• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3. SANATI

3.2. Tiyatroları

3.2.1. Tiyatro Anlayışı

Engin, sanat anlayışını 1971 yılında Hisar dergisinin 86. sayısında (Şubat 1971, s.11-12) yayınlanan Sanat Ne İçindir başlıklı makalesinde dile getirmiştir: “Sanat, insanı ve insanın eylemlerini konu alır. Öyleyse önce insanı yansıtacaktır. İnsanı, iyi ve kötü, olumlu ya da olumsuz yönleriyle önümüze serecektir. İnsanı, eylemi içinde tartışmalarıyla, sürçmeleriyle, her türlü hareket ve yönleriyle yansıtacaktır. Böylece de insandaki kaosu verecektir. Bu kaos içinde, biz tek yönü değil, bütün yönü göreceğiz.

Bunu kabul ettiğimiz zaman, arardaki ayrılıklar kalkar. Hatta aşırı sol ile aşırı sağın isteği daha iyi yerine gelir, şöyle ki, her iki yanda insanı izlerken cemiyet (toplum) içinde eylem halindeki insanı izlerken, hem toplumun hem de insanı eksik yönlerini görür. Ona bir çare bulma yeteneğini kazanır.”

Sabahattin Engin, tezli tiyatro yazmıştır. O daha çok oyunlarında bir taraftan yaşanan olumsuz olayları konu edinmekle birlikte diğer taraftan olması gerekeni, mükemmeli vermeye çalışmıştır. Onun oyunlarında olumsuz kahramanların karşısında mutlaka onlara hakikatı anlatıp yol gösterecek birileri vardır. Örneğin Suçlu’da olumsuz bir kahraman olan Emel Hanım’ın karşısında olumlu bir tip Kamil Bey ve Gülten Hanım vardır. Onun oyunları, iyiliğin zaferiyle sonuçlanırken tüm gerçekler gözler önüne serilir. Okuyucu gizlice düşünmeye davet edilmiştir. Gerek tıp gerekse felsefe eğitimi almasının ve tezini Derinlikler Psikolojisi’nde vermesinin bir neticesi olsa gerek yazar, oyunlarında kahramanların psikolojilerini açığa çıkarmakla kalmamış, okuyucunun da bunu anlamasını sağlayabilmiştir. İlk başta onun tiyatro eserleri, insana basit gelebilir, fakat dikkatle

okunduğunda çok yoğun bir bilgi süzgecinden geçerek yoğun mesajlar verdiği gözlenir. Tiyatrolarında en önemli tema ödev-sorumluluktur. O, hayatında da hep bu bilinçle hareket etmiş, kendisinin topluma sorumlu olduğunu düşünmüş ve ölmeden önce bile, ilerlemiş yaşına ve rahatsızlığına rağmen çalışmaktan, yazmaktan vazgeçmemiştir.

Oyunlarında kabadayılardan, ipsizlerden tutunda Yunus Emre gibi edebi kişilere kadar her türlü kişi ve hayatın her safhasını ele alan yazar, gerçekleri yansıtmaya çalışmış, bunun için o konu hakkında araştırma yapmış, bol bol okumuştur. Örneğin İpsizler oyununu yazabilmek için, üç ay ipsizlerin arasında yaşamış, onları, onların psikolojilerini anlamaya çalışmıştır. O, oturduğu yerden, fil dişi kulelerden sokağı anlatmamıştır. Gerçekten de yazarın bu oyununda kullandığı argo kelime, benzetme ve deyimlerin çeşitliliği de yazarın ipsizlerin, serserilerin hayatını çok yakından gözlediğini ispatlamaktadır.

