• Sonuç bulunamadı

1. Varlık Araştırmasının Konusu Olarak Doğa

1.2. Doğaya Dönüşte Ontolojik Kavrayış

1.2.3. Varlığın İlkesi Olarak Güç

Değişim ve bireyselleşme ilkesi, varlık felsefesinin ve doğa felsefesinin temel sorunları arasındadır. Dolayısıyla bir varlık ya da doğa araştırması ele alınırken bilhassa bireyselleşme ilkesi sorununu ele alış tarzı bu felsefenin dayanaklarını ortaya koyabilmek açısından önemlidir. Leibniz’i Descartes’tan ayıran temel niteliği de değişim ve bireyselleşme ilkesi araştırmasına verdiği ağırlıkla ilintilidir. Değişimi ve bireyselleşmeyi içsel bir ilkeyle ve istekle ilişkilendiren Leibniz, bu ilişkilendirmeyle mekanik nedenselliğe eleştirel bir madde kavrayışı geliştirmiştir. Leibniz’de algı ve istek bireyselleşme açısından önemli iki kavramdır. Filozofa göre algı, “birlikte ya da basit tözde bir çokluğu içeren ve temsil eden geçici hal” dir (Leibniz, 1999 : 79). İstek ise algıdan algıya geçiş ya da değişim yönündeki ilke olarak tanımlanır. Bu ilkenin içsel olması ve mekanik nedenlerle açıklanamaması doğa felsefesi açısından karakteristiktir. Etkinliğin içsel bir ilke ile gerçekleşmesi ve bunun tüm monadların niteliği olması tözselliğin tüm varolanlar alanını kuşattığını duyurur.

Leibniz’in mekanikçi yaklaşıma eleştirisi ve monadları algı olanağı ile tanımlaması onu Descartes’ın mekanikçiliğinden ayıran en temel niteliğidir.

38

Algıya dayanan bir töz anlayışı tüm varolanları eşit düzleme taşıması gerekirken akıl ise Leibniz’de de ayırıcı niteliğe sahiptir. Akıllı ruha sahip olan insan, bu olanağıyla Tanrının bilgisine ulaşabilir. Leibniz ontolojide eşitler gözüktüğü varolanları epistemolojide ayırmaya girişir. Ussal ile olgusal olan ve irade ve akıl arasındaki ayrım monadlar arasındaki ayrımın dayanağını oluşturur. Leibniz’e göre ereksel neden olan Tanrı ve diğer varlıklar arasındaki bu anlamıyla sınırlı ve sınırsız bir doğaya sahip olma ayrımı da belirginleşir. Bu ayrımın önemli bir nedeni de Leibniz’in varlık anlayışında türümsel bir açıklamayı getirmesidir: “[Y]aratılmış ya da birbirinden çıkarılmış monadların hepsi, türümsel olarak (aşama aşama) veya canlı varlığın imgesel algılaması ile sınırlı kalarak, ilahi varlığın dışarı sürekli saçınımıyla doğarlar. Sınırlılık bunlarda temeldir” (Leibniz, 1999 : 85).

Güç ve etkinlik arasındaki ilişki varlık anlayışına dayanır. Leibniz bu ayrımı yaparken yine algı düzeylerine gönderme yapar ve içeriden dışarıya doğru bir edimselliğin etkin bir durumu dışarıdan içeriye bir edimselliğin ise edilgin bir durumu anlattığını söyler. Leibniz’in güç kavramı varlık anlayışı açısından bilhassa üzerinde durulmaya değerdir. Çünkü güç, Leibniz’in mekanikçi anlayıştan farklı bir yön belirlemesi açısından ve Spinoza’yla karşılaştırılması açısından bir öneme sahiptir. Buna rağmen Leibniz, “doğanın makineleri, yani canlı cisimler sonsuza kadar en küçük parçalarında da makinedirler” yaklaşımıyla mekanikçi tutumu da bir başka minvalde sürdürür. Leibniz’de güç ile algının birbiriyle bağıntısı onun bireysellik kavrayışına içeriğini de verir: “Monadlar nesnede değil, nesneye ait bilgideki değişiklikte sınırlanmıştır. Hepsi karmaşık bir şekilde sonsuzluğa, bütüne doğru meylederler, fakat açık algıların dereceleri ile ayırt edilmiş ve sınırlanmışlardır” (Leibniz, 1999 : 88). Monadın nesneden ya da cisimden farklılığını vurgulayan bu uyarı Descartes’ın aksine cismin mutlak uzamsallığının da eleştirisidir. Leibniz’e göre cismin uzamsal yanında tözsel bir yanı da vardır ve daha da ötesi “cismani ve mekanik doğanın genel ilkeleri yine de geometrik olmaktan ziyade metafiziktir” (Leibniz, 2010 : 63). Dönemin mekanikçi eğilimine karşı bu radikal tutum itibariyle Leibniz’in de Spinoza gibi bu ayrılmada güç kavramına vurgu yaptığı görülür. Leibniz “gücü devinimin niceliğinden ayrı olarak ele almak” gerektiğini düşünürken bunun metafizik

39

ilkelerin araştırılması için de bir koşul olduğunu söyler. Spinoza da özellikle birey araştırmasında güç kavramına gönderme yapar.

Tüm varolanları monad tasarımıyla bütünleştirmiş gibi görünen Leibniz’in varlık anlayışı 17.yy.’ın genel mekanikçi eğilimi düşünüldüğünde güç ve algı düzeyleriyle birlikte bu eğilimden mutlak bir farklılaşmaya işaret eder. Spinoza da ontolojik araştırmada birey ve güç kavramlarına vurgu yapsa da iki filozofun temel farklılığı onların ereksellik anlayışında sarihleşir. Spinoza “Tanrı ya da Doğa”dan bahsederken sadece içkin nedene gönderme yaparken Leibniz Tanrı’ya hem yaratıcılık hem de ereksel neden atfeder. Bu Spinoza ile Leibniz arasındaki ontolojik ayrılmanın saiklerinden biridir: “[B]ütün varolanların ve doğa yasalarının ana ilkesinin aranması gereken yer ereksel nedenlerdir” (Leibniz, 2010 : 64).

Modern bilimin doğuşu ve dönemin felsefesine yansıması Descrates’ın uzay ile maddeyi özdeşleştirmesi ve mekanikçi kavrayışıyla doğrudan görünür hale gelirken 17. yy. filozoflarının benzer varlık anlayışlarına sahip olduğu söylenemez. Bu dönemin varlık kavrayışının genel özelliklerinden biri olan kartezyen eğilimin o dönemin matematikçi ve fizikçi kavrayışından kaynaklandığı bilinir. Oysa böyle bir eğilimin felsefedeki metodolojik benzerlikler dışında varlık anlayışlarında bariz farklılıklara tanık olunur. Bu ayırım temel olarak beden ve düşünce arasındaki ilişkinin izahında tezahür eder. Diğer taraftan Leibniz’in algı ve güç kavramları, Spinoza’nın ise hem içkin (immanent) nedene gönderme yapması hem de ontolojik ilke olarak conatus’u belirlemesi bu iki filozofun Descartes’ın temsil ettiği kartezyen eğilimin ötesine taşır.

Benzer Belgeler