• Sonuç bulunamadı

2. KENTSELLİĞİN ANATOMİK SINIRSALLIĞI VE DEĞİŞKENLİK:

2.2. Anıtsal Bağlamın İçeriğinde Zamansızlık

2.2.1. Yaygın Örnekleme İçinde Anıtsallığa Genel Bir Bakış

Herşeyden önce mimaride anıtsallık neyi ifade eder? Dahası bir mimari

düzeneğin biçimsel portresi olarak anıtsallığın ipuçları nelerdir? Evet, Anıtsallık ifadesi çağrışım olarak tarih boyunca gücün uzamsal ve simgesel bir karşılığına denk düşer;

aynı zamanda “Monümentalite” kelimesi ise “anıtsal” Türkçe kelimesiyle eşdeğerdir.

Bütün Romen dillerinde kullanılan ve İngilizceye de geçmiş olan “monument,

monumento” sözcüğü de Latincede “monere” (hatırlamak) kökünden gelir ve benzer anlam taşır. Türkçede “büyük ve önemli olayı gelecek kuşaklara tarih boyunca anılatmak için meydana getirilen, göze çarpacak büyüklükte simge niteliğinde yapı”

şeklinde tanımlanmıştır (Sözen 1973, s. 7). Fakat anıt sözcüğü çok daha geniş

kapsamlıdır ve farklı şekillerde yorumlanabilmektedir. Anıt/abide” büyüklük kuramı

çerçevesinde oluşmuş kavramlardan biridir. Örneğin; Koolhaas’a göre büyüklük oluştuğunda oluşan strüktür bir anıt niteliğindedir. Hatta binanın programa yönelik niteliği bile onun anıtsal hale gelmesi için yeterlidir (Koolhaas 1997, s. 81-82, 87). Diğer taraftan anıtsallığı var eden temel güdülerden biride muhakkak ki kalıcılık

ölümlüler için kendilerinden başka her şeyin ölümsüz olduğu ebedi kozmosta yer

edinmeyi bilmenin, kendi ölümsüzlüklerine ulaşmanın yolu ve ölümlü insanın sonsuzluğa kazıdığı izdir (Korkmaz 2001, s. 11). Mimari bağlamındaki dayanaklara

örnek vermek gerekirse, Rossi, Grassi, Aymonino üçlüsü mimarlığı her şeyden önce düşüncenin ifadesi olarak görmekte ve mimari bir kategori olarak kalıcılığın ve anıtsallığın bellek anlamına geldiğini ve kente bir yapı kazandırdığını ileri sürmektedir

(Dostoğlu 1984, s. 19-20). Öyle ki, A. Rossi “Şehrin Mimarisi” kitabında, kentin formasyonunda kalıcılığın önemi üzerinde durur ve mimarlık pratiğini rasyonel ve sürdürülebilir kılan da budur teziyle destekler. Kentin zamana direnen yapısı ve

sürekliliği ile mimarlık için başlangıç noktası ve her zaman başvurabileceği kaynak

olarak gören Rossi, aynı zamanda kentin bir insan yapıtı olarak kalıcılığı (anıtlar ve kentin genel planı (kentin genel strüktürü), bunların zihinde bıraktığı izlerin kalıcılığı olarak iki kalıcılıktan söz etmekte ve kentin kalıcılık ve değişim konusundaki dengeleri

kurabildiği ölçüde canlı kalabileceğini belirtmektedir (Rossi 1984, s. 44-45). Yine,

Rossi kalıcı öğeler ile patolojik olanlar arasındaki ayrımı göstermek için, Padova’daki Palazzo della Ragione’yi örnek göstererek, Palazzo’nun anıtsallığındaki kalıcılığı

deşifre eder. Ona göre, kalıcılıktan, geçmişin biçiminin bu anıtta bugün de

yaşantılanabileceğini değil, geçmişin fiziksel biçiminin farklı işlevler edinmiş olmasını,

içinde bulunduğu kentsel alanı belirleyerek ve önemli bir kentsel odak oluşturmaya

devam ederek işlev görmeyi sürdürüyor olmasına bağlamaktadır. Binanın hayatiliğini kanıtlayan durumun işlevsellik örüntüsüyle olan ilintisine bağlayan Rossi’nin teorisinin

başka kuramsal boyutu, mimaride anıtsallığın, bir strüktüre, ruhani olarak insanları

