• Sonuç bulunamadı

1. YERLİ BİR EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ ÖNERİSİ

1.1. Edebiyat Sosyoloji İlişkisi ve Edebiyat Sosyolojisine Genel Bir Bakış

1.1.2. Edebiyat Sosyolojisinde Genel Yönelimler

1.1.2.3 Edebiyat Sosyolojisinde Metot Problemleri

Edebiyat sosyolojisi, bir bilim olarak sosyolojinin, bir sanat dalı olarak edebiyatın ve bilimsel metotlarla sanat eseri üzerinde yorum yapan edebiyat araştırmasının ortasında kalan bir alana tekabül eder. Bilim dallarının arasında kalmış bir çalışma alanı olarak edebiyat sosyolojisi, araştırmacılar için her yerde ve hiçbir yerdedir. Bir bilimsel kategori olarak ortaya çıkışından bu yana Marksistlerin, fenomenci, idealist, yapısalcı, işlevselci ve eleştirel sosyologların hemen tümünün ilgilendiği bir düşünme biçimi olarak algılanmıştır. Bu alan üzerinde yapılan hayli fazla eleştirel yorumun birbiri ile çelişmemesi dolayısıyla; alanda eklemelerle giderek büyüyen bir teze ispatlayıcı bulunamaması gibi bir problem ortaya çıkmaktadır. Bu durum bize edebiyat sosyolojisi hakkındaki çalışmaların kullandığı değişkenlerin ayıklanıp netleştirilmesi gerektiği düşüncesini yaratır. Bu biçimde edebiyat sosyolojisinin varabileceği sınırlar belirlenebilir (Noble, 2012: 32).

Bilimsel girişim olarak sosyal bilimlerin en büyük zorluklarından birisi, geniş anlamda deneye açık olmamalarıdır. Aydınlanma çağında bilimin hareket noktalarından en önemlileri olarak telakki edebileceğimiz “deney ve gözlemin” arasındaki fark sosyal bilimlerin hâkim bilim paradigmasına eklemlenmesi konusunda ortaya çıkan problemleri anlamak için bir çıkış noktası olabilir. Daha çok gözlemsel bir kategori üzerinden sosyal bilimlerin bu paradigma ile bağlantı kurması muhtemeldir. Çünkü sosyal bilimlerin genelinde olduğu şekliyle, gözlemsel bilimde şartları kontrol etmek zor ya da imkânsızdır. Fakat kabul gören anlamıyla jeoloji, astronomi ve fizik alanları son derece bilimsel olarak kabul edilir. Psikoloji dışındaki sosyal bilimler de gözlem kategorisinde yerlerini almış gibidirler. Sosyoloji de deney ve gözlem kategorilerine eklemlenmek için laboratuvarda gözlemlenmiş

41

bilgilendirilmiş ve iyileştirilmiş çeşitli küçük grupları çalışmalarında deney malzemesi gibi kullanma girişiminde bulunur. Bu küçük gruplar; neredeyse uyduruk koşullar altında ve ortaya çıkan sosyal etkileşimle ilgili nicel bilgiler ışığında incelenmiştir. Bu inceleme metodu kendi içinde büyük kısıtlamalar içerir. Aile, çete, arkadaş grubu gibi birçok grup; bu kısıtlamaların içinde yapay bir özellik kazandıklarından doğru veriler elde edilmesini imkânsız kılar. Sanat ve edebiyat; - özellikle de roman- sosyal bilimlerin bu metodolojik problemine başka bir çıkış yolu sunar. Romancı bir şekilde sosyoloğun yapamadığını yapar. Kişileri çeşitli rolleri oynayabildikleri bir grup durumunda takdim eder. Kişiler ve durumlar az çok hayalidir. Hayali oldukları için bir bilim olarak algılanmak istenen sosyoloji biliminin metotları ile çelişki hâlindedirler. Gerçekler dünyasında değil de yazarın hayal dünyasında vardırlar (Merril, 2012: 120-121). Fakat bu durum ortaya çıkan bilginin bilimsel olarak kabul edilmesine mani değildir. Hatta pek çok roman karakteri; gerçeği geride bırakabilecek bir gerçekliğe sahiptirler. Kemal Tahir’in Beş Romancı Tartışıyor’da gerçekten baba olan ve bu sayede daha iyi baba karakterleri yaratabileceğini iddia eden Orhan Kemal’e verdiği cevap bu durumu anlamlandırmak için oldukça geçerli bir örnektir:

ORHAN KEMAL: Kemal Tahir’in en az konuşacağı, saha… Ben babayım çünkü (Kemal Tahir’e) Sen baba değilsin!

