• Sonuç bulunamadı

2. Bölüm Literatür

2.2. Yaşamda Anlam

2.2.4. Yaşamda anlam ve kültür

bakış açısını, duygularını ve düşünme biçimine yönelik tepkilerini etkileyen bir unsurdur (Aktaş & Şimşek, 2014).

Toplum, sürekli olarak değişen ve kendini yenileyen bir yapıdadır. Bu değişime etki eden en önemli iki unsur, bilim ve düşünceyle ilgili çalışmalar olmaktadır. Çünkü bilimsel faaliyetlerin sonucunda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler, bireylerin yaşam biçimlerini etkilerken, düşünceye yönelik faaliyetler de kişilerin bakış açısını

değiştirmektedir (Aydınlı, 2006). Toplumların gelişmesiyle birlikte iletişim, teknoloji ve haberleşmenin yanı sıra, medya, ulaşım, sanat, sağlık, mimari gibi birçok alanda da hızlı bir değişim ve gelişim yaşanmaktadır. Bu gelişimler bir yandan bireylerin yaşam

kalitesini arttırmaya çalışırken, bir yandan da çağdaş insanın depresyon, kaygı, yalnızlık, umutsuzluk ve bu gibi psikolojik travmaları yaşamasına sebep olmaktadır.

Bunun sonucunda varoluşsal anlam problemi ortaya çıkmaktadır (Şentürk & Yakut, 2014). Hayata bakışında farklılaşmalar meydana gelen bireyler, yaşamda anlam bulma konusunda eskiye oranla daha çok zorlanmaya başlamıştır (Başkaya, 2013).

Aydınlanmaya karşı olan Schopenhauer, dünyanın özünün irade olduğunu düşünmektedir. Ona göre irade, farklı bir anlama gelmektedir. Bu doğrultuda irade denetim mekanizması değil, dürtüleri kontrol eden, aklın denetiminde olmayan ve özümüzden gelen bir güçtür (Schopenhaur, 2017).

Bilişim teknolojilerinin yaygınlaşması bilgi akışını hızlandırarak, zaman ve mekân gibi kavramların ötesine geçilmesini sağlamış, dolayısıyla ortaya yeni küresel değerlerin çıkmasına sebep olmuştur (Yurdabakan, 2002). May’e (2014) göre, toplumsal kültür nedeniyle bireyler yalnızca üretici veya tüketici materyaller haline dönüşmektedir. Bir makineden çıkan seri üretim haline gelmeye başlayan birey, kendisini manipüle ederek kişisellikten ve insanilikten uzaklaşmaktadır.

Küreselleşme kavramı, yeni bir kavram olmasına rağmen son zamanlarda sıklıkla bahsedilen bir olgu haline gelmiştir. İnsanların tek bir dünya içinde yaşadığını,

bireylerin hatta ulusların birbirine bağımlı haline geldiğini vurgulayan bir kavram olmaktadır (Giddens, 2012). Nüfustaki değişimler, ekonomik gelişmeler, aile biçiminin ve bireylerin yaşam tarzlarının değişmesi gibi toplum yapısında meydana gelen

gelişmeler, küreselleşmenin yol açtığı durumlardır (Balay, 2004). Küreselleşmenin etkisiyle istediği her şeye anında ulaşabilen birey, üretici konumundan tüketici konumuna geçiş yapmıştır. Temel ihtiyaçlar dışında kalan zamanın gerektirdiği işler, bireylerin kendileriyle daha az zaman geçirmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla kişiler iç seslerine daha az kulak vererek kendilerine yabancılaşmışlardır. Demirezen (2015), tüketim toplumlarında ortaya çıkan yabancılaşmanın, kapitalist güçler tarafından daha fazla kâr elde etmek amacıyla istek ve arzuların oluşturulması ve bunların

yönlendirildiği nesnelerin üretilmesi, sonuç olarak da bu nesnelerin peşinden koşan bireylerin kendini gerçekleştirememesi olduğunu ifade etmektedir.

Bireyler yabancılaşma sorununun çözümünü zaman zaman tüketimde bulmaya çalışmıştır. Fakat bu durum, insanı daha büyük bir çıkmazın içine sürüklemiştir. İçsel süreçlere yönelik farkındalık düzeyi gittikçe düşmeye başlayan insanın manevi bunalımları artmaktadır. Modernizm kendini sürekli yenileyerek kendinden önce var olan yapıları yok saymaya çalışmaktadır. Dolayısıyla gelenek ile bireylerin arası git gide açılmaktadır. Geçmiş ile bağları kopan insan, zamanla kendini modernizmin içinde şekillenmeye bırakmaktadır. Özünden bu şekilde kopan birey, böylelikle yabancılaşma sürecine girmektedir (Işık, 2013). Merter (2012) insani değerlerin güneşin altındaki buz gibi eridiğini, dolayısıyla bireylerin kim olduğuna dair sorgulamalarda sıkışıp kaldığını ifade etmektedir.