etkilemiş bir gerçeğin yansımasını ekleyerek hayatın faniliğine karşı başlatılan bir direnişin kurmacasıdır da. Görüleceği üzere kalıcılık tam tersinde ise geçicilik olgusu mimari ve kentsel düzenek bağlamında ele alındığında anıtsallığın mutfağında tarihselliği, bir yönüyle de eskiliği içeren tatlara sahiptir. Bir abidenin “tarihi değerini” onun hem “eskilik değerinden” hem de inşa edildiği zamanki niyet edilmiş anlamından

ayıran Alois Riegl, yüzyıldan da fazla bir zaman önce geçmişten bugüne kalanın sadece

zamanın tortularını bugüne taşıyan, ya da tarihi belge işlevini gören taş ve tuğla değil, aynı zamanda o abidenin yaşamı süresince toplum tarafından farklı anlamlar yüklenen bir varlık

olduğunu iddia etmiştir. Ama Riegl’dan uzun zaman önce de bazı mimarlar, tasarımlarında

tarihi binaları zamanın kent içinde biriktirdiği abideler olarak dikkate almaya değin bir mimarlık kuramı geliştirmişlerdi. Fransız ihtilalinin getirdiği liberal ortamdan faydalanan

geliştirmemiş, belki de geçmiş zamanı muhafaza etme, zamanın imgeleri içerisinde

gezintiler yapma düşüncesine de vesile olmuşlardır.

Konuyu tekrar anıtsallık bağlamında değerlendirdiğimizde, yukarıda bahsettiğimiz gibi monumental ifadesini biraz daha deşelemek gerekecektir.

Monümentalin taşıdığı anlamsal bağıntıların mimari güzergâhtaki karşılığına bakılacak

olursa, monümental ifadesi, normal biçimlerin dışındaki kabullere dayanarak, gözün her zaman görmeye alışmadığı daha belirgin biçimleri yan yana getirerek veya gruplar

oluşturarak yaratılan mimari anlamlandırmadır diyebiliriz. Ancak burada şunun da altını çizmekte yarar vardır, anıtsal ögeleri oluşturan elemanların her biri tek tek anıtsal bir içerikte olmasa da bu elemanlar düzenli bir dizi halinde toplu bir görüntü sağladığı

zaman monümental ifade doğabilir. Doğabilir diyoruz çünkü doğmayabilir de. Bu elemanları yan yana getirmekteki ustalık ve acemilik o bir araya gelen kompozisyonu

monümental yapabilir veya yapmayabilir de. Yani monümental bir kompozisyonu

yaratmak belli bir görenek, bilgi veya ustalık isteyebilir. Ancak şunu da söyleyelim ki,

monümental diye yan yana dizilen her mimari eleman her zaman anıtsal ifade ortaya çıkarmaz. Doğa içinde büyük kompozisyonların tasarımında insan ölçüsü belirleyici bir ölçeği oluşturur. Tasarım süreci içerisinde mimari elemanın, insan ölçüsü karşısında

onu ezici, yok edici, ürkütücü bir ifade taşıyacak büyüklükte olması tabii ki sakıncalıdır.

O yüzden mimari ve heykelde gözetilen ölçek her zaman için insan ölçeği olmuştur. Öte yandan monümental karakter taşıyan yapı malzemesi de çok önemli bir unsurdur. Diğer yanıyla mimaride monümental ifadenin subjektif tarafları da yok değildir. Kişilere göre mimari ifadedeki karakter ve değerlendirme değişebilir. Zamansal yayılım içinde konuya bakıldığında anıtsallık konusu farklı kültür ve coğrafyalarda kendini

farklı şekillerde göstermektedir. Eski zamanlardan günümüze kadar sosyo, ekonomik ve

kültürel yapının etkileriyle oluşan/belirlenen/adlandırılan değişen fikirlerin çarpıcı

mimariye dönüştüğü görülmektedir.

Konu mimarlık tarihi döngüsü içeriğiyle değerlendirildiğinde anıtsallık ifadesi tarihler boyunca boyutsal bir düzenek olarak ihtişamı da barındıran içeriğiyle farklı işlevlerdeki bina ya da bina gruplarında kendini göstermiştir. Konut (köşk, kasır vb.),

dini yapılar (kilise, cami vb.), saraylar, gösteri merkezleri, idari binalar vb. olarak

sıralanmaktadır. Özellikle simgeselliği, anıtsallığı, kalıcılığı olan mekânlar farklılıklarıyla ihtişamı oluşturabilmektedir. Aynı zamanda bu bina türleri saygınlık- prestij, güç gereksinmelerini öncelikli olarak karşılanması istenilen mekânlar olmaktadır. Yani bina tipolojisi de çalışmada ele alınan konu bağlamında önemli temel

boyutlardandır. Mimarlıkta boyutsal içeriğin anıtsallığa doğru evrilen hattı, klasik mimarinin modern mimarlıkla yüzleştiği sahnelerde de yine anlam dizgelerindeki geçirgenlik sebebiyle tartışma konusu olmaya devam etmiştir.