Engin’in tiyatro eserleri mesaj yüklü olmakla birlikte, siyasetten uzaktır. Yazar, oyunlarını, ideolojilerin emrine vermemiştir. Hatta Deniz Gezmiş ve arkadaşları bir gün yazarın Ankara’daki evlerine gelerek, yazarın oyunlarının bazı yerlerinin değiştirilmesini, o yerlere siyasi mesajlar katılmasını ve kendisinin bunu kabul etmesi durumunda bütün oyunlarını oynayacaklarını söylemişler, Sabahattin Bey ise buna şiddetle karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “Olmaz çocuğum, katiyetle olmaz, benim oyunlarıma siyaset giremez!” 60

Engin, “Epik Tiyatro”61 adlı makalesinde, Bertolt Brecht’in kurucusu olduğu Epik Tiyatro anlayışını, Dramatik Tiyatro ve Klasik Tiyatro ile karşılaştırarak verir. Yazarın, makalesinin sonunda verdiği Brecht hakkında tanınmış eleştirmecilerinin sözleri adeta Engin’in de düşüncelerini yansıtır niteliktedir:

Brecht’in oyunlarını teker teker inceleyerek üzerinde durmak ve böylece bir sonuca varmak çok uzun sürer. Bu yüzden yalnız Brecht’in Epik Tiyatrosu hakkında, tanınmış eleştirmecilerin sözlerinden birkaçını aktarmakla yetineceğiz. Brecht hakkında henüz son söz söylenmiş değildir. Zaman onun için gereken hükmü verecektir. Ancak günümüzde kendisinden en çok söz edilen yazarlardan biri olduğu şüphesizdir. İleri sağcılar onu bir şarlatan olarak nitelendirmekte, değersiz bir tiyatro yazarı olduğu hakkında birleşmiş gibidirler. İleri solcular onu ilâhlaştırmakta, Gerçek Tiyatronun onunla geldiğini, zamanımızın en büyük oyun yazarı olduğunu sözbirliği ederek yansıtmaktadırlar. Sanatı sağla solun dışında ele alan, yani ne sanat sanat içindir, ne de sanat cemiyet içindir tezini

60 Aynı söyleşiden.

kabullenerek, sanat gerçeklerin bir konu ve eylem içinde iyi ve kötü yönleriyle birlikte verilmesidir-tezini kabul edenler, ihtiyatlı konuşmakta, bazı yönlerden değersiz olmayan Brecht hakkında kesin karar vermenin çok erken olduğunu belirtmekle birlikte, bazı oyunlarının değersiz olduğunu da söz konusu etmektedirler.

Acaba Epik Tiyatro Brecht’in dediği gibi dramatik veya Klâsik Tiyatrodan daha çok etkili bir telkin aracı mıdır? Bunun üzerinde de henüz kesin bir sonuca varılmış değildir. Bazıları bu tarzın kör gözüm kör parmağına kabilinden olduğunu asıl propagandanın, kişiler üzerinde etkisi olan propagandanın, propaganda olduğu belli edilmeden yapılanlar olduğunu belirtmekte, bunun dışındaki fikirlerin laftan ileri gitmeyeceğini savunmakta, bu yüzden Brecht’in oyunlarının propaganda yönünden ileri solcuların sandığı gibi etkili bir araç olmadığını ileri sürmektedirler. Bunu savunanlar özellikle psikologlardır.

İster birinciler, ister ikinciler haklı olsunlar, ister psikologların fikirleri doğru veya yanlış olsun, esas problem Bertolt Brecht’in oyunculuktaki değer ölçüsüdür. Bunun hakkında da henüz kesin karar verilmiş değildir. Buna rağmen Kafkas Tebeşir Dairesi ve

Sezua’nın İyi İnsanı gibi oyunları birçok ülkelerde oynanmış ve belirli bir ortam içinde

beğenilmiş bulunmaktadır.”

Sabahattin Engin’in tiyatro anlayışı ve eleştirmenliği oynanan tiyatro eserleri hakkında dergi ve gazetelerde yazdığı yazılarla gözler önüne serilmektedir. Onun bu yönünü daha iyi ortaya koymak için bu yazılarından üç tanesini örnek olarak vermeyi uygun bulduk.

