• Sonuç bulunamadı

1. Varlık Araştırmasının Konusu Olarak Doğa

1.2. Doğaya Dönüşte Ontolojik Kavrayış

1.2.4. Anti-Kartezyenist Olarak Spinoza

Spinoza’yı bir yandan yaşadığı çağın bilimsel ve felsefi kavrayışın etkisinde ele almak diğer yandan bu bilimsel ve felsefi kavrayışın açmazlarını aşan yönlerini tayin edebilmek için onun 17.yy.’ın genel felsefi kavrayışından ayırdını ifşa etmek önemli gözükmektedir

40

Spinoza’yı dönemin genel eğiliminden ayıran asıl özeliklerden birisi onun insan anlayışının doğa-töz kavrayışıyla koşullu kuruluşudur. E.M. Curley’e göre Spinoza,

“insanbiçimci Kartezyen alternatifi birçok nedenle kabul edemez. Öncelikle, istenç edimleri belirli bir zamanda yer alan bir tür şey olduğundan O, sonsuz olduğu düşünülen bir şeye bir zamansal kavramı uygular. Ama daha da önemlisi O gerçek bir açıklama sunmadı. O, bir solukta bir neden olarak Tanrının istencini konutladı ve sonra da bu nedenin kolayca karşıt bir etkiye sahip olmuş olduğunu kabul etti” (Curley, 1969 : 158).

Roger Ariev’in Spinoza’nın felsefesini “Ortaçağ teorisi ve Kartezyen unsurların bir sentezi” (Ariew, 1986 : 16) olarak yorumlamasının aksini düşünen Curley’in her ne kadar Spinoza’nın anti-kartezyenciliğini yeterince kanıtlayamamış olduğunu düşünse de Spinoza’nın felsefesinin kartezyen geleneğin dışında hatta onun olumsuzlaması olduğunu onun töz anlayışına istinaden söylemek mümkün gözükmektedir. Spinoza’nın ruh/beden ya da özne/nesne arasında herhangi bir ontolojik ayrılmaya ya da bölünmeye gönderme yapılmaksızın kurulan töz anlayışı her ne kadar kartezyen anlayışa yakınlaştıran yöntemsel analojiye sahip olsa da içeriğiyle bu anlayıştan köklü olarak ayrılır: “Kartezyen felsefe Spinoza’nın hiçbir zaman düşünce tarzı olmamış, daha çok retoriği olmuştur. Spinoza Kartezyen felsefeyi ihtiyaç duyduğu retorik için kullanır” (Deleuze, 2005 : 15). Deleuze’a göre benzer olarak geometrik yöntem de Spinoza için entelektüel bir yöntem olarak değil bir keşif yöntemi olarak kullanılmaktadır.

Spinoza’nın kartezyen eğilimin dışında oluşu onun Descartes’a dönük eleştirilerinde de görülmektedir. Leon Roth, hem mantık açısından hem de yöntem açısından iki filozofun arasındaki farklılığa dair ayrıntılı bir inceleme gerçekleştirir ve özellikle yöntemsel olarak matematiğe vurgunun her ne kadar Descartes’a atfedilse de Spinoza’da tezahür ettiğini ve bu nedenle 17. yy.’da bir yöntem olarak matematiğe güncelliğini kazandıranın Spinoza olduğunu iddia eder: “Matematiksel method Descartes’ın methodunda olduğu için değil Spinoza ile itibara sahip oldu […] Ethik’in formu aslında onun (Decartes’ın) otoritesine

41

karşı en canlı protestodur” (Roth, 1924 : 44). Roth’un Spinoza ile Descartes arasındaki köklü ayrıma ilişkin diğer iddiası ise onların mantık anlayışlarıyla ilgilidir. Roth, Spinoza ile Descartes’ın mantıklarının köklü biçimde birbirinden farklı olduğunu düşünür ve bunu onların özgürlük ve zorunluluk anlayışlarına dayandırır. Spinoza’nın kartezyen eğilimden ve Descartes’tan ayrımına ilişkin bilinebilirlik sorununa gönderme yapan Stuart Hampshire da Descartes’ın aksine teolojinin Spinoza’nın epistemolojisinde tümüyle dışarıda bırakıldığına işaret etmektedir: “Koşulsuz bir rasyonalist olarak Spinoza, metafiziğinin tasarımında teolojik gizeme ya da Tanrının anlaşılmazlığına başvurmaya olanak vermez” (Hampshire, 1953 : 63).

Spinoza’nın yeni bir mantığın kurucusu olduğu yönündeki iddianın temsilcilerinden birisi de Spinoza’nın özgün yorumcularından birisi olan ve kendi felsefesinin oluşmasında Spinoza’nın derin etkilerinin görüldüğü Deleuze’dur. Deleuze özellikle Spinoza’nın mantığına yaptığı özgün yorumuyla Spinoza’nın varlık anlayışı üzerine de derinleşme imkânı bulacaktır:

“Spinoza bir pozitivisttir. Çünkü ifadeyle göstergeyi, işareti karşılaştırır: Tanrı ifade eder, tarzlar ifade eder, sıfatlar ifade eder. Neden? Mantık dilinde göstergenin, işaretin hep çift anlamlı olduğu söylenecektir – göstergenin bir anlam belirsizliği vardır, yani gösterge işaretler ama birçok yerde birden işaretler. Buna karşın, ifade tam olarak ve doğrudan doğruya tek yönlüdür. İfadenin yalnızca tek bir anlamı vardır, bu da ilişkilerin birleştikleri yöndür. Spinoza göre Tanrı ifadeyle işler, asla işaretlerle değil” (Deleuze, 2000 : 174).

Pierre Macherey ise Spinoza’nın mantığını “ifade mantığı” (logic of expression) olarak adlandıran Deleuze’un bu mantığını şöyle betimler:

“ifade mantığı hayatın ve hareketin bir mantığı olduğu söylense de temel olarak gücün bir mantığıdır, statik bir kimlik arayışı içinde olan olumsuzluk ile sürekli tehdit altında olan ve bu nedenle aşkın bir ilke üzerine bağlı olan, temsillerin geleneksel mantığından özsel olarak farklıdır” (Macherey, 1996 : 146).

Varlık kavrayışıyla koşullu olarak dönüşen mantık araştırmasının evriminin izini sürmek ayrıntılı bir araştırmayı gerektirirken burada Spinoza’nın klasik ve

42

kartezyen mantığın dışında kendine mahsus bir mantık kavrayışı olduğunu söylemekle yetinilebilir. Ancak yine de böyle bir mantığın Deleuze’un Spinoza’ya atfettiği mantığa uygun olup olmadığı tartışmalıdır. Çünkü “gerçekte, Deleuze

Ethik’in olumsuzlamadan ziyade onaylamanın mantığı olan bir diyalektiğin ana

hatlarını içerdiğini düşünür” (Duffy, 2004 : 48). Deleuze’un Spinoza’nın töz anlayışına dayanarak tasarladığı ifade mantığı, ona göre Leibniz ile Spinoza arasındaki bir benzerliği de temsil etmektedir:

“Spinoza’da olduğu gibi Leibniz’de de ifadenin teolojik, epistemolojik ve ontolojik boyutları vardır. O bunların Tanrı, yaratılmış olanlar ve bilgi kuramlarını düzenler. Birbirinden bağımsız olarak bir bu iki filozofun doğa felsefesini yenilemek ve […] kartezyenizmin içindeki güçlükleri aşmak için ifade idesi üzerine dayandıkları görülüyor. Bu ölçüde Leibniz ve Spinoza’nın anti-kartezyenizminden bahsedilebilir” (Deleuze, 1990 : 17).

Deleuze’un Spinoza’nın töz ve sıfat anlayışına dayanan ve “ifade mantığı” olarak adlandırdığı araştırma Spinoza’nın ifade ettiklerinin hatta kastettiklerinin ziyadesiyle ötesindedir. Bu araştırmada özellikle Spinoza ile Leibniz’in aynı mantık araştırması altında bir araya getirilmesi ve bu iki filozofun da “yeni bir maddeciliğin ve formalizmin” yaratılmasına olanak sağladığı yorumu oldukça iddialı gözükmektedir. Diğer taraftan Deleuze’un Spinoza’yı okuma tarzının bütününe dair kapsamlı bir eleştiriye de gereksinim olduğu söylenebilir.

Spinoza’nın döneminin felsefi eğiliminin ötesine geçişinden ve bu öteye geçişi döneminin felsefelerinin doğa ve mantık araştırmalarına dönük radikal bir eleştiriyle gerçekleştirmiş olmasının öenminden ziyade onun doğa kavrayışının günümüz ekoloji sorunları açısından önemli bir ontolojik dayanak oluşturabilmesini olası kılması önemli gözükmektedir. Bu olanağın tezahürü ise Spinoza’nın doğa kavrayışının titiz bir incelemesiyle koşulludur.

43 İKİNCİ BÖLÜM

ONTOLOJİK BAŞLANGIÇ

Tarihsel olarak felsefede doğa araştırmasının, varlık araştırmasının evrimiyle bağlaşık olarak biçimlendiği görülür. Bu bağlaşıklığın varlık araştırmasının doğa araştırmasının gerisine düşmesiyle önemli oranda güncelliğini yitirdiği söylenebilir. Özellikle fizik biliminin son yüzyıldaki muazzam ilerleyişi her ne kadar gündelik hayatta ve dünyadaki üretim tarzında geçen yüzyıllara oranla tahmin edilemeyecek bir dönüşüme neden olsa da maddenin ne olduğu konusunda dahi mutabakata varılmış bilimsel ve felsefi bir yaklaşım geliştirilememiştir. Bu mutabakat tek-tanımlı bir madde kavrayışının zorunlu olduğu anlamına gelmemelidir. Maddenin yapısı konusunda hem felsefi hem de bilimsel argümanların bir araya getirilerek tartışılması gerektiği anlamına gelmektedir. Bu gereksinim, ekoloji tartışmalarının derinleştirilmesi açısından kaçınılmaz gözükmektedir. Diğer taraftan ekoloji felsefesinin güncel tartışmalarla birleştirilmesiyle birlikte doğa ve varlık araştırmasında eko-ontolojik bir perspektif açısından gerisin geriye bir klasik eleştirinin katkısı yadsınamaz görünmektedir. Doğa araştırmasının varlık araştırmasıyla dolaysız bağıntısını ortaya koyan Spinoza’nın bu bağıntıyla felsefenin modern varlık-doğa ikili yapısını hükümsüz kıldığı söylenebilir. Ancak Spinoza’nın varlık felsefesinin sağladığı perspektif, maddenin ne olduğu konusundaki tartışmayı nihayetlendirmediği gibi varlık araştırmasının konusu olarak doğanın ele alınmasında bize ontolojik bir olanak temin etmektedir.

Varlık araştırması tanımlarla, tanıtlamalarla ve önermelerle oluşturulmuş geometrik bir dizge ile kuşatılabilir mi? Felsefe tarihine bakıldığında varlık araştırmasından ve varlığın ne olduğundan ziyade varlığın bilgisinin hangi yöntemle elde edilebileceği ve ifade edilebileceğinin bu araştırmanın yönünü belirlediği görülebilir. Çünkü çoğu zaman filozof, varlık araştırmasının faili olarak bu konuda bir aracı konumu üstlenir. Bu konum, felsefeye sirayet eden bir öznelliğin kaçınılmazlığını anlatsa da bu konumlanışın o felsefenin nesnel yöneliminden bir şey kaybettirdiğini söylemek zor gözükmektedir. Ancak öyle varlık araştırmaları ya da felsefi yapılar vardır ki filozofun görünürlüğü yok

44

düzeyindedir. Bu yokluk felsefeyle ve varlık araştırmasıyla okuyucuyu aracısız biçimde bir araya getirir. Ethica böyle bir dolaysızlığı temsil eder.

Varlığın dışsal herhangi bir yaratıcısı olmadığını ve kendi kendinin yaratıcısı olduğunu söylemek 17. yy. düşünüldüğünde bunu ifade edenin felsefenin varlığı uğruna kendini yok edişini göze almasını duyurur. Yukarıda bahsedilen ve öznelliğin yok düzeyde olduğu ontolojik tutum köklerini önemli oranda Spinoza’nın varlık kavrayışında bulur. Spinoza, bu tutarlılığını varlık ile doğa araştırmasının tözsel özdeşliğine borçludur. Bununla birlikte burada öznenin ilgası bireyin teşekkülü ile gerçekleşmiştir. Böyle bir düzlem sadece belirli bir varlık kavrayışıyla koşulludur. İnsan bireyinin politik kuruluşu da bu varlık kavrayışıyla kuşatılır. Burada da ekolojik bir araştırmanın konusu olarak varlık araştırmasına yer verilecek olması nedeniyle Spinoza’nın politik ya da teolojik görüşlerinden ziyade varlık anlayışına odaklanılmaya çalışılacaktır.

Spinoza’nın varlık anlayışına geçmeden önce onun değişik yorumlara tabi tutulmuş yöntemine dair birkaç belirleme yapmakta yarar gözükmektedir. Yirmiyahu Yovel, Spinoza’nın özellikle diyalektik olduğu yönündeki değerlendirmeleri eleştirerek onun yöntemine dair geleneksel belirlemeyi olumlar: “Spinoza’nın methodu diyalektik değil geometriktir. Dolayısıyla burada doğrudan doğruya bir çıkarım yoktur, bundan ziyade belli bir kararsızlık ve ilgi değişimi sözkonusudur” (Yovel, 1999 : 6). Ancak bu belirleme elbette ki bizi bilinenin bir adım ötesine götürmez. Burada hem Spinoza’nın ontolojisinin yöntemine uygunluğu hem de onun yöntemi nasıl kavradığıyla ilgili bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Jason Read, Spinoza’nın yöntemini Macherey’in bakış açısına başvurarak değerlendirir:

“Spinoza için bir yöntem, düşüncenin gerçek eylemine önsel ya da dışsal varolan bir şey de değildir, o düşünce süreci boyunca ve düşünce sürecinde kendisi üretilir. ‘Düşüncenin yöntemi’, onun üretim sürecinden başka bir şey değildir. ‘Yöntem onu yansıtan ya da ifade eden bilginin gelişiminden önce gelmez’ (Macherey 1979, 56). Düşünce şu ya da bu yönteme göre kendini yitirmede ya da bulabilmede özgür olan bir refleksiyon yetisi değildir, ama o bilgi üreten ve belirli koşullardan hareketle bilgi üreten bir süreçtir” (Read, 2007 : 506).

45

Yöntemin önsel olarak belirlenemeyeceğine dair vurgu yapan Yovel’in Spinoza’nın yöntemine dair kendi vurgusu ise şöyledir: “Spinoza yöntemin düşünümsel bilgi olduğunu keşfetti: o ‘bir ideanın ideası’dır. Bu sıfatla, o ideanın üzerinde düşüneceği bir temel tözsel ideayı önceden varsayar. Bir bilgi teorisi (ya da yöntem teorisi) bütünüyle a priori olarak oluşturulamaz” (Yovel, 1989 : 5). Yine Matheron, benzer bir belirlemeden hareketle matematiğin Spinoza için taliliğini ele alır:

“Spinoza’ya göre matematikler kendi başına bir ilgi konusu değildir: Onlar sadece araçlardır; matematikçiler bu yüzden onların daha büyük ya da daha küçük ölçüde yetkinlikleri konusunda kaygılanmaksızın en ekonomik prosedürlere başvurmakta özgürdürler. Tersine, biz gerçek varlıkların ontolojik bilgisi için bir model disiplini talep ettiğimizde asıl durumda onun için nereye bakmamız gerektiğini o alanlarda, yani matematikçilerin üçüncü tür bilgiyi bir saf durumda kullandıkları alanlarda onu aramamız gerekir” (Matheron, 1986 : 149).

Kartezyen düşüncenin baskın etkisinden bahsedildiği 17. yy.’da matematiğin ve geometrinin belirleyiciliği tartışmasız olmakla birlikte Spinoza’nın Kartezyen düşüncenin terminolojik ve meteodolojik yönlerini kullandığını ancak töz kavrayışı ile birlikte Kartezyen düşüncenin tümüyle dışında hatta karşısında yer aldığını söylemek mümkün gözükmektedir:

“Spinoza’nın gerçek söylemi, hatta saf felsefedeki söylemi bile aslında biçimsel değildir, o bir biçimsel sistemle zayıf bir analoji içinde düzenlenmiş olsa bile tarihe, doğal dile ve birikimsel insan deneyimine bağlıdır.

Böylece geometrik model, Spinoza’daki metaforik söylemin antitezi, bu açıdan kendisi bir tür metafordur” (Yovel, 1989 : 139-140). Spinoza’nın söylemi matematiksel bir yönteme dayansa da matematiksel bir dizgeye dayanmayan töz anlayışı onu 17.yy. genel eğiliminin dışında konumlandırır.

Kartezyen düşüncenin ve varlık anlayışının dışında konumlanan Spinoza’nın bu düşünceye ve özellikle Kartezyen töz anlayışına alternatif olarak sunduğu varlık anlayışını geometrik yöntemle serimlemesi Moreau’ya göre, geometrik yöntemi kullanarak Kartezyen töz anlayışının dışında bir töz anlayışını

46

temsil etmesi açısından çarpıcı bir birleşimdir: “Zira geometrik yöntem ve onun bunu herhangi bir sıfata başvurmaksızın töz kuramına ve şeylerin üretimine uyguladığı olgusu, onun sistemindeki başka her şeyden daha açık olan bir radikalizmin göstergesidir” (Moreau, 1994 : 29). Spinoza’nın yöntemine dair bunca farklı yoruma rağmen onun yönteminin geleneksel geometrik yöntemlerden farklı olduğuna dair bir mutabakat olduğu söylenebilir. Öncelikle Spinoza’nın yönteminin geometrik özü Öklid’in geometrisinden farklı nitelikler taşımaktadır. Garret’nin bu farklılığa dair yorumu bu iki geometri arasındaki ayrımı sarih biçimde teşhir eder niteliktedir:

“Öklidin geometrik yöntemi ile Spinoza’nın kulllandığı arasında önemli bir fark vardır. Öklid’in teoreminden farklı olarak Spinoza’nın elde ettiği önermeler geometrik olarak kesenler ve dörtgenlerle ilgili değil bundan ziyade bizi özgür ve mutlu yapan ve insan yaşamının avantajları, zihinler, metafiziksel ilk ilkelerle ilgilidir. Spinoza’da yöntem, sadece geometrik şekillere değil bütün varolanlara eşit zorunluluk ile uygulanır. Böylece

Ethica’da Spinoza, felesefeye ve paylaştığımız dünyaya dayalı en formel

ve kesin matematiksel yöntemlerden birini ortaya çıkarır ” (Garrett, 2003 : 9).

Spinoza’nın varlık ve etik üzerine yazılmış bir metni geometrik yöntemle tesis etmesi rastlantısal bir eğilim olarak yorumlanamayacağı gibi onun geometrik yönteminin varlık ve etik anlayışlarının kuruluşunu dolaysız olarak belirlediğini söylemek de o oranda iddialı olacaktır. Spinoza’nın geometrik yöntemi kullanma nedeni, hem yaşadığı dönemin felsefi ve bilimsel tarzının etkisi hem de varlık ve etik anlayışlarının ortaya konulmasında kesinliği tartışmasız olan geometriyi elverişli bir yöntem olarak değerlendirmesi olarak düşünülebilir. Geometrik yöntemin bu kesinliğinin ve nesnelliğinin okuyucuların anlayabilmesi hususunda sağladığı kolaylık nedeniyle daha fazla insana ulaşmak açısından bir tercih nedeni olarak da yorumlanabilir: “Spinoza’nın paradoksu, filozofların en filozofu, bir şekilde en katıksızı, ama aynı zamanda filozof olmayanlara en çok hitap edeni ve felsefi olmayan yeğin bir anlayışı en çok uyandıran olmasıdır” (Deleuze, 2006, 184). Bununla birlikte Spinoza’nın varlık ve etik anlayışının salt aksiyomatik bir yöntemle kuşatılamayacağı da ortadadır. Bu kuşatılamazlığı fark etmek hareket noktası olarak onun varlık anlayışına nüfuz edebilmeyi öngerektirir.

47

Spinoza’nın etik araştırmasında geometrik yöntemi kullanmasının en önemli nedeni ise filozofun kendisi tarafından ifade edilmiştir. Spinoza’nın geleneksel etik anlayışlara ve bu etik anlayışlara istinaden geliştirilen siyasi tasarılara ilişkin eleştirisi ile birlikte düşünüldüğünde Spinoza’nın geometrik yöntemi neden tercih ettiği daha iyi anlaşılacaktır:

“Filozoflar, içimizde çarpışan duyguları (affection), insanların kendi hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak düşünürler, işte, bu yüzdendir ki, onları alaya almayı, onlarla ilgili hayıflanmayı, onları kınamayı ya da daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Böylece, tanrısal biçimde hareket ettiklerini ve hiçbir yerde varolmayan bir insan doğasına her türden övgüler düzerek ve söylemleriyle gerçekte varolanı kötüleyerek bilgeliğin doruğuna çıktıklarını sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi olarak, çoğu, bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır ve asla Siyasette uygulanabilecek görüşleri olmamıştır, onların tasarladığı şekliyle Siyaset, gerçekleşmeyecek bir düş olarak, veyahut ya Ütopik ülkelere ya da şairlerin altın çağına, yani hiçbir kuruma ihtiyaç duyulmayan bir zamana uygun olarak görülmelidir. O halde, bir uygulaması olan tüm bilimler arasında, kuramın eylemden en çok farklılık gösterdiği bilim siyasettir ve Devleti yönetmeye kuramcılardan, yani filozoflardan daha uygunsuz kimsenin olmadığına hükmedilir” (Spinoza, 2007 : 11-12).

Spinoza’nın geleneksel felsefeye dönük bu etik ve politik eleştirisi onun geometrik yöntemi kullanarak etik ve politik araştırmadaki tarafsızlığını ya da nesnelliğini ortaya koyma tarzı olarak da düşünülebilir.

Benzer Belgeler