• Sonuç bulunamadı

Tek Parti Dönemi Ankara’sı

1.2. Ankara Tarihine Genel Bir Bakış

1.2.10. Tek Parti Dönemi Ankara’sı

Cumhuriyet’e ve Ankara’nın başkent seçilmesine ilişkin ihtilaflar büyük ölçüde bertaraf edildikten sonra, yeni devleti temsil edecek yepyeni bir başkent yaratma çabaları hız kazanmıştır. Ankara’daki gündelik hayatı baştan ayağa değiştiren yeni toplumsal yapının yerleşmesi/benimsenmesi elbette kolay olmayacaktır. Ankaralılar, ilk etapta, şehre getirilmek istenen “ithal” başkent kültürünü içselleştirmekte zorlanmış, kısa bir bocalama evresi geçirmiştir. Zira Ankara, artık eski bir Türk/Osmanlı kasabası olmanın çok ötesinde, yeni değerlerin sembolleştiği ve ülkeye yayıldığı bir merkez durumuna yükselmişlerdir. Başka bir ifadeyle Ankara, yeni Cumhuriyet’in ütopyası olacaktır. Bu durum Ankara’ya ve Ankaralılara tarihî bir sorumluluk da yüklemiştir.

Ankara’nın yeniden yaratımı aşamasında, ilk olarak şehre dair yeni imar planları hazırlanmış, son dönemde şehre hâkim olan “yoksul kent” görünümü silinmek istenmiştir. Bu amaçla, hem Ankara’ya modern bir başkent havası vermek hem de mevcut yaşam şartlarını iyileştirmek için devlet eliyle yeni yerler inşa edilmiş, yeni kurumlar ve sosyal tesisler açılmış, alt yapıya imkânlar elverdiği ölçüde yatırım yapılmıştır. Bu yolla, Ankara üzerinden ülkeye örnek bir kent imajı sunmak ve yeni devletin ideolojisini Ankara’da görünür kılmak hedeflenmiştir. Elbette ki bu değişim kasırgası, “yeni başkentin makbul yurttaşı” olarak gösterilen Ankaralıları doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir.

Yeni sürece bağlı olarak Ankara’nın hızlı ama plansız bir şekilde büyümesi, imar denetimini ve planlamasını zorunlu kılmıştır. İlk olarak, 1924 yılında İstanbul’da uygulanan “Şehremaneti Sistemi” Ankara’da kabul edilmiş ve hükûmete

şehri kamulaştırma yetkisi verilmiştir (Aydın vd., 2005: 385-386). Hatta yeterli ilerlemenin sağlanabilmesi için Macar asıllı bir Alman şehircilik uzmanı olan Dr. Carl Christoph Lörcher şehre davet edilmiş ve onun planı neticesinde Yenişehir’den başlayan bir imar projesi 1925 yılında hayata geçirilmiştir. Bu plana göre Ankara eski ve yeni şehir diye ikiye ayrılarak imar edilecek, pilot bölge olarak da Yenişehir ve Sıhhiye’den işe başlanacaktır (Özalp, 2016: 29). Lakin bu girişimden beklenen verim bir türlü elde edilemeyince yeni arayışlar başlamıştır. Bu doğrultuda, 1927 yılında Ankara’nın şehir planlamasına dair bir yarışma açılmıştır. Bu yarışmayı kazanan Alman şehir mimarı Hermann Jansen’in planı, Bakanlar Kurulu tarafından 1932 yılında onaylanmıştır (Aydın vd., 2005: 392). Artık 1920’lerin ulusal mimari tarzı terk edilmiş; modern ve uluslararası bir mimari üslubun şehirde görünürlük kazanması istenmiştir (Renda vd., 2004: 30). Ancak eski dokunun korunması, göçlerle birlikte artan konut ihtiyacının karşılanması gibi hususlarda diğer planlar gibi Jansen’in planının da yetersiz kaldığı anlar olmuştur.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Ankara’da yükselen yeni binalar, ticaretin o bölgelerde daha canlı olması sebebiyle, Gar çevresinde ve Ulus’un arka taraflarında yoğunlaşmıştır (Sarıoğlu, 2001: 74). Diğer taraftan, şehrin eskiden beri zenginleri olan ve ticareti elinde bulunduran Hristiyanların bağ evleri yangınları, istilaları ve savaşları atlatarak 1920’lere kadar gelebilmiştir (Evren, 1998: 62). Hatta Cumhuriyet’in ilk zamanlarında hâlâ ayakta kalan gösterişli ve sağlam evlerin neredeyse hepsinin gayrimüslimlere ait olduğunu söylemek mümkündür.

Ankara başkent ilan edildikten sonra Kale hemen önemini yitirmemiş, bir süre daha yerleşim için referans noktası olmuştur. Güneyinde Atpazarı, Koyunpazarı, Samanpazarı; batısında Kızılbey, Hatuniye, Hacı Doğan; kuzeyinde Tabakhane, Hacı Bayram, İsmet Paşa mahalleleri ile Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkların mahalleleri mevcuttur (Sarıoğlu, 2001: 73). Bu tablo, Osmanlı’nın çokuluslu yaşantısından miras kalan çok kimlikli bir mahallî yaşantıyı temsil etmektedir. Ancak yeni devlet ve yeni ideolojinin politikaları bu tabloyu da değiştirecektir.

Bu dönemlerde Ankara’daki evler, şehrin geleneksel mimarisine uygun tarzdadır ve kerpiçtendir. En iyi görünümlü evler ise şehrin zenginleri sayılan

Ermenilerin taş evleridir (Evren, 1998: 48). Bu evler bir süre sonra büyük bir değişim odağının içinde kalacak, eski Ankara ile yeni Ankara arasında direnmeye çalışacak, ancak yitip gidecektir.

Ankara’nın Cumhuriyet sonrası deneyimlediği kentsel dönüşümlerin ilk ayağı, şehir arazilerinin imara açılması olmuştur. Kent, kentlilik ve yurttaşlık açısından tüm Anadolu ve Türkiye’ye model olacağı için bu aşamalar ayrı bir önem taşımaktadır. Çeşitli uzmanların yeni kent düzeni için çizdikleri planlardan hareketle şehir artık yeni bir görünüm ve kimlik kazanırken, eski hali nostaljik bir resim olarak belleklerde kalacaktır.

Şehrin imara açılması ve ilk mimari planların -Lörcher Planı- ortaya çıkmasıyla birlikte, eski şehir-yeni şehir ikilemi doğmuş; böylece ahalide bir süredir gözlenen gergin hava mekâna da yansımıştır. Buna göre şehir, demiryolunun kuzeyindeki eski Ankara (Ulus, Kale, Hacı Bayram civarı) ile güneyinde inşa edilecek yeni Ankara (