19. yüzyılda anıtsallığın klasik mimariye dayalı biçimsel dili, klasik mimarlıkta

strüktürel rasyonalitenin mimari ilerlemesiyle başka bir pencere açmıştır. Klasik mimari

unsurlarının ahşaptan taşa dönüşmüş olmasının farkındalığıyla ortaya çıkmış olan ilerleme fikri, uzun zaman teknik alanda donduktan sonra, belki de Perrault, Soufflot gibi mimarların ve köprü mühendislerinin uygulamalarında taştan yapılara yeni boyutlar veren inşaat demirinin ortaya çıkmasıyla yeniden canlanmış bulunmaktaydı. Ancak 19. yüzyılda, hala şiddetle savunanları olsa da ilerlemenin illaki klasik mimarlık geleneği

içerisinde olmasının lüzumu bulunmadığını ileri sürenler beliriverdi. Alman mimar Carl

Botticher bunlardan biridir. 1846 yılında yazdığı bir makalede bir üsluplar karmaşası

içerisinde olan Almanya’da çağdaş mimari üslubunun ne olması gerektiğini sorgulayan

Botticher, demirin mühendislerin elinde ne gibi yeni biçimler aldığının bilinciyle hareket etmiştir, yani bir mimari üslubun ancak yeni bir yapı malzemesinden

doğacağını, bunun da demirden başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Aynı

zamanlardan itibaren Fransa’da Gotik mimarlığın en önemli savunucusu haline gelmiş Eugene Emmanuel Viollet-le-Duc ise, Gotik mimarlıkta görülen az ve hafif malzemeyle geniş iç-mekânlar oluşturma tekniğinin demir strüktürlerle gerçekleştirilebileceğini

savunmuştur. Yine 19. yüzyılın tarihselciligi içinde “anıt” fikrinin özellikle antik Yunan

ve Roma devrinin anıtsal yapılarıyla kıyaslanabilir “milli” değerler bağlamında ortaya

çıktığı gerçeğine ayrı bir yer açmak gerekmektedir. Öyle ki, tarihselciliğin içerisindeki

anıtsallık düşüncesi, koruma düşüncesi ya da pratiğinin içerisinde başka bir bünyeye trans etmiştir. Avrupalıların toplumların tarihe yapmış oldukları katkının en bariz ifadesi olarak kamu yapılarını anlamaya ve korumaya özen göstermesi bunun göstergesidir. Aslında anıtsallığa duyulan ihtiyaç büyük bir arzunun tarihsel kanıtıydı. Milli kimliğin rekonstrüksiyonunda ayrı bir aidiyet aksına sahip bu örüntü tarihselciliğin içerisindeki büyüsünü yadsınamaz bir şekilde mimarlıkta üslup arayışlarının gelecekçi hattında bile daima muhafaza etmiştir. Zaten öyle olmasaydı,

siyasî otoritenin, özel girişimcilerin ve nihayetinde Baron Haussmann’ın Paris’in sivil mimari geçmişinin yok edildiği 18. ve 19. yüzyıllar boyunca birçok yeni Roma tarzı

zafer takları, kolonlar (obelisk) ve Neo-Klasik meydanlar yapılmış olması, ama aynı zamanda da birçok ortaçağ kilise ve kalesinin restore edilmeleri manidardır. Gene 19. yüzyılda Viyana’nın eski kale surlarının yıkılmasıyla oluşan Ringstrasse’nin Neo-

Klasik, Neo-Gotik gibi tarihselci-diriltmeci üslupta anıtsal yapılarla donatılması, sivil mimarinin (hatta askeri mimarinin) anıtsallık anlayışının hala dışında kaldığına işaret etmektedir (Tuztaşı ve Civelek 2011, s. 276).