KEMAL TAHİR: (Kahkaha ile) Senin babalığın kaç para eder, Goriot Baba’nın yanında yahu… (Tükel, 1960: 19-20)

Önce Batı’da daha sonra Türkiye’de yapılmış edebiyat sosyolojisi çalışmalarının edebiyat, sosyoloji ve edebiyat araştırması açısından ilk temel çıkmazı, edebiyatın kurgusallığı dolayısıyladır. Fen bilimlerinin yanı sıra sosyal bilimler de çoğunlukla edebiyatı “süfli bir alan olarak telakki etmişlerdir.” (Kayalı, 2012: 201) Bu sebeple herhangi bir sosyal ya da siyasal olayı bir edebî metin üzerinden yorumlamaya kalkmak; bilim adamları için inandırıcılıktan uzak ve ciddiyetsiz bulunmuştur. Bugün dahi fen bilimleri, tarih veya sosyoloji ile ilgilenen bilim insanlarının edebiyatın ve hatta edebiyat araştırmasının ne işe yaradığı konusunda çok da olumlu bir bakış açısı geliştirmediğini söylemek mümkündür. Bir romandan hareketle tarih tezleri oluşturmak elbette ki bilimsel bilgi üretmez. Fakat tarihin karanlık dönemlerini aydınlatmak için edebî bir tür olan destanların verdiği bilgilerden kısmi bir biçimde yararlandığı gibi, bugün de edebiyat araştırmasının metotları hakkında bilgi sahibi olan tarihçiler bu ayırımı yapabilir. Nitekim arketipsel

42

sembolizm konusundaki çalışmalar veya J. Campbell’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” çalışması bu konuda ufuk açıcı çalışmalardır. Bir tarihçi tarihin erken çağlarında oluşmuş destanları, olduğu gibi tarihin akışına eklemlemez. Fakat ondan olabildiğince yararlanır. Homeros’un Batı tarihinin mantığının açıklanmasındaki yerini düşünmek bu konuda bize fikrî bir açılım sunabilir. Tarihçi, Homeros’un eserlerinden dünyayı yöneten Zeus’un çapkınlıklarını veya Hera’nın kıskançlığını çıkarmaz. Fakat bu destan Yunan site devletlerinin sosyal, ideolojik ve siyasal yapısı hakkında yorumlar yapmamızı mümkün kılar.

Edebî metnin bizatihi kendisinin doğrudan bilimsel yönünün bulunduğu konusunda yazar ve şairlerin iddialı bir sosyolojik konumu vardır. Bu konum sanatçıya edebî metnin; bir toplumun geleceğini inşa eden kültürel kodlarını yarattığı iddiasında bulunma imkânını verir. Sosyolojik açıdan bakıldığında edebiyatın toplum hayatında kapsadığı/ edindiği rol; doğrudan doğruya toplum şartlarının edebiyatı etkileyişidir. Bu iki yönlü etki, geleceğe yönelik bir inşa girişimidir. Bu nedenle, bir toplumun genel görünümünü eleştiriyi odağa alarak çatısını kuran toplumcu edebî eserlerin, doğrudan doğruya sosyolojinin deneme ve uygulama alanı olması söz konusudur. Öte yandan edebî eser, yarattığı etkiyle toplumun geleceğini inşa etme sürecinde belirli bir nüfuza sahiptir. “Edebî eserin toplumsal hayat üzerindeki etkisinde de John Berger ve Luckmann’ın sosyal gerçekliğin inşası ya da gerçekliğin sosyal inşası prensibindeki ‘toplum inşa edilen bir gerçekliktir’ düşüncesini, önceki nesillerin ürünlerini ileten dil ve her insanın subjektif gerçekliği öne çıkmaktadır.” (Aydın, 2009) Yani edebiyat çoğunlukla siyaset gibi; geleceği şekillendirecek bir olaylar dizgesinin yaşanarak öğrenildiği bir süreci de kapsar. Ortaya çıkan özgün şartlara göre bir gerçeklik inşası girişiminde bulunur. Çoğunlukla edebiyat sosyolojisi çalışmaları bu inşa etkisini göz ardı ederek; sadece geçmiş eserlerin sosyolojik yapıyla olan ilişkisinin çetelesini tutar. Hâlbuki sosyolojinin edebî esere yönelirken temel amacı, “tarihî açıdan temsil özelliği gösteren bir eserin meydana geliş sürecini açıklığa kavuşturmak olursa eksik bir yönelim olarak kalır. Zira bu girişim, biçimi ve içeriği ile kapsayıcı bir eseri, onun kadar başarılı olamamış başka eserlerden farklı kılan” (Noble, 2012: 40) özelliklerin ne olduğu konusunda bize yeterli bilgiyi veremeyecektir. Dolayısıyla edebiyat sosyolojisinin metot problemlerinden biri edebiyatın sosyal bir gerçeklik inşa etme yeteneğinden çok; edebiyat tarihi gibi çalışan donmuş bir süreç üzerine bina edilme çabasıdır. Oysaki