Teknoloji, bireyler arasındaki toplumsal bağların kopmasına ve sosyal ilişkilerin gerilemesine sebep olmuştur. Geleneksel kültürde bulunan tutum ve davranışlar zamanla geri planda kalmıştır. Yalnızlaşan birey, hem kendine hem başkalarına güvenme konusunda sıkıntılar yaşamaya, duygusal soyutlanmaya veya aşırı stres gibi süreçlerle karşılaşmaya başlamıştır (Hayta, 2002).

Bireylerin yaşamının anlamsız hale gelmesi sonucunda değersizlik, güçsüzlük, yalnızlık gibi duygular ortaya çıkmaktadır. Bu duygular, insanda oluşan umutsuzluğun birer göstergesi olmaktadır. Kişiler umutsuzluk duygusundan kurtulabilmek için birçok yola başvurmaktadır. Endüstrileşme nedeniyle ortaya çıkan tüketim çılgınlığı bunlardan bir tanesidir. Kişiler içsel boşluğunu, elde ettiği ve aldığı ürünlerle doldurmaya çalışarak umutsuzluğunun üstünü örtmektedir. Bilinçsiz olarak doldurulmaya çalışılan

değerlerden diğeri ise para, güç, saygınlık, başarı gibi tutkulardır. Birey bu tutkular sayesinde hayatta var olma ve yer edinme ihtiyaçlarını karşılayarak içinde barındırdığı boşluk duygusunu yok etmeye çalışmaktadır (Fromm, 1996).

Günümüz insanı yaşamda meydana gelen değişiklikler nedeniyle nevroz yaşamakta ve sonucunda ortaya çıkan endişe duygusunu bastırabilmek için teknoloji, alkol, ilaç, uyuşturucu ve gerçekçi olmayan ilişkilerle tatmin olmaya çalışmaktadır.

Fakat insanoğlu ne yaparsa yapsın içindeki boşluğu, bu gibi şeylerle

dolduramamaktadır. Dolayısıyla mutsuz, doyumsuz ve korku dolu insanlık ortaya çıkmaktadır (May, 2014). Doğan’a (1991) göre bunun sonucunda kuşaklar arası iletişimsizlik, madde bağımlılığı, akademik başarısızlık, sosyal ve psikolojik

problemler, amaçsızlık, kimlik bunalımı, yalnızlık, stres ve güvensizlik gibi sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

Endüstriyel yaşam, sahip olma duygusunu arttırarak insanların hep daha fazlasını istemesine sebep olmaktadır. Ancak mutlu bir yaşamın sırrı sahip olmak değil, kişinin kendisi olabilmesidir. Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalım sürecinin

temelinde bu etken yatmaktadır. Dolayısıyla bireylerin depresyon ve sıkıntılardan kurtulabilmesi için varlığını yeniden anlamlandırması gerekmektedir (Fromm, 1996).

21. yüzyılda kültürel değerlere ve değerler eğitimine giderek önem verilmeye başlanmıştır. Bu eğilim yozlaşmaya doğru giden nesli kurtarmaya yönelik çabalar olarak görülmektedir. Çünkü sorumluluk sahibi olamamış, duygu yoksunluğu yaşayan, çevresine karşı duyarsız olan neslin ancak evrensel değerler aracılığıyla kazanılabileceği düşünülmektedir (Ok, 2016).

Kültür, insan davranışlarına yön veren bir unsur olması sebebiyle yaşamda anlama etki eden faktörlerden birisidir. Teknoloji ve sanayi alanındaki değişimler, toplum ve kültür üzerinde, dolayısıyla da bireylerin yaşam standartlarında ve hayata bakış

açılarında farklılıklar oluşturmaktadır. Her amacına ve arzusuna kolayca ulaşan birey, varlığının amacını daha çok sorgulamaya başlamaktadır. Varoluşunu hissetmek isteyen toplumlar alışveriş, sosyal medya, para, bağımlılık yapıcı maddeler veya şöhret gibi unsurları yaşamı anlamlandırmak için kullanmaktadır. Bu gibi geçici amaçlar

tükendikten sonra bireyde mutsuzluk, kaygı, güvensizlik gibi duygular ve sonucunda psikolojik problemler ortaya çıkmaktadır.