Bu bir arada bulunma eğilimi onların habituslarını oluşturur. Alan içerisindeki sosyal gruplarda yer alan her aktörün bir habitusu vardır. Sosyal grupları ve ardından alanları oluşturan aktörlerin habitusları alana ait özellikleri belirlemede önemli bir role sahiptir (Şahin, 2011).

Bugünün dünyasında artık mekanik yerine daha esnek, dokunmatik ve bireyci yönelimlerin varlığı tüm bu metotların birbirleri ile kurdukları ilişkilerden hareketle tahlil edilebilir. Mesela Marksizm’in ve otobiyografik metotların, psikanalizle kurduğu ilişkide doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin kesişme noktaları hakkında geniş açılımlar sağlayabilecek tartışma alanları oluşturduğu yadsınamaz bir durumdur. Böylece birbiri içine geçmiş bir biçimde ilerleyen yazın incelemesinin bu gelişime benzer ilerleyen bir kanadı da edebiyat sosyolojisi incelemesi içerisinde olmuştur. Niceliksel yöntemlerle tarihsel yöntemlerin uzlaştırılması gayreti ile ilerleyen düşünme biçimi bugün edebiyat sosyolojisi araştırmaları içerisinde kendine yer bulmuştur. “İçinde Moretti’nin de bulunduğu dördü Stanford, biri Wisconsin Üniversitesi’nden olmak üzere beş kişilik bir grup tarafından yürütülmüş bir çalışmanın raporundan yola çıkan ve iç yapı ile dış yapı arasında uzlaşı arayışında olan bir çalışma yapmıştır. Söz konusu çalışma bilgisayarda oluşturulmuş algoritmaların edebî türleri “tanıma” ihtimalini saptamayı hedeflemiştir.”(Moretti vd. 2015) Bu çalışmadan elde edilen veriler, Moretti’nin Edebî Teoriye Soyut Modeller adlı çalışmasında ayrıntılarıyla ve örnekleri ile gösterdiği grafikler, haritalar ve ağaçlarla görselleştirilmiştir. Bu biçimde Moretti, sayısal verilerle ve görsellerle ifade ettiği yorumları edebiyat sosyolojisine ufuk açacak bir metoda dönüştürme gayretindedir. Fakat çalışmanın nihai hedefi kelimelerin kullanım sıklığı, saçılma biçimleri, kelime gruplarının bir biri ile ilişkileri gibi verilerden hareketle, türlere

38

yönelik veya son tahlilde yine romanın anlam alanını zenginleştirebilecek saptamalarda bulunabilmektir. Bu eleştiriyi çalışma grubundaki bir araştırmacı da ifade ediyor.

“John Bender henüz sorulmamış olan o içinden çıkılması güç soruyu sordu: Çarpıcı olsalar bile elde edilen bu sonuçların yeni bir bilgi ürettiğini söyleyebilir miyiz? Cevap, elbette ki, “hayır”dı: Docuscope adlı bilgisayar programı, ‘Bazı metinler aynı sınıfa dâhildir.’ türünden edebiyat uzmanlarının zaten bildiği ya da öyle ikna edildiği konuları doğrulamıştı. Bu noktada yeni bir bilgi söz konusu değil. Ama insan aklı ve denetimsiz sayısal analiz, tür sınırlandırması konusunda hem fikirdi. Testin sunduğu yenilik işte tam da buydu. Docuscope bu konudaki mevcut bilgi birikimini doğrularken mevcut bilgi birikimi de Docuscope’un güvenilirliğini doğrulamış oldu. Merak ettiğimiz şey Docuscope’un Shakespeare sonuçlarını başka bir alanda tekrar edip edemeyeceğiydi.” (Moretti vd., 2015)