İBİŞ’İN RÜYASI

Küçük Tiyatroda birer hafta arayla iki yerli oyun gösterilmektedir. Birisi Başar Sabuncu’nun Mutemet Ali Rıza Beyin Yaşanmış Hayali öteki Tarık Buğra’nın İbiş’in

Rüyası.

İbiş’in Rüyası daha önce Hisar yayınlan arasında çıkan ve TRT’nin açtığı

yarışmada ödül kazanan bir romandı. Yazar bunu piyes haline getirmiştir. Başarıyla temsil edilmekte ayni zamanda kapalı gişe oynamaktadır.

İbiş’in Rüyası başarısını şu iki unsurdan almaktadır:

Birincisi, halk tarafından sevilen, öleli yıllar olduğu halde, adı hâlâ dillerde dolaşan büyük bir halk tiyatro adamıyla ilgili bulunması.

İkincisi, her hali, konusu, ritmi, kantosu, anlamı ve iç dünyasıyla “biz”i dile getirmiş bulunmasıdır.

Önce birincisi üzerinde duralım: Gerçi, İbiş’in Rüyası, her yönüyle büyük halk tiyatro adamı Naşit’in hayatı değildir. Hatta pek çok yönleriyle ona benzemez. Bu yazar için bir eksiklik değil tersine bir meziyettir. Çünkü sanatçı taklitçiden ayrılır. Bir konuyu veya bir hayatı yansıtırken onu olduğu gibi ele alan yansıtan bir kişi değildir. Sanatçı bir bakıma yaratan kişidir. Bu kelime üzerinde durmak gerekir. Buradaki yaratmakla Tanrı’nın yaratması arasında bir anlam farkı vardır. Bunu iyice belirlemek gerekir. Sanatçı Tanrı’nın yarattıklarını ele alır. Ama, onu taklit etmez. Aynı zamanda Tanrı’nın yarattıklarının dışına da çıkamaz. Çünkü mevcut varlıkları ele alır. Bunları birleştirir. Kimi yönlerini seçer. Kimi yönlerini atar. Ortaya yepyeni bir sentez çıkarır. Bu sentez Tanrı’nın yarattığı biçimlerin aynı olmadığı gibi o biçimlerin dışında bir şey de değildir. Bu yönden, sanatçı, durmadan sentez yapan seçmelerle orijinal varlıklar meydana getiren bir yaratıcı haline gelmiş olur.

İbiş’in Rüyası, bu yönden ele alındığı zaman da değerlenir.

Çünkü Naşit’in tam bir hayat hikâyesi değildir. Ama, ondan birçok şeyler bulunan, onu kapsayan, kimi yerde onu aşan, kimi yerde onun altında kalan bir piyestir.

İkinci yöne gelince: bu yönüyle de İbiş’in Rüyası, üzerinde durulmağa değer bir oyundur. Birçok sebepler yüzünden biz özellikle son yıllarda kendi kendimizden kopma yoluna sapmış bir milletiz. Eski değerlerle ilişiğimiz birçok yönlerden kalmamış gibidir. Oysa, bir millet tarihi ve onu ayakta tutan milli değerleriyle birlikte büyüktür. Hangi büyük milleti ele alırsanız alınız bu özelliğini görürsünüz. Bir İngiliz kendi özellikleri ve milli kültürüyle; bir Fransız bir Alman kendi varlığı ve millî benliğiyle büyüktür. Bu anlayışla eskiye bağlılıkla, eskinin yoz inançlarına bağlanmak arasında hiçbir ilişki yoktur. Bir millet herşeyden önce “kökü mazide olan bir âti”dir. Kendi varlığına, kendi benliğine sahip olan bir kitle başkalarını kendisine bağlayacak niteliğe da sahiptir. Kendine sahip olmak, bütün varlığıyla çalışma gücüne erişmenin de yoludur. Bu bakımdandır ki eskiyi bilmemiz, üzerinde durmamız, çağa uyan yönlerini alıp uymayan yönlerine yeni bir yön vermemiz gerekir. Bu da herşeyden önce kendi kendimizden kopmamakla olur. Ben İbiş’in