43

edebî metin geleceğe doğru yapılmış bir fikrî atılımdır. Bu atılımın da yerelden çıkıp evrensele ulaşabilmesi için çeşitli şartları bünyesinde barındırıyor olması gerekir. Edebiyat sosyoloğu bu bağlamda toplumun geleceğinin inşasında edebî metinlerinin etkisi üzerinde düşünmesi elzemdir.

Bugün hâlâ edebiyatın kendi başına var olmadığı, toplum içinde doğduğu ve bir toplumun ifadesi olduğu; yazarı, eseri ve okuru sosyal koşulların belirlediği gibi ilkeler doğrultusunda edebiyat sosyolojisi çalışmaları yapılıyor. Bu çalışmaların ortak özelliği edebî eseri sosyoloji karşısında edilgen bir pozisyonda algılamasıdır. Özellikle 19. yüzyılda bilimsel yöntemlerin kazandığı başarı, eserin nedenlerine yönelik bilimsel metotlarla yapılacak çalışmalara ufuk açmıştır. Edebiyat eleştirisindeki öznel yönün tartışmaya açıklığı 19. yüzyıldan sonra edebiyat araştırmacılarının ve eleştirmenlerin bilimsel ve nesnel sonuçlara ulaşma eğilimine sebep olmuştur. Bu vesile ile edebiyat araştırmacıları sosyolojinin kullandığı bilimsel verilere yaslanarak edebiyat sosyolojisi çalışmalarının başlamasını sağlamışlardır. “Fakat sosyoloji bilimine dayanan edebiyat çalışmalarının büyük bir kısmı edebiyat eleştirisi sayılmaz. Sosyoloji açısından amaç sanat eserlerini anlamak ve değerlendirmek değil; onları kullanarak başka alanlarda bilgi edinmektir.”(Moran, 2001:83,85) Yeni yapılacak edebiyat sosyolojisi çalışmalarının başka alanlara bilgi sağlayacak tali bir çalışma biçimini aşıp edebiyat sosyolojisini kendine ait söz söyleme yetkinliğine sahip bir temel üzerine inşa etme konusunda önerileri bulunmalıdır.

Sosyoloji açısından bakıldığında bilimsel bir bilgi alanı olmanın verdiği cesaretle sosyologların bazen kendi içinde yaratıcılık, bilimsel kriterlere uymama, din, metafizik gibi birçok alanı barındıran; bazen bilge ve inşacı; bazense beklenmedik derecede anlamsız yönelimleri olan “toplum” kavramını bir kobay gibi algılamalarıdır. Hâlbuki sosyolog sıradan halktan esirgenen çok daha engin bir bilgi kaynağına erişmiş ayrıcalıklı bir varlık değil; halkla eşit derecede gözleme tabi tutulan bir toplumsal varlıktır. Sosyolojik bakışla bir eseri eleştirirken sıradan bir okurun da uzman bir edebiyat araştırmacısının veya sosyoloğun da -ne kadar bilimin sağlam zırhlarına bürünürse bürünsünler- kendilerinin de birer estetik beğeni sahibi toplumsal parçalar olduklarını unutmamaları gerekir. Zira modernizm sonrasında; bilim adamı kavramı bazen seçkinci bir eğitim sürecinden geçerek; dünyayı

44

açıklamak için kendi sorularını seslendirerek kültürel bir hegemonya kurmak isteyen bir grup olarak da nitelenebilir (Noble, 2012: 42). Bu bağlamda edebiyat sosyolojisi ile uğraşan sosyologlar; seçkinci aydın bir kesimin düşkün olduğu edebiyatla ilgilenirken klasik sosyolojik teorileri edebiyat alanına uyarlayacaklarsa; edebiyatın bilimsel bilginin katılığından ayrıldığı yerleri fark edip roman, yazar ve okuru “insan” olmanın mucizevi farklılıklarını düşünerek hareket etmelidirler. Bu sebeple estetik, güzellik ve yaratıcılık gibi mekanik bilimsel düşünme biçimi ile çok da uzlaşı kuramamış kavramlara eğilerek, okurun ve yazarın yaratıcı keyfiyetini göz önünde bulundurarak hareket etmeleri gerekir.