Öte yandan 20. yüzyıl sonrası mimarlık döneminde ise teknolojinin gelişmesiyle anıtsallık başka birçok girdiyle ilişkilendirilmiştir ki, özellikle ölçek bağlamında değerlendirildiğinde boyut (yatay ve düşeylikler) kolaylıkla aşılma fırsatına

kavuşmuştur. Örneğin bu tasarım girdileriyle kurgulanan Petronas Kulesi, etkileyiciliğiyle anıtsallığı başka bir sahneye taşımaktadır. Görüldüğü üzere Antik

Dönem, Ortaçağ, Rönesans, 17.-18. yüzyıl Aydınlanma Dönemi mimarisi, 19. yüzyıl

mimarisi ve 20. yüzyıl sonrası mimarlık dönemlerinde anıtsallık bazen biçimin bazen de

ölçü/oran, teknoloji gibi kalitelerinin etkili olduğu farklı neden, derece ve biçimlenmelerle mimarlıkta yer almaktadır. Otoriter gücün temsiliyeti noktasında çağlar

boyunca başvuru kaynağı olan mimaride anıtsallık sembolik içeriği tamamlayan bir zırh gibidir. Mimarlık eyleminin en önemli iki müşterisi politik ve dini gücü elinde tutanlar daima büyük yapı faaliyetlerinde anıtsal mimariyi metalaştırmaya çalışmışlardır.

Anıtsal mimarinin, dinsel ve kralı yücelten tapınak, mezar ve saray yapımında ortaya çıktığı, baskın ideolojilerin ve grupların değerlerini simgelediği ve devlet propagandası

için bir araç olarak kullanıldığı ortadadır. İki dünya savaşı arasında Avrupa’da yönetime gelen totaliter rejimler de yalnız inançlarını sembolize etmek için değil, yerlerini ülke

içinde ve dışında güçlendirmek için de mimariye ve kent planlamaya dikkate değer bir özen göstermişlerdir. Toplumsal ve politik açıdan çalkantılı dönemlerden sonra yönetime gelen bu hükümetler, anıtsal ve gösterişli mimarlık ürünleri ile güçlü devlet imajı yaratmayı, bu sayede toplumda güvenlik duygusu ve bundan kaynaklanan bir

saygı uyandırmayı amaçlıyorlardı. Gerek insan ölçeği üzerindeki boyutları gerekse

kullanılan dil ile anıtsallığı vurgulayan mimari, devlet otoritesini göstermenin yanı sıra,

bireylere toplumun parçası olarak önemli olduklarını hissettirerek halkın desteğini kazanma görevini de yükleniyordu (Ceylan 2003, s. 18-19).

Mimarlık eleştirmeni Siegfried Giedion’un 1946 yılının Eylül ayında Londra’daki Britanyalı Mimarlar Kraliyet Enstitüsü’nde yaptığı konuşmanın konusu Architectural Review dergisinin yayımcıları tarafından o kadar önemli bulunmuştu ki, söz konusu yayımcılar Yeni Mimari akımının ileri gelen bazı mimar ve teorisyenlerini

Giedion’un “Yeni Bir Anıtsallığa Duyulan İhtiyaç” konuşmasındaki savlarını tartışmak

üzere davet etmişlerdi. Tartışma etkinliğine Walter Gropius, Henry Russel Hitchcock,

katılmıştı. Tartışmanın temel konusu, klasik modern mimari tarihinde temel oluşturan ilk öz eleştiri idi (Schivelbusch 2014, s. 9). Bir önceki yüzyılda baş gösteren tarihselcilik ve eklektisizm akımları ile mücadelede mimarinin teknik ve işlevsel boyutlarına belki de gereğinden fazla tek taraflı bir şekilde yoğunlaşıp, mimariyi ezelden beri teknoloji ve mühendislikten farklı kılan hususun, yani günlük yararlı

şeylerin ötesinde, ihtiyaç ve duygulardan oluşan bütünün ihmal edildiğinin idrak

edilmesi. Giedion’a göre;

İnsanlar, baktıklarında kendilerini görebilecekleri ve sadece amaca uygun olmaktan fazlasını sunabilen yapılar istiyor. Mimarinin kendileri için önem arz eden hususları ifade etmesini arzuluyor. Zengin, heybetli ve duygusal olmasını diliyor. Anıtsallık, büyük sosyal simgeselliğe duyulan kadim ihtiyacın yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu isteği sürekli bastırmak mümkün değildir (Schivelbusch 2014, s. 9).

Evet, Giedion’un bahsettiği şekliyle mimaride anıtsallığı çevreleyen esas şey duyusal ihtiyaçla şekillenen bir simgesel içeriktir. Her ne kadar Vittorio Gregotti’nde dediği gibi mimari anıt ile mimarlığın özgün morfolojik niteliği arasında bir ayrım yapmak zor olsa da temelde simgesellik, mimari anıt ile mimarlığın morfolojisindeki temel sıyrılışı göstermektedir (Gregotti 2015, s. 87).