Rüyası’nda bunu görmekteyim. Onda kante var, orta oyunu var. Dedelerimizin zevkini

yansıtan yönler var. Bu arada bugünün anlayışını kimi yönlerden yansıtan bir aşk var. Yanlış anlaşılmasın: Bu satırları yazan orta oyunu bugün de hâkim bir tiyatro türü olsun, kanto da Anadolu’nun her yönüne yayılsın diye bir anlayışa sahip değildir. Onların modernize edilmesi, günümüzün ihtiyaç anlayış ve zevkine göre yepyeni bir hüviyet içinde meydana çıkması gerektiğine inanmaktadır. Onları bilmezsek, yeniyi ve kendimize özgü güzelliği yaralamayız.

İbiş’in Rüyası bu yönden de olumlu bir piyestir. Onda - tekrarlayalım - buram

buram biz kokmaktadır.

Eserin kuruluşu sağlamdır. Nahit ve Hatice iyi çizilmiş birer karakter halinde karşımıza çıkmaktadırlar. Eserin öteki kişileri konu gereği hemen hemen bir figüran olmaktan ileri gidemiyorlar. Çok güzel olan dil, yer yer konuşma dilinden uzaklaşmakla birlikte, yazarın konuya ve dile hakimiyeti bunu bize olağan göstermektedir. Dilin yer yer kitabî oluşunu olağan karşılamak gerekir. Çünkü yazar her şeyden önce değerli bir romancıdır. Romandan piyese geçen yazarlar dünyanın her yerinde böyle bir durumdadırlar. J. Giroudoux ve Pirandello’nun oyunlarının dili baştan başa böyledir. Ve bu onların dünya çapındaki şöhretlerine engel teşkil etmemektedir.

Oyunu Devlet Tiyatrosu’nun genç ve kültürlü sanatçılarından Raik Alnıaçık başarıyla sahne. ye koymuştur. Rejisörün buluşları yer yer kendini göstermektedir.

Nahit rolünü üzerine alan Ergim Uçucu hayatının en iyi rolünü oynuyor. Son birkaç oyununu sahnede gördüğüm Naşit’in çatlak sesini bile yansıtacak kadar başarı göstermektedir. Uçucu’yu kutlamağı bir ödev sayarım.

Hatice’de Gülsen Alnıaçık, kendini çabuk ele vermeyen, zaman zaman kapalı, zaman zaman açık, kompleksler elinde çırpınan, bu yüzden masum yalanlar söyleyeni kendi kendisini bulmamış kadını eksiksiz yaratmaktadır. Ejder Akışık, her zamanki konusuna ve rolüne hakim olan sanatçının başarısı içinde takdimciliğini yapmaktadır.

Dilsiz olmadığı halde hiç konuşmayan Osman Daloğlu, gerçekten güzel, inandırıcı, kendi kabuğuna çekilmiş, bildiğini içinde saklayan, kendi kendisiyle hesaplaşan “Baba” da gerçekten başarılı bir kompozisyon yaratmış bulunmaktadır. Zozo’da Defne Subaşı sevimli hali ve kantolarıyla göz dolduruyor.

İbiş’in Rüyası’nda rol alan bütün sanatçılar aksamadan kendilerine düşeni yapmak-

tadırlar.

Dekor, oyunu aksatmadan sürdürecek nitelikteydi, özellikle, kar ve yatak odası iyi düzenlenmişti.

Işığa gelince... Daha, önceki temsillerde iyi ve başarılı olduğunu söyledikleri ışık, maalesef seyrettiğimiz gün çok kötü idi. Sahneye yansıtılması gereken afişler sahnenin tavanında, kimi zamanda duvarlarında kaldı.

BURSA AHMET VEFİK PAŞA TİYATROSU62

Bursa Devlet Tiyatrosu’nun adı, yaptığı hizmetlere karşı gösterilen bir kadirbilirlik olarak Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu adını almış bulunmaktadır. Devlet Tiyatrosu her yıl Ankara’da oynayan piyeslerden bazılarını ortaya gönderir, kimi yıl iki piyes bazen de üç piyes seyretmek imkânını bulurlardı. Bursalılar. Geçen yıl Talat Sait Halman’ın Kültür Bakanlığı zamanında İzmir’e olduğu gibi Bursa’ya da Devlet Tiyatrosu’nun bir şubesi açıldı. Ankara’daki Genel Müdürlüğe bağlı bir Müdürlük haline geldi. Başına da değerli sanatkar ve rejisör Ali Cengiz Çelenk getirildi. Onun Müdür oluşuyla Bursa’da yeni gelişmelerin olduğunu ve yepyeni ve, olumlu bir hava içinde çalışıldığını duymuştum. Ama kişi gözleriyle görmeyince yahut İstanbul’un günlük gazetelerinde yankısını duymayınca yapılan işlerin yoğunluğu hakkında bir fikir edinemiyor. Geçenlerde Bursa’ya gittiğimde tiyatronun kapısında ayrı dört afişte dört oyun gördüğüm zaman, bu dört eserin birden temsil edilmesine ihtimal veremedim. (Çünkü bunların içinde Alba De Cespedes’in

Yasak Defter’i Aldo Nikolai’nin Yaz Bitti’si, İsa Coşkuner’in Hep Vatan İçin adındaki

piyesleriyle, oynanması için çok güçlü, aynı zamanda çok kalabalık bir kadro isteyen Ahmet Kutsi Tecer’in Köroğlu’su da bulunuyordu. Yasak Defter’in temsili için her zaman ortanın çok üstüne çıkacak bir bayan oyuncuya ihtiyaç vardı. Köroğlu’nun temsili için aşağı yukarı elli altmış kişilik bir kadro lâzımdı.. Bunları düşünerek 1973-1974 yılında gösterilmesi öngörülen oyunlar diye geçirmiştim içimden. Hatta bir bölümünü de gelecek yıl oynanacak piyesler diye düşünmek hiç de yadırganacak duygular olmazdı. Bu dört eserin oynanmakta olduğunu öğrenince şaşırdım. Hatta inanmak istemedim. Ama gerçek ortadaydı. Demek Bursa Devlet Tiyatrosu repertuvar tiyatrosu haline gelmişti. Bu nasıl sağlanmıştı? Eserler nasıl oynanıyordu? Halk gereken ilgiyi gösteriyor muydu? Bunlar ve bunun gibi bir çok sorular üzerinde durulacak faktörlerdi. Özellikle bu arada Köroğlu kaç kişiyle oynanıyordu. İnsanın ilk aklına gelen eserin kırpılmış, kişilerden çoğunun çıkarılmış olmasıydı. Ama Devlet Tiyatrosu bunu nasıl yapardı? Yapmadığına göre böyle bir geniş kadroyu buraya nasıl gönderebilirdi? Bunları merak ettiğim için önce Yasak

Defter’e sonra Köroğlu’na gittim. Hatırımda kaldığına göre, aynı oyun Ankara’da Büyük

Tiyatroda on veya on iki yıl kadar önce oynanmıştı. Halk tutmamıştı. Oysa Bursa’da kapalı gişe oynadığını duymuş ve görmüştüm. Bilet almağa gittiğimiz zaman bütün yerler satılmıştı. Eş dost sayesinde bir bilet bularak içeri girdik. Zarif Bursa Tiyatrosu’nda çıt

yok. Herkes eserin başlamasını bekliyor. Oyunda Nuri Altınok, Yalın Tolga, Nihat Aybars gibi nice yılların birinci sınıf artistleri de rol almışlar. Bu arada şunu da söyleyeyim, ben bu yazımda oyunda rol alan kişilerden pek söz etmeyeceğim. Onu bir başka yazıma bırakıyorum. O zaman eserler üzerinde duracak ve değerlendirmeğe çalışacağız. Bu yazım yalnız Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nun bugünkü durumunu şöylece bir söz konusu edivermektir. Konumuza donelim.

Köroğlu oynandı. Burada gördük ki sahneye koyan Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü

Âli Cengiz Çelenk eserde hiç kısıntı yapmamış. Hatta esere fantazisinden çok şeyler katmış. Yetmiş kişiyi bulan kadroyu kendisinin kurduğu Bursa Gençlik Tiyatrosu gençleriyle oluşturmuş. İnsan onları sahnede görünce birkaç ay ders gören amatör bir topluluk olduğuna inanamıyor. İyi çalışmış, iyi üzerinde durulmuş. Gençlere ödev bilinci aşılanmış. Ödevlerinin anlamı kavratılmış. Ve ortaya her bakımdan görülmeğe layık bir Köroğlu çıkmış, insanın bir kez değil iki üç kez görebileceği bir kompozisyon içinde beliren Köroğlu halkın haklı olarak tuttuğu bir anlayış içinde sahneye aktarılmış. Müzik, oyunlar hep bizim. Bizim öz malımız. Hep bizim duygularımız. Eser bitince kişi Devlet Tiyatrosunun artistleriyle birlikte elliyi aşkın Bursalı fedakar gençleri doyasıya alkışlamanın huzuruna erişiyor.

Âli Cengiz Çelenk yalnız yepyeni bir anlayış içinde yepyeni bir bilinçle bir gençlik Tiyatrosu kurmakla kalmamış. Bursa Oroptimist Derneği ile de işbirliği yapmış ve gençlik tiyatrosuyla birlikte kültür faaliyetlerine koyulmuş. Bu faaliyet ilk olarak Büyük Tiyatro yazarlarının eserlerini okumakla başlamış ilk olarak Aiskylos’un Agamennon’u okunmuş. Sanatsever Bursalılar tarafından tutulmuş ve bu faaliyete devam edilegelmistir. Amaçları tiyatronun bugünkü Türk Tiyatrosuna gelinceye kadar geçirmiş olduğu safhaları akademik bir çalışma ile tanıtmak!...

Son olarak 15 Aralık 1973’de Shakespeare’in Hamlet adındaki büyük eseri akademik bir anlayış içinde önce halka tanıtılmış, Devlet Tiyatrosu sanatçılardan Feyha Çelenk eser hakkında gerekli bilgiyi vermiş, arkasından Devlet Tiyatrosu artistleriyle gençlik tiyatrosu elemanları tarafından okunmuştur.

Devlet Tiyatrosu yepyeni kültür çalışmalarına gebe bulunmaktadır. Bu arada gösterilmekte olan dört oyuna ek olarak yüzüncü doğum yılı münasebetiyle İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizincinin Sekizinci adındaki eseri sahneye konulmaktadır. Yakında prömiyeri yapılacaktır.

Sessiz sedasız çalışan, gösterişe, alayişe ve hulus çatmağa hiç lüzum görmeden tam bir feragat ve yurtsever hususiyetiyle çalışan Tiyatro müdürü Sayın Âli Cengiz Çelenk başta olmak üzere, bütün çalışma arkadaşlarını, gençlik tiyatrosunun fedakâr gençlerini kutlamağı bir borç biliyorum.

ÇIKMAZ63

Çıkmaz, Ahmet Muhip Dıranas’ın oyunu. Küçük Sahne’de birkaç oyunla birlikte

zaman zaman gösteriliyor. İyi de oynanıyor. Oyunun eleştirisine geçmeden önce birazcık olsun yazarından sözetmek gerekecek. Ahmet Muhip Dıranas herşeyden önce büyük bir şair. Günümüzde değerlerin inkâr edilmekte, siyasî anlayışa göre kişiler değerlendirilmekle birlikte Dıranas’ın şairliği üzerinde olumsuz bir fikir yürütülmüş değil. Bu da onun ne kıratta bir şair olduğunu göstermeğe yeter. Şairliği yanında Dıranas piyes yazandır da. Bundan Otuz bir yıl önce yazdığı Gölgeler ilk olarak. Şehir Tiyatrolarında oynanmış, dilinin şiir dolu olması, kuruluşunun sağlamlığı ve özellikle konusunun derinliklere inen bir nitelikte olması yönünden aydın çevrelerde çok olumlu etkiler bırakmıştı. Bir yıl sonra da (1947) Halk Partisi’nin açtığı yarışmada birinciliği kazanmıştı. Sırası gelmişken şunu da belirtelim: Bundan bir süre önce TV. 1947 yılında Necip Fazıl Kısa Kürek’in Bir Adam

Yaratmak adındaki eserinin birincilik kazandığını söylemişti. Bunu ne Kısakürek, ne de

Dıranas yalanlamış gerçeği belirtmişlerdi. Biz bu arada bu gerçeği kaydetmeği uygun bulduk. Arkasından O Böyle İstemezdi adındaki piyesini yazmış o da Şehir Tiyatrolarında oynanmıştı.

Bu iki piyesten sonra Ahmet Muhip Dıranas’ın uzun bir süre piyes yazmaktan uzak kaldığını görüyoruz. Piyesin asıl adı Emin Diye Bir Adam. Sonradan adı değiştirilmiş,

Çıkmaz olmuş. Herşeyden önce oyunun dupduru şiir dolu bir dili var. Yazarını

tanımayanlar bile oyunun bir şair elinden çıktığını hemen anlayabilirler. İşte her bakımdan övülecek bir dil. Örnek alınabilecek nitelikte bir başarı. Yazar, Devlet Tiyatrosu dergisinde oyunda “Aksiyondan çok söze önem verdiğimden diyalogların yüzde yüz benim olduğuna inanabilirim.” diyor. Burada bir noktanın yüzeye çıkarılması gerektiğine inanıyorum. O da şu: Bizde genel olarak aksiyonun tiyatro eserinde olaylarla sağlanabileceği sanılır. Oysa gerçek aksiyon olaylardan çok psikolojik hareketlerdedir. Giriş çıkışlar piyeste hareket meydana getirmezler. Üç kişi oturmuş konuşmaktadırlar. Konuşmalar biteviye aynı hava içinde geçerse hareket yoktur. Ama konuşmalar bir psikolojik havadan bir başka psikolojik havaya, ondan da başka bir tonla yeni bir havaya geçerse o sahnede hareket vardır. Ve Tiyatroda asıl hareket de budur. Çünkü böylesine bir durum içinde hareket yaratmak usta işidir. Öteki hareketi meydana getirmek daha kolaydır

Yukarıdaki paragraf Jacgues Copeau’dan alınmıştır. Bu bakımdan Ahmet Muhip Dıranas’ın oyunu başarılıdır. Görünüşte en hareketsiz gibi sanılan sahnelerde bile psikolojik hareketler tam dozunda ve gereken niteliktedir.

Oyun günümüz insanlarının anlayış, duyuş ve inançlarının bir eleştirisi olarak karşımıza çıkıyor. Kişiler hep kendi dünyalarında yaşıyorlar. Deyim hoş karşılansın. Elbet herkes kendi dünyasında yaşar. Başkalarıyla alış-veriş halindeyken bile yine o kendi

Benzer Belgeler