Edebiyat sosyolojisine edebiyat araştırması açısından bakıldığında da oldukça farklı tartışma alanları söz konusu olur. Bu durum sosyoloji adına yapılmış edebiyat- sosyolojisi çalışmalarının; edebiyat araştırması adına yapılmış çalışmalardan farklı bir özellik göstermesinin nedenidir. Çünkü edebiyat araştırmacılarının kuramsal çalışmalarının temel hedefi metnin anlaşılmasına yöneliktir. Bu bağlamda metnin daha iyi anlaşılması için toplumsal ilişkilerden, sosyal süreçlerden, siyaset ve politikadan, tarihten ve sosyolojinin ilişkide olduğu alanların tamamından istifade etmeyi amaçlar. Sosyoloji açısından bakıldığında hedef toplumsal yapının çözümlenmesiyken edebiyat açısından bakıldığında hedef edebî metnin anlaşılmasıdır. Sosyolojik yapının edebiyat araştırmasına katkısı metnin anlam alanını zenginleştirecek okumalara kapı aralamasıdır. Bu uzlaşımsızlığı aşabilmek adına Merril’in adlandırması ile “muhayyilede sosyal etkileşim, muhayyilede deneyim ve olay içinde edebî deneyim” kavramlarını kullanmak gerekir. Örneğin Zola’nın Deneysel Roman girişimi veya Balzac’ın büyük ve ispatlanmış bir deney olarak tanımlanan “İnsanlık Komedyası” bahsedilen kavramların tamamını içeren bir girişimdir. Zola; tıpkı bilim adamının yapabildiği gibi, romancının da istediği şekilde deney yapabileceğini iddia eder. Bu deney; tüm olasılıkları göz önüne alınarak oluşturulmuş olduğundan önceden düşünülmüş bir fikri teyit etmeye yardımcı olacak bir sonucu ortaya çıkarır. Bu biçimde çalışan romancılar yazdıkları eserlerde hem yaratıp hem gözlemledikleri yüzlerce karakteri, farklı sosyolojik konumlara sokarak nasıl bir tavır gösterdiklerini izler (Merril, 2012: 123-125). Zola; yaptığı deneyin sonucu ile belki de edebiyat sosyolojisinin metodolojik problemine en uzlaştırıcı cevabı verir:

45

İnsan yalnız değildir. O, toplumda bir sosyal durum altında yaşar. Sonuç olarak biz romancılar, bu sosyal durum fenomenini sürekli değiştiririz. Gerçekte bizim büyük incelememiz; bireyin toplumla, toplumun bireyle etkileşimindedir (Zola, 1893’ten Akt, Merril, 2012:125).

Edebiyat sosyolojisinde eserlerin içeriğinin sosyolojik kriterlerce sınanması dışında farklı bir yaklaşım vardır. Bu yaklaşımda vurgu, edebî metnin aynı zamanda bir üretim özelliği taşımasındadır. Bu üretimi gerçekleştiren yazarın toplumsal konumu üzerine de yoğunlaşan bu yaklaşımın en önemli ismi Fransız Sosyolog Robert Escarpit’tir. Escarpit; “himaye” (Patronaj3) ve üretim maliyetlerinden

hareketle edebî metinlere yaklaşmayı deniyor. Bu yaklaşımda Escarpit; kitle kültürü, edebiyatın ticarileşmesi ve üretim tüketim ilişkilerin edebî metnin şekil ve muhtevasını etkileme olanağı sayesinde sosyoloji ve edebiyat arasında bağlar kurmayı hedefler. Bu bakış açısı yazma eyleminin toplumsal gerekliliği ve hangi tarihî şartlardan beslendiği konusu üzerinde düşünmek için de bir kapı aralar. Örneğin Osmanlı şairleri için yazma gerekliliğini sağlayan temel itki gücü, sarayın sanat ve edebiyat çevreleri için ihsan ettiği ekonomik imkânlardır. Bunun dışında İslam toplumlarının metafizik kaygısı ile şekillenen yazma eyleminin iki ucunu Osmanlının iki büyük şairi Baki ve Fuzuli üzerinden okumak mümkündür. Baki’nin yazma itkisinin sarayın ona sağladığı imkânlarla derin bir ilgisi varken Fuzuli’nin ise bu kaygılara ek olarak metafizik bir itki ile şiirlerini yazdığı söylenebilir.

Bir anlamda toplumu temsil eden “okur” açısından bakıldığında edebiyat sosyolojisi; alımlama estetiği ve okur merkezli kuramlarla birlikte düşünülmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkar. Sosyoloji açısından bakıldığında ise “okur” kitlesinin yaş aralığı, cinsiyeti, ideolojik ve dini yönelimleri; geldikleri toplumsal sınıflar gibi kriterler vasıtası ile toplumun özel bir bölümü olan “okur” kitlesinin ölçülebilir özellikleri ile literatüre geçmesi hesaplanabilir. Elde edilen verilerin zamana göre değişmesi bu istatistiklerin devamlı yapılmasının gerekliliğini ortaya çıkarır. Bu vesile ile örneğin Türkiye’deki tarihî kırılmaların (darbeler, savaşlar, seçimler gibi…) okuyucu üzerindeki etkileri yaş, cinsiyet, meslek gibi kriterlerle ölçülebilir. Fakat bu verilerin edebî metnin anlaşılması problemini önceleyen bir edebiyat araştırmacısı için, tali bir yol olacağı düşünülmelidir. Çünkü edebî eser; yazarı açısından olduğu kadar okuru açısından da yaratıcılık gerektirir. Zira edebî eser tam olarak varlığını okurunun zihninde var eder. Okunmadan önce her eser

3 Benzer bir bakış açısının Türk Edebiyatı (Özellikle Divan Edebiyatı) örneği için; İnalcık, Halil. “Şair ve Patron” 2. Basım. Ankara: Doğu Batı, 2005.

46

henüz tamamlanmamıştır. Yazarının zihnindeki bilgiler, anılar, izlenimlerle kâğıda aktarılan eser; içinde okurun kendi birikimi ile tamamlayacağı oranda yarımdır. Hatta edebî eser; her okurun kendi yaşamı ile farklılık kazanan bir dünyası olduğu için, dünyadaki okur sayısı kadar farklı anlam alanları oluşturan mucizevi doğurganlıkta bir varlıktır.

Edebiyatın okuyucu üzerinde yarattığı sosyal etki farklı biçimlerde ortaya çıkar. Örneğin “ilk dönem romantizminde olduğu gibi, politik olarak hayal kırıklığına uğramış grupların kaçtıkları ve sığındıkları bir alan hâline gelebilir ya da mutlakçılık dönemindeki İspanyol ve Fransız dramatistleri örneklerindeki gibi özel bir tahakküm sistemini yücelterek ve onun eğitim amaçlarına katkıda bulunan ideolojik bir araç işlevi görebilir. Bu işlevlerin okur üzerindeki tepkisine yönelik bir araştırmada, popüler biyografik eserlerde; tanıtılan kahramanların yaşamında; 1930’ların ikinci yarısında politika, iş dünyası ve meslek yaşamı üzerine yoğunlaştığı; 1940’lı yıllardan sonra ise biyografi kahramanlarının tüketim, eğlence ve iletişim alanına yoğunlaştığı görülüyor. Bu demek oluyor ki okuyucular 1930’larda sosyal üretim unsurları ve yöntemleri ile ilgili bilgi satın almışken 1940’lardan sonra bireysel tüketimin unsurları ve yöntemleri hakkında (kişilerin özel yaşamları, hobileri, yemek tercihleri, arkadaşları vb.) hakkında bilgi satın almaktadır.” (Lowenthal, 2012: 84) Bu veriler dünyanın değişen koşullarının yarattığı arz-talep dengesi içerisindeki değişimi göstermesinin yanında edebî okurların sosyal çevreye ve zamana göre edebî eserden bekledikleri şeyin de değiştiğini ifade eder. Aynı zamanda bu veriler; 20. yüzyılın başlarında genel okuyucu kitlesinin bir şirkette yüksek derecede bir müdür olmak için gayret içinde olduğu; bu kuşağın devamındaki okurların ise kahramanları kendisi ile aynı sigara markasını kullanan, futbol izlemekten zevk alan (ya da almayan) kişiler olarak algılamakla tatmin olduğu ve bundan kısır bir mutluluk duyduğu şeklinde sosyolojik bir yoruma imkân tanır. Sosyolojinin sağladığı bu geniş perspektif karşısında; edebiyatı tarihsel analiz için ikincil bir malzeme olarak gören; edebî eserlerin içerdiği psikolojik ve imgesel motiflerin sosyal yansımalarını inceleyen ve adına edebiyat sosyolojisi incelemesi denen alanın oldukça kısır olduğu düşünülebilir. Bu sebeple edebiyat sosyolojisinin; edebiyat araştırmacıları ve sosyologlar arasında birbirine düşman iki grup şeklinde inşa edilen gelişim alanının birbirine yaklaştırılması gereklidir.

47