Bahsedilen bilgisayar programının romanların türleri konusunda da başarılı bir sınanmadan geçtiğini düşünmek bile kullanılan tüm bu niceliksel metotların yeni bir bilgi üretmekten ziyade, üretilecek yeni yorumlara denetlenebilir sayısal veriler vereceği düşüncesine araştırmacıları sevk edecektir. Yani bir roman üzerinde sosyolojik bir çalışma yapan araştırmacının yaptığı okuma sırasında hafızasında tutamayacağı veya okuma esnasında insan zihni tarafından fark edilmesi güç verileri toplu bir biçimde gözler önüne sermek noktasında niceliksel metotların araştırmacıya çok önemli veriler sunacağı aşikârdır. Fakat edebiyat sosyolojisi metodu için bu bağlamda niceliksel veriler olmazsa olmaz değildir. Zira bütünlüklü bir okuma ile araştırmacı bilgisayar programının verilerine ihtiyaç duymadan da benzer yorumlara ulaşabilir. Bu insanoğlunun yapay zekâlar karşısındaki gücünün ve gerçekliğinin ispatı girişimidir. Nasıl ki modern zamanlarda edebiyatın insansızlaşması söz konusu ise edebiyat sosyolojisi çalışmalarının da insansızlaşması ihtimali dahi yapılacak çalışmaların ufuk açıcılığını gölgelemektedir. Velhasıl edebiyat sosyolojisinin sadece bu tür çalışmaların metotları altında toplanması ihtimali de edebiyat sosyolojisinin modern bilimin sayısal verileri arasında kaybolma ihtimalini gündeme getirecektir. Kaldı ki edebiyat sosyolojisi araştırmaları sadece türlerin evrimi üzerinden ilerleyen bir sürece sıkışmış değildir. Ayrıca edebî metnin içerisinde gizli olan verilerin romanın ruhunu tam olarak yansıtması mümkün değildir. Moretti’nin ve arkadaşlarının çalışmasında olduğu gibi milyonlarca Türkçe kelime ve kelime grubunu içeren bir Türkçe analiz programı geliştirilmesi hâlinde karşımıza roman türünün Türkiye’de veya Doğu ülkelerindeki gelişim sürecinin farklılıkları ile ilgili problemler çıkarabilir. Zira roman türü Avrupa’da farklı ülkelerde ve farklı dillerde yazılmış olmasına rağmen birbirleri ile bağlantılı ve bütünlüklü bir yapı göstermiştir.

39

En azından Türk romanının gelişim çizgisinde farklı etkilerin Türkiye’nin tarihî gelişim sürecinde farklı biçimlerde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu demek değildir ki Bourdieu ile başlayan ve Moretti ile devam eden süreçler Türk romanı için uygulanamaz. Elbette ki Türkiye’de edebiyat sosyolojisi alanında çalışan araştırmacıların; edebiyat sosyolojisinde niceliksel verilerden yararlanmaları gerekir. Fakat gazete ve dergilerin söylem analizlerinde oldukça ümit verici sonuçlar veren niceliksel çalışmaların, mecaz ve anlam değişmeleri taşıyan edebî eserlerde aynı sonuçları aynı sağlamlıkta vermeyebileceği en azından hesaba katılmalıdır. Moretti’nin; verileri sadece romanın içyapısıyla sınırlı tutarak bu problemleri aşarken yapısalcılığın zaman zaman düştüğü toplumdan kopuş hatasına düştüğü söylenebilir. Fakat Moretti’nin öngördüğü teori; eserdeki dilin toplumsal verilerin somutlaşmış hâli olduğunu düşünüyor ve böylece bu eleştiriden de sıyrılıyor. Eğer Türkiye’de bu çeşit niceliksel bir edebiyat sosyolojisi metodu üzerine çalışılacaksa Türk dilinin Tanzimat sonrasındaki değişimlerinin, eserlerin sadeleştirilmesinin ve alfabe değişikliğinin de göz önünde tutulması elzemdir. Özellikle alfabe değişikliğinin harflerin kullanım sıklığına kadar etki eden bir yapıya haiz olduğu düşünüldüğünde metodun zorlukları daha net anlaşılabilir. Her ne kadar Kemal Tahir romanlarının Osmanlıca yapılmış baskıları olmasa da Tanzimat Dönemi romanları için böyle bir çalışmanın hayal edilmesi bile çok büyük zorluklarla karşılaşılabileceğinin habercisidir. Eğer Doğu romanı için böyle bir metot geliştirilecekse dillerin ve alfabelerin farklılığının Avrupa romanından çok daha büyük ve anlamlı farklılıklar göstereceğinin düşünülmesi gerekir. Hatta realist Türk romanı için yerel ağızların romanlardaki kullanımı dikkate alındığında geliştirilecek bilgisayar programının Türkiye’deki ağız araştırmaları ile birlikte ilerleyen bir süreç içerisinde yürümesi gerekir. Tüm bu sebepler sosyolojik, tarihsel ve ideolojik bir içerik okumasının niceliksel verileri yok saymadan fakat araştırmanın yükünün niceliksel verilerin üzerine yıkılmaması gerektiği hakkında ipuçlarıdır. Yapılacak çalışmalar bu bağlamda daha çok Bourdieu’nun, romanın içyapısı ile dış yapısı arasında mekik dokunarak metnin anlam alanının zenginleştirilmesini amaçlayan bir metot üzerine kurgulanırsa her iki metottan da yararlanma ihtimali artar. Metnin içyapısı üzerindeki yorumlar; romanın temel unsurları olarak düşünülen, zaman, mekân ve kişiler dünyası çerçevesinde yoğunlaşır. Metnin dış yapısında başvurulan noktalar; yazarın