Başka bir bağlamda değerlendirilecek olursa anıtsallık gerçekte hiçbir forma

tabii olmayıp ancak bir ölçek problemidir. Örneğin modern mimarinin benimsediği ve ufak ölçeğe bağlılığıyla ifade ettiği hümanist ideal (Rönesans düşüncesi uzantısındaki bu idealin Le Corbusier’den el alarak geliştiği iddia edilebilir) ister istemez anıtsallık problemini de etkilemiştir. Belki de bu durum, modern mimariden anıtsallığı kaldırmak gibi görünebilir; fakat anıtsallık ya da anıtsal içerik diyelim mimaride gerçek ve ebedi niteliklere sahip bir mimari ölçeğin tezahürüdür. Fakat burada şu da yadsınamaz ki; mimarlık içinde belleğin değeri üzerine gerçekleştirilen son otuz yılın tartışmaları ile

anıt kavramı arasında reddedilemez bir ilişki vardır. Öyle ki; belleğin yitirilen yüzü anıtın sürekliliğindeki bir kopuşu da beraberinde getirmiştir. Vittorio Gregotti bellek ve anıt arasındaki ilişkinin daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu belirtir. Ona göre,

tarihsel avanta-garde’lar bellekle açıkça polemiğe girerek olağanüstü heybetli anıtlar dikmişlerdi. Bunlar hem temaları ve morfolojik değerleri hem de belirgin kolektif anlamlarından ötürü etkileyicidirler. Söz edilen anlam ister tekrar edilemez ve biricik sayılsın, isterse yeniden yorumlanması ve tekrarı umulan kayda değer bir örnek olarak görülsün, bu böyledir (Gregotti 2015, s. 91).

Öte yandan, anıt düşüncesi konusunda modern hareketten bazı mimarların

sergiledikleri polemik yaklaşımı tamamen bir kenara iten moda tutumu benimsemek de

yapıtın muhatapları üzerinde yaratacağı etkiyi kurma çabası, kitsch yaratmak için

kullanılan klasik yollardan birisiydi. Walter Gropius, anıt ve işlevselcilik geleneği

üzerine 1948 yılında The Architectural Review tarafından başlatılan bir tartışmaya

verdiği cevapta Tennessee Valley Authority tarafından gerçekleştiren bir dizi arazi dönüşümünü ısrarla büyük bir anıt olarak değerlendirdiğini belirterek anıt konusundaki modern kavramsallaştırmanın ne kadar geniş ve alışılmamış olabileceğini göstermişti.

Dahası, kullanım amacını ya da anlamını bilmediğimiz bazı nesneleri bile, nadirliklerini

kanıt ya da ipucu olarak kabul ederek ya da isimlendirdikleri, erişimini kısıtladıkları ve böylelikle dönüştürdükleri araziye çok özel ilişkileri nedeniyle anıt mertebesine

çıkardığımız olmuştur. Burada anıt, harika, olağanüstü, şaşırtıcı kavramına yaklaşır.

Marcel Duchamp’ın bizi öğrettiği gibi, yeni bir yorumlanışından kaynaklanıyorsa,

sıradan bir nesne bile bir müzenin içinde olduğu takdirde bir anıta dönüşebilir.

Buraya kadar anıtsallığın anlam dizgelerine ilişkin saptamalar mimarlık tarihinin devingen akıntısı içerisinde anıtsal mimarinin ifadelendirilmesi bağlamında değerlendirilerek tektonik içeriğe yönelik yorumlar yapıldı. Otoriter statünün kentsel ve mimari düzenek içerisinde başat başvuru kaynaklarından olan anıtsallık ifadesi üslupsal kayganlığın ötesinde özellikle boyuta/ölçeğe bağlı yapısal kurgusuyla zaman ötesi bir kavrayışın da ürünüdür. Özellikle mimaride anıtsallığı var eden girdiler kimi zaman daha örtük anlamlar içerse de bir yapıtın ete kemiğe bürünen simgeselliği doğrudan onun anıtsallık payesi almasını mümkün kılmaktadır. Anıtsallık kalıcılığı refere eden bir düzenekte ele alındığında ise tipolojik örgüye bağımlı kalmadan mimaride çeşitliliğe

fırsat veren çok geniş bir perspektif sunmaktadır. Bir sonraki bölümde Sivas kentinde

Ortaçağ’dan başlayarak mimaride anıtsallığın süreklilik arz eden dinamik örüntüsünün modern mimariye varıncaya kadar nasıl bir strüktürel kurguyu barındırdığı

deşelenecektir. Anıtsallığın araçsallaştırılma rotasında kullanılan dizgelerin

değişkenliğinin de sorgulanacağı bölümde kalıtsal bir izleğin varlığı da gözden

geçirilmiş olacaktır.

2.2.2. Sivas Kentinde Anıtsallığın Historiyografik Bağıntıları: Mekânsal ve Yapısal