• Sonuç bulunamadı

Tez yazarlarının diğer ülkeye karşı tutumu

2. TEZLER

2.5 Tez yazarlarının diğer ülkeye karşı tutumu

Türkçe tezlerde var olan İran algısı ile Farsça tezlerdeki Türkiye algısının benzer karakterlere sahip olduğu tespit edilmiştir. Biri konuya Türkiye açısından bakarken diğeri İran’dan bakmakta ve ortak bir söylem benimsemektedirler. Bahsi geçen bu söylem birlikteliği esasen konuya taraflı yaklaşan tezleri kapsamaktadır. Konuya akademik olarak yaklaşıp, tarafsızlığını korumaya çaba gösteren tezler bize daha çok tasviri bir tablo sunmakta ve kendi kişisel görüşlerini teze yansıtmamaya özen göstermektedirler.

Daha önce de belirtildiği üzere konuya tarafgir yaklaşan tezlerde yazarlar karşı tarafı teröre destek veren, birbirlerinin iç işlerine karışan, kendi rejimini ihraç etmeye çalışan, mezhepsel kimliğini ön plana çıkararak hareket eden, dayatmacı şeklinde suçlamaktadır. Öncelikle Türkçe tezlerden İran’a karşı tarafgir bir tutumla yaklaşan örneklere yer verildiğinde konu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bazı ön kabullerle ve ön yargılı şekilde İran’a yaklaşan Türk yazarlara göre; İran kendi çıkarları için terör pompalamaya çalışan bir ülkedir. İran terörizmi bir devlet politikası olarak kullanmaktadır. Devrim ihracı ve PKK ile ilişkileri sebebiyle İran daima tehdit arz eden bir ülkedir. Orta Doğu ülkelerinde vücut bulan Şii organizasyonlara destek vererek onları kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmektedir. İslam devrimi aslında iyi niyetlerle başlamış bir girişimken kötü sonuçlar doğurmuştur. İran ile yaşanan sorunlarda İran’ın Şii mezhebi kimliğini ön plana çıkararak faaliyetlerde bulunması etkilidir. Osmanlı ile İran arasındaki sorunların temel kaynağı da yine Safevi Devleti’nin temsil ettiği Şii İslam kimliğindedir. İran, Şiiliği bir dış politika aracı olarak kullanarak bölgesel etkinlik yarışına dahil olmaya çalışmaktadır. Tahran bu açıdan yayılmacı bir Şii ideolojisine sahiptir. Şiilik

başlangıçta dini bir temele sahipken zamanla siyasi bir araç haline gelmiştir (Yurdakurban, 2007; Ceylan, 2008; Hamurcu, 2010; Aydın, 2010, Kahraman, 2013).

İran ve rejimine olumsuz bakış açısı sunan yazarlar, İran rejimini tanımlarken Irak ve Kuzey Kore’den farkının “sözde demokrasi”si olduğu vurgusunu yapmışlardır. Söz konusu bu yazarlar İran rejimini bir tehdit olarak gördükleri için İran demokrasisine de bakışları olumsuzdur. İran demokrasisinin “hanedana dayalı olduğu” ve “serbest olarak politik görüşlerin belirtilemediği” bir demokrasi olduğu vurgusu özellikle önemlidir. İran İslam Devrimi’nden ötürü İran’ın “anti-demokratik” bir görünüme büründüğü de iddialar arasındadır (Metin, 2006; Yavuz, 2007; Hamurcu, 2010).

Türkiye’ye karşı İran taraflı bir tutum benimseyen tezlerde ise aynı iddialar İran ve Şii taraflı dillendirilmiştir. Tarafgir söyleme sahip bu tezlerde Türkiye hakkındaki iddialar Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel bir güç olmaya çabaladığına ve bölge ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmak suretiyle çıkarları doğrultusunda davrandığı, Türkiye’nin İsrail ile olan İlişkilerinin, İran’ın milli güvenliği için ciddi bir tehdit olduğu, Türkiye’nin siyasi parti ve grupların ve şiddet yanlısı örgütlerin oluşturduğu güvensiz bir ortama sahip olduğu, iç ve dış siyasetinde sorunlu ve aynı zamanda zayıf, güvensiz ve güdümlü bir ülke olduğu, komşularının topraklarında gözü olduğu ve fırsat buldukça saldırıya geçtiği, kendi çıkarları için daima pragmatist davrandığı, İran’ın Türkçülük politikalarına karşı oldukça hassas olduğu ve Türklerin bu konudaki tahrik edici davranışlarının doğrudan iki ülke siyasi ilişkilerini etkilediği ve çatışma ortamı yarattığı, Türkiye’nin bölgeye bakışının eskisi gibi olmadığı ve İran’a uygulanan ambargolardan ve İran’ı inzivaya iten şartlardan olabildiğince fayda sağlamak istediği, Türkiye’de Şii-Sünni çatışmasının olmadığı ancak hükümetler tarafından özellikle Osmanlı Devleti döneminde Şiilerin baskı altında tutuldukları, toplumsal hayatta görünmedikleri ve azınlık olarak resmi statülerinin olmadığı, Türkiye’nin, Kürtlerin azınlık olarak yaşadığı bölge ülkeleri arasında Kürtlere karşı en tahammülsüz ülke olduğu, Kürtlerin etnik kimliklerini inkar ettiği ve katı politikalar uyguladığı, Kürtlerin Kürt-İranlı kimliğini yok etmeye çalıştığını ve kültürel haklarını gasp ettiği, Türkiye’nin Amerika’nın desteğiyle Suriye’de meydana gelen huzursuzlukta başat rol oynadığı şeklindeki iddialardır. Türkiye’nin komşularına kuşkuyla yaklaşan ve aralıklı olarak onlarla çekişme yaşayan Ortadoğu’daki tek ülke olduğu iddia edilmiş, Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarını ve Suriye’deki siyasi karmaşayı, büyük strateji hedeflerin ulaşmak için önemli bir fırsat olarak gördüğü belirtilmiş, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve Ermenistan gibi ülkelerle olan gergin ve hasmane ilişkileri, İran, Suriye ve Bulgaristan’a karşı kötümser ve kuşkucu tutumu ve Irak topraklarına göz dikmesi bu iddialara dayanak olarak sunulmuştur. Türkiye’nin ‘Türk’ dışındaki tüm etnik kimlikleri sert uygulamalar ve bastırma politikalarıyla inkar ettiği ve yok saydığı, bu politikanın Cumhuriyetin başlangıcından günümüze kadar devam ettiği, Kürt halkının etnik

kimliklerini korumak ve siyasi ve sosyal haklarına kavuşmak için siyasi grup ve örgütler halinde silahlı mücadele verdikleri belirtilmiştir. Bu düşünceye göre PKK’nın bu iddiayı dillendiren yazar tarafından terör örgütü olarak görülmediği, özgürlük mücadelesinde olan bir etnik grup şeklinde değerlendirildiği söylenebilir (Asıf, 1999; Esediyan, 2003; Lotfi, 2011; Muganni, 2014; Keremi, 2014).

Suriye politikası açısından eleştirilen Türkiye’nin Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler karşısında birbirine zıt iki tutum sergilediği iddia edilmiştir. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları sloganıyla bir yandan bölge halklarını desteklerken diğer yandan diktatör rejimlerle siyasi-ekonomik ilişkilerini ve iş birliklerini sürdürdüğü, bu durumun Türkiye’nin barışcıl ve hümanist imajını bölge halkları nezdinde zedelediği savunulmuştur. Türk liderlerin Beşşar Esed’e karşı saldırgan bir tutum içerisine girdiği, arabuluculuk girişimlerinin diplomatik baskılara dönüştüğü ve katı, sert ve amirane bir hal aldığı, Türkiye’nin muhalifleri açıktan destekleyerek Esed rejimini yıkmayı ve kendi güdümünde geçici bir hükümet kurmayı hedeflediği, bu şekilde Suriye’yi siyasi anlamda kontrol altında tutmayı istediği ve nihai amacının ise bölgedeki hegemonik konumunu korumak ve bölgesel rakipleri olan İran ve Arabistan’ın önüne geçmek olduğu, Suriye politikasında başarısız olan Türkiye’nin, Suriye’deki cumhurbaşkanlığı seçimini gayrı meşru ilan ederek bu ülke yönetimini halkının nezdinde itibarsızlaştırmaya çalıştığı şeklinde yargılar mevcuttur (Muganni, 2014).

Türkiye’nin bir tehdit olarak görüldüğü tezlerde ise Türkiye’nin NATO’ya üyeliği, NATO füze savunma sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi ve Türkiye-İsrail arasındaki askeri iş birliği gerekçeler arasında sıralanmaktadır. Siyasi tehdit başlığı altında ise İran’daki ayrılıkçı grupların desteklenmesi, İran’ın dini yönetiminin eleştirisi ve sistemin başarısızlığı için uğraş verildiğine dair iddialar ifade edilmektedir. Türkiye’nin İran’a yönelttiği kültürel tehditler başlığı altında ise başta İran olmak üzere diğer İslam ülkelerine laikliği teşvik, devrim ihracının önlenmesi çabaları, Pantürkizm mefkuresinin yayılması olarak sıralanmıştır. Sosyal tehdit başlığı altında ise ahlaki ve insani çözülmeler ile toplumsal bozuklukların İran toplumuna sirayeti gibi gerekçeler gösterilmektedir (Mirzahani Silab, 2013).

Tezlerde karşımıza çıkan dikkat çekici bir husus İran’ın Şii politika ile hareket ettiği suçlamalarının aksine Türkiye’nin Sünni mezhepçilik yaptığına ilişkin ithamlara neredeyse hiç rastlanmamasıdır. Bu hususta bazı tezlerin Arap Baharı sürecinden önce kaleme alınmış olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Tezlerde Sünni kimliğiyle Türkiye’yi tanıtan yazarlara bakıldığında Pernun, Türkiye’nin, siyaset dışı İslam’ı desteklemesi, laik ve seküler bir yönetim sistemine ve Sünni Müslümanlardan oluşan bir topluma sahip olan bir ülke olması nedeniyle kültürel ve ideolojik anlamda Amerika’nın Ortadoğu politikasında çok önemli bir yere sahip olduğu şeklinde Türkiye’nin mezhebi kimliğini ön plana çıkarmıştır.

Fakat bunun olumsuz bir yargı olduğu söylenemez. Mirzahani Silab ise jeokültürel ağ ile ilgili bir şemada Arabistan’ı Sünni dünyanın merkez oyuncusu, Türkiye’yi ise müdahil oyuncusu olarak tanıtmıştır.

Diğer ülkeye karşı nispeten tarafsız ve akademik bir üslupla yaklaşan tezlerde olumsuz yargıların aksine kaynaklar temelinde makul açıklamalar yapılmaya çalışılmıştır. Örneğin Türkiye’nin, İran için sağladığı fırsat ve avantajların yanında birçok alanda tehdit oluşturduğunu da ifade eden bir çalışmada (Pernun, 2010) Türkiye’nin etkin rolünü kullanarak bu tehditleri ortadan kaldırabilecek güce sahip olduğuna da dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Ulusal çıkarların Türkiye’nin, Amerika ile iş birliği yapıp yapmama konusunda belirleyici unsur olduğunun vurgulandığı tezde, Türkiye’nin, İran ile yakın tarihsel birliktelikleri, ulusal çıkarları ve din gibi ortak müşterekleri göz önünde bulundurulduğunda İran’a karşı Amerika’nın yanında yer almasının zor bir ihtimal olduğu belirtilmekte ve Türkiye’nin halen din birliği de olan dost bir ülke olduğu inancı yansıtılmıştır. Bu da yazarın Türkiye’ye güven algısının tam olduğunu göstermektedir. Bazı farklılıklara sahip rakip ama aralarında çatışma olmayan iki ülke olarak İran ve Türkiye algısı diğer bazı tezlerde de karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin bölgesel olarak çıkarcı bazı adımlar attığını söyleyerek zaman zaman eleştiren Pursadık ise akademik bir çalışmadan beklendiği şekilde Türkiye için bazı önerilerde bulunmuştur. Türkiye’nin jeopolitik konumuna dikkat çeken yazar coğrafi konumunun Türkiye’yi gaz akışının temel güzergahı haline getirebileceğini, bu durumun Batı ve NATO için kıymetli olduğunu vurgulamaktadır.

Tarafsız kalmaya çalışan fakat bir başlık altında İran’ın Osmanlı ve Türkiye tesiri altında kaldığının iddia edildiği bir çalışma, İran’ı bu ikisinin iyi bir taklidi şeklinde tasvir ederken bu hususta bazı konular ihmal edildiği ve yeterince aktarılmadığı için Türkiye’ye ve Türk kültürüne, İran ve İran kültürü karşısında bir üstünlük atfetmektedir. Yazar tez boyunca her ne kadar tarafsız kalmaya özen gösterse de bu konuda bir taraflılık hissedilmektedir. Tezin temel argümanının, İranlıların Türkleri taklit ettiği şeklinde olması, yazarın tüm tarihi gelişmelere bu yönüyle bakmasına neden olmuştur (Metin, 2006).

Yazarların tez boyunca taraflı veya objektif aynı tutumu benimsemedikleri, işlenen konu ve başlıklarda tavırlarının farklılaştığı görülmüştür. Örneğin bir tez AK Parti’nin İran politikaları hakkında olumlu görüş bildirirken, İsrail veya Suriye ile ilişkileri hususunda saldırganlaşabilmektedir.

İran’a karşı olumsuz tutum takınan tezlerde sadece İran’a karşı değil aynı zamanda ABD, Batı ülkeleri ve İsrail gibi bazı ülkelere karşı da taraflı bir bakış açısının söz konusu olduğu görülmektedir. Örneğin, İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki karakolu şeklinde nitelendirilmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkileri de konu edilmiştir. Farsça tezlerde bu konuda

karşımıza çıkan bir tavır İran’ın İsrail’in en büyük düşmanlarından biri olduğu ve Türkiye’nin bu “düşman” ülke ile iş birliğine girişerek İran için bir tehdit arz etmesini iddia ederek buna tepki göstermektir. Bu tezler Türkiye’yi İsrail ile aynı kefeye koyarak Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerinin ortak düşmanı olarak lanse etmeye çalışmış, Türkiye’nin siyasi parti ve grupların ve şiddet yanlısı örgütlerin oluşturduğu güvensiz bir ortama sahip olduğu, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın laiklerin beklentilerini karşılamada yetersiz kaldığı ve bu sebeple Türk makamların güvenlik ve casusluk eğitimi ve örgütlenmeler konusunda MOSSAD’dan yardım almak zorunda kaldığı belirtilmiştir. Türkiye’nin, İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olduğu da satır aralarında vurgulanmıştır. Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşmasının sebebi olarak, Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin içine düşmüş olduğu belirsizlik ortamının gösterilmiştir. İsrail’in İran’a darbe vurmak için Türkiye’deki İran karşıtı laik devlet adamlarını destekleyerek İran ve Türkiye arasında çatışma ortamı hazırlama amacı güttüğü, Türkiye’deki bazı laik yöneticilerin bu konudaki duruşunun bunun ispatı olduğu da iddialar arasındadır. Türkiye- İsrail iş birliğinin şimdiye kadar görülen kısmının daha büyük bir amaca ulaşmak için mukaddime hükmünde olduğu, o amacın da uygun zaman ve şartlarda İran’a darbe vurmak olduğu belirtilmektedir. İsrail’in Türkiye ile ilişkileri ise, kendisine karşı Arap cephesinin oluşmasını engellemeye dönük bir strateji çerçevesinde değerlendirilebileceği aktarılmaktadır. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkinin Arap dünyasının özellikle de Suriye’nin tepkisini çekerek bu ülkelerde siyasi hareketlenmelere neden olduğu belirtilmiştir. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişki ile İran-Türkiye arasındaki ilişki kıyaslanmış ve İran-Türkiye’nin Amerika ve İsrail’le ideolojik ve stratejik anlamda dost oldukları ancak İran ve Suriye ile dost değil sadece komşu oldukları savunulmuştur. Bu tezlerin bazılarında Türkiye-İsrail ilişkileri değerlendirilirken Davos ve Mavi Marmara krizlerine atıf yapılmış, kriz sonrası ilişkilerin eskisi gibi değerlendirilemeyeceğine dikkat çekilmiştir (Esediyan, 2003; Kahramanpur, 2006; Ahmadi Feşareki, 2011; Sıddık, 2013).

Türk siyasi tarihinin ele alındığı bazı tezlerde bakış açısının devlet adamları ekseninde farklılık arz ettiği görülmüştür. Özellikle AK Parti dönemi öncesi ve sonrası açısından farklı bir Türkiye tablosu çizen bu tezlerde Cumhuriyet dönemi anlatılırken Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu inkılaplar eleştirilmiş ve Atatürk’ün İslamcılara baskı politikası uyguladığı ve bu girişimleriyle doğrudan İslam’ı hedef aldığı iddia edilmiştir. Atatürk ve Kemalist ideolojinin İslam karşıtı katı politikaları, Kemalist düşüncenin İslam’ı ve tarihi mirasın izlerini toplumdan silme çabaları şeklinde algılanmış, Atatürk’ün en büyük hedefinin toplumu dinsizleştirmek olduğu savunulmuştur. Bu ilkeleri kabul etmekle Türkiye “dinsiz ve demokratik bir devlet” olmakla itham edilmiştir. Yeni kurulan devlet, radikal sekülerizm ve dil, ırk ve kültürün tektipleştirilmesi temelinde kurulan bir devlet şeklinde tanımlanmıştır (Bakıri, 2010; Sıddık, 2013; Keremi, 2014).

Bu bakış açısına sahip tezlerde AK Parti ve politikalarının incelendiği kısımda ise olumlu yargıların yer aldığı görülmektedir. AK Parti’nin iktidara geçişi sonrası Türkiye dış politikasının yönünü batıdan doğuya çevirdiği, komşu ülkelerle, Ortadoğu coğrafyasıyla iyi ilişkiler geliştirmek amaçlı hareket ettiği, bu tavrın Ortadoğu ülkeleri tarafından da anlaşıldığı ve karşılık gördüğü ifade edilerek İran’ın da bu ülkeler arasında olduğu belirtilmiştir. AK Parti iktidarı ekseriyetle ‘İslamcı’ ve ‘mutedil İslamcı’ şeklinde tanımlanarak AK Parti’nin Türkiye tarihinde en başarılı ve etkin partilerden biri olduğu şeklinde pozitif nitelendirmelerde bulunulmuş, Türkiye’nin kadim sorunlarından görülen İslamcılık ve Kürt sorunu gibi konuların bu parti döneminde bağımsız bir politikayla çözüme kavuşturma adına adımlar atıldığı ve Türkiye’nin her geçen gün biraz daha seküler ve Amerikan yanlısı imajından uzaklaşarak, tüm İslam ülkelerine model olabilecek bir ülkeye dönüştüğü iddia edilmiştir. 1979’dan bu yana Erbakan’ın başbakan olduğu dönem hariç, Türkiye-İran ilişkilerinin en parlak dönemi olarak Ak Parti iktidarları dönemi gösterilmiştir. Türkiye’nin, AK Parti iktidarı döneminde Ortadoğu’da edilgen bir aktör olmaktan dinamik ve aktif bir aktöre dönüştüğü ifade edilmiş, Ortadoğu’daki gelişmelerden faydalanarak komşularıyla kurduğu İlişkiler ve izlediği politikalardan olumlu sonuçlar elde ettiği, bu anlamda Türkiye ve İran arasındaki rekabet ve çekişmenin devam edeceği savunulmuştur. Türkiye ve İran ilişkilerinin geliştirilmesi gerektiği tezini savunan, rekabetten çok dost ülke olmalarını ön plana çıkaran yazarlarca AK Parti dönemi aynı zamanda İran ile ilişkiler açısından bir umut olarak görülmüştür. AK Parti’nin nükleer kriz meselesinde İran’ın tutumuna iyi niyetli yaklaştığı ve Türk halkının İran’a bakışının olumlu olduğu savunulmuştur. (Şucadil, 2009; Pernun, 2010; Ahmadi Feşareki, 2011; Nazarpur, 2012; Sıddık, 2013; Muganni, 2014).

Bu bağlamda Erdoğan’ın başında olduğu bir ülkenin politikasının İran için bir fırsat olduğu tezi de zikre değerdir. Erdoğan hükümetinin içte bazı engellemelerle karşı karşıya kalsa da iş başında olduğu sürece İran için tehdit oluşturacak bir durum yaratmayacağı, iki ülkenin bu mevcut fırsattan yararlanarak ekonomik ve kültürel alanlardaki ilişkilerini geliştirme ve güçlendirme yönünde ilerleyebilecekleri, Erdoğan’ın dış politika ekibinin siyasi manevraları ve uygun girişim ve tedbirleriyle bölge bazında siyasi ve uluslararası mahfillerde diplomasinin en üst seviyesine çıktığı, Erdoğan ve hükümetinin, Türkiye-Suriye–İran işbirliğini bölge istikrarının korunması için önemli gördüğü savunulmuştur. Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle iki ülke arasındaki iş birliği alanlarında bütün boyutlarıyla istenilen düzeyde genişleme sağlandığı ve iş birliğinin rekabete baskın çıktığı da eklenmiştir.

Türkçe tezlere bakıldığında görülmektedir ki, nispeten taraflı bir üsluba sahip olsalar bile İranla ilgili konuları ele alırken bunları birbirinden ayırt ederek ayrı bakış açılarıyla ele alan tezler de bulunmaktadır. Örneğin, bir çalışmada İran nükleer programı temel olarak ikiye ayrılmış ve İran’ın iddiaları ve uluslararası kamuoyunun algılayışı şeklinde iki kısımda

verilerek tezin diğer kısımlarında olduğunun aksine bu konuda nispeten tarafsız bir perspektif sunulmuştur. Özellikle İran’ın nükleer çalışmaları yaparken İran yönetiminin ortaya atmış olduğu iddialarının belirtilmesi ve bunun hemen ardından başka amaçların da sıralanması İran’ın söylemsel ve gerçek anlamda nükleer faaliyetlerinin ne ifade ettiğini okuyucuya aktarılması bakımından önemlidir. Yine benzer şekilde bazı hususlarda tarafsız kalamayan bir çalışma İran nükleer programına tarafsız bir bakış açısı sunmaktadır. Nükleer programı geliştirmenin İran için tıpkı her devlet gibi kendi tehdit algılamalarına dayandığı özellikle vurgulanmıştır. Nükleer meseleden bahsederken, İran’ın nükleer silah elde etmesi değil nükleer teknoloji geliştirmesi ön planda tutulmaktadır. Yazar, İran’ın dış politikada genel itibariyle pragmatik hareket ettiğini ve resmi söylemin dışında İran’ın pragmatik davrandığının altını çizmiştir. Bu yönüyle çalışmanın İran’a bakış açısı temel itibariyle ideolojik değil var olanın açıklanması şeklinde olduğu anlaşılmaktadır (Özcan, 2007; Yavuz, 2007).

Nükleer programın bölge ve dünya ülkelerine ciddi bir endişe verdiği, bu politikanın bir tehdit olduğu, İran’ın gizli bir nükleer silah projesine sahip olduğu ve nükleer faaliyetleriyle ilgili bilgileri sakladığı ve uluslararası kamuoyunu bu konuda oyaladığı, aynı zamanda İran’ın nükleer sorunu iç politikada kullanarak milli duyguları istismar ettiği gibi iddiaları savunan tezler de bulunmaktadır (Aydın, 2008; Karakaş, 2011; Kahraman, 2013)

İran tarihine tarafgir yaklaşan bir çalışmada Şia’yı ideolojik olarak resmi din yapan Safeviler’in devlet çıkarları için bölgeyi zorla Şiileştirmeye çalıştıkları görüşü temel alınmıştır. Bu dönemde ikili ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklar incelenirken mezhepsel farklılıklar üzerinden olumsuz bakış açısı ön plana çıkmaktadır. Bu tutum İran İslam devrimi ve sonrasında Türkiye-İran ilişkilerinin incelendiği başlıklarda da geçerliliğini korumaktadır. Devrimin ilk yıllarında Körfez’den Lübnan’a bütün bölgede Humeyni’nin temel dış politikasının devrim ihracı olduğu birçok yerde doğrudan vurgulanmıştır. Devrim sonrası ilişkilerde büyük ölçüde PKK sorunu, ideolojik ve mezhepsel farklılıklar etrafında yaşanan anlaşmazlıklar ön plana çıkarılmıştır. Çalışmanın genel bölümlendirmesi içerisinde sorun arz eden konulara nazaran ekonomik ilişkilere çok az yer ayrılmıştır. Metin içerisinde İran karşıtlığını besleyen unsurlara fazlaca yer ayrılmasından kaynaklanan tarafgir bir tutum ön plana çıkmaktadır.

İranlıların Türkler üzerinde asimilasyon yaptığı iddiası da tezlerde karşımıza çıkmaktadır. Bazı tezlerde neredeyse metnin tamamına nüfuz eden bu dil, aynı zamanda İran tarihinin tamamına ait bir karakter olarak dile getirilmektedir. Örneğin metnin birçok yerinde İranlı liderlerin politikaları için “insanlık dışı” tanımlamaları yapılmaktadır. Benzer şekilde, İran’ın Türklere yönelik politikası herhangi bir ülkenin politikası biçiminde değil İranlıların Türklere yönelik sürekli devam eden bir nefretin ürünü olduğu yönünde yorumlar bulunmaktadır. Söz

konusu üslup, İran ile Türk devletlerinin kendi aralarındaki ilişkiyi, uluslararası ilişkiler

Benzer Belgeler