• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2:TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUMUN GELİŞİMİ

2.1. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sivil Toplum

2.1.1. Tanzimat Öncesi Osmanlı’da Sivil Toplum

2.1.1.2. Vakıflar

“Vakıf” Arapça kökenli bir kelimedir. Sözlük anlamı “ terk etmek, durdurmak, terk veya tahsiste bulunmak manalarına gelmektedir”. Vakıfların kuruluşu İslam hukukuna dayanmaktadır. Kuran’da açıkça “ vakıf” veya aynı anlama gelen “habs” kelimeleri geçmemekle beraber, İslam hukukçuları ve bazı batılı ilim adamları vakfın kaynağının doğrudan doğruya İslam prensiplerine dayandığını vurgulamışlardır (Gönencan, 1999:596).

Osmanlı’da geniş bir uygulama alanına sahip bir diğer sivil toplum örgütü de vakıflardır. Vakıf kısaca; bir malın mülkiyetin devri sonucunu doğuran tasarruftan alıkonup, gelirinin devamlı olarak belli bir amaca tahsis edilmesi olarak tanımlanabilir. Böylece kendisinden faydalanmak mümkün olan bir malın vakfedenin mülkü olmaktan çıkıp toplumun mülkü haline gelmesi, toplumun emrine ve hizmetine sunulması söz konusu olmaktadır (Ece, 2000:743). Devletin yerine getirmekte güçlük çektiği ya da tamamen kendi alanı dışında gördüğü bir takım kamu hizmetleri Osmanlı'da vakıflar eliyle yürütülmüştür. Eğitim ve öğretim, sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, sosyal yardım hizmetlerinde vakıfların önemli bir yeri bulunmaktadır. Örneğin, medreseler, Tanzimat dönemine kadar, tamamen vakıf yoluyla kurulmuş ve hizmet vermişlerdir (Çimen ve Güven, 2007:10-15).

Osmanlı tarihinde vakıflar sivil örgütlenmenin en başarılı örnekleridir. Devletin yükünün çok büyük bir bölümünü üstlenmiş ve her türlü sosyal hizmeti gönüllü olarak yapmışlardır. Nitekim toplumun %27 sinin sivil toplum örgütlerinde çalıştığı göz önüne alındığında, Osmanlı toplumunda vakıfçılığın ulaştığı inanılmaz boyut da ortaya çıkmaktadır (Ataseven, 1997:343).

bağımsız olmalarının yanında diğer unsurlara destek olmaları açısından da ayrı bir öneme sahiptirler (Abay,2004:280).

Vakıflar, hem devlet dışı bir örgütsel yaşam alanı oluşturmaları, hem yaptıkları hayırseverlik faaliyetleri içinde siyasi ve ekonomik yaşam alanlarının dışında bir toplumsal dayanışma ilişkisi yaratmaları, hem de hayırseverlik alanı içinde bugünün sosyal vatandaşlığına benzer bir toplumsal ilişki biçimini hayata geçirmeleri bağlamında, sivil topluma örnek olarak düşünülebilirler (Bikmen ve Meydanoğlu, 2006:35-36). Vakıflar dünyada sosyal anlamda adalet, refah, güvenlik, hizmet ve dengeli gelir dağılımı kavramlarının henüz tartışılmaya başlanmadığı dönemlerde Osmanlı toplumunda örgütlü sivil dayanışma, sosyal alanda ekonomik ve kültürel bir faaliyet alanı olarak bulunmuşlardır. Vakıfların özel bir öneme sahip olmalarının nedeni ise, diğer sivil toplum unsurlarına göre daha bağımsız bir yapıda olmalarına rağmen onlara destek olma özelliğini taşımalarıdır (Erdoğan Tosun, 2001:219).

2.1.1.3. Tarikatlar

Tarikatlar da bu dönemde devletten bağımsız olarak gelişen önemli bir varlık alanı oluşturmuştur. Tarikat İslam literatüründe, aynı dinin içinde Allah’a ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları bulunan yol anlamına gelmektedir (Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, 1990:909). Osmanlı’da tarikatlar, devlet ile toplum arasında, bugünkü şekliyle ve anlamıyla bulunmayan ikincil gruplardan (dernekler, baskı grupları, sendikalar vb.) doğan boşluğu doldurarak, devlet ile toplum arasında tampon görevi görmüş ve devlet ile toplum arasındaki iletişimi sağlayan kanallardan biri olmuştur. Fakat bununla birlikte kendi iç yapılanmaları nedeni ile batılı tarzda bir sivil toplum unsuru olmadıkları da rahatlıkla söylenebilir (Abay, 2004:279).

Mardin’e göre tarikatlar, devlet ile toplum arasındaki tampon yapı işlevi yapar ve bir yandan halkı kendilerine bağlayarak toplumsallaştırıcı bir ajan rolü üstlenirken, diğer yandan resmi kuruluşlarla da bağlantıyı sağlıyordu. Bu bağlantıyı sağladıkları oranda da “bir sosyal seyyaliyet kanalı fonksiyonu görmüşlerdir” (Mardin, 1991:57).

Osmanlı devlet geleneğinde halkı kuşatıcı kültür sistemi olan din, hiçbir zaman devleti frenleyici ve devlet alanının dışında bir kurum olmadı. Aksine devletin himayeci kanatları altında ve özünde devleti destekleyici bir sivil kültür kodu teşkil etti. Ancak din kurumuna sivil toplum unsuru olma potansiyelini kazandıran kaynak, Osmanlı toplumundaki ikili hukuk yapısıdır. Osmanlının ilk kuruluş yıllarından başlayarak tarikatlar yeni fethedilen topraklardaki ahalinin İslamileştirilmesi ve sempatilerinin kazanılması, gazalara kitle desteğinin sağlanması açısından etkili olmuşlardır. İslam toplumlarının gerçek anlamda sivil dini örgütleri diyebileceğimiz tarikatlar en güçlü siyasi liderleri bile zaman zaman etkileyip yönlendirebildikleri halde, sürekli olarak devletin resmi bürokratik örgütlenmesi dışında kalmışlardır (Karatepe, 1989:150).

Tarikatların yeri konusunda bir kısım yazar, devletten özerk olduklarını savunurken, bazı yazarlar tarikatlar ve tekkelerin devletin içinde yer aldığını, başka müesseselere göre zaman zaman bazı imtiyazlara sahip gibi görünüyor olsalar da genel olarak idarenin gözetiminde bulunduklarını ileri sürmektedirler (Kara, M. 1990:404).

Hatemi’ye göre, Batıda Hıristiyanlık güçlü bir roma Devleti ile karşılaşıp ayrı bir cemaat biçiminde örgütlenme yolunu tutmuş, İslam ise doğrudan doğruya devleti kurma yoluna girmiştir. İslam aleminde devletten ayrı ve tarikatların üzerinde bir müminler topluluğu kişiliği olmamıştır. Buna bağlı olarak da imparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde dinin işlevi, devlet karşısında kendisine özerk bir yer edinmekten ziyade, toplumun tüm kurumlarıyla elbirliği içinde güçlü bir devleti kurmak ve yaşatmak yönündedir (Hatemi, 1983:198).

2.1.1.4. Millet Sistemi

Sınırları içerisinde birbirinden farklı etnik grupları ve dinleri himaye eden bir imparatorluk olarak Osmanlı Devleti, dini kimlik temelli bir örgütlenme olan ‘millet sistemi’ ile her dini grubu adeta kendi içinde otonom bir varlık haline getirmiştir. Millet sistemi içerisinde gayrimüslim azınlıklar kendi dillerini ve değerlerini geliştirme imkanını büyük ölçüde bulmuşlardır. Bu sistemde her dini grup içerisinde seçilmiş en

getirmektedir. Bu sistem grupları etnik kökenlere göre değil dinlere tanımladığı için aynı etnik kökene dayalı ve aynı dili konuşan gruplar, dinleri farklı olduğunda farklı milletlerin parçası olmaktadır. Örneğin Osmanlı Ermenileri tek bir millet değil, dinlerine göre Gregoryen, Protestan ve Katolik milletini oluşturmaktadır (Duman, 2003:368-369).

Millet sistemi araştırıldığında, Osmanlı devletinin milletler üzerindeki yetkilerinin yönetim, maliye ve askerlikle sınırlı kaldığını, özellikle gayr-ı Müslim cemaatlerin evlilik, doğum, ölüm, eğitim, haberleşme, sosyal güvenlik, din ile adalet işlerine karışmadığı görülmektedir. Bu sayede her Milet kendi içinde belli bir dereceye kadar özerkliğe sahip görünmektedir. Bu görece özerkliğin diğer yanına bakıldığında, vergi yükümlülükleri açısından tabi oldukları farklı rejim, sosyal açıdan kılık, kıyafet ile binecekleri atlardan, ayakkabılarına, oturdukları evlerin rengine kadar, “donda, libasda

ve tarz-ı üzlübda, kefere taifesini tahrik ve tezlil eğlemek (aşağılamak)” için yapılan

düzenlemeler ve getirilen siyaset yasağının söz konusu potansiyeli tümden ortadan kaldırdığı görülmektedir (Eryılmaz, 1990:40-49).

Teorik açıdan incelendiğinde millet sistemi farklılığı esas alan ve farklılık temelinde çeşitli alanlarda hak ve özgürlükler tanıyan özerk bir örgütlenme görüntüsü vermektedir. Ancak millet başının bir devlet memuru gibi Sultan’a karşı sorumlu olması yani devletle arasındaki dikey ilişki biçimi, vergi yükümlülükleri açısından tabi oldukları farklı rejim ve getirilen siyaset yasağı bu özerk potansiyel sivil toplum unsurunu bağımlı hale getirmiştir (Duman, 2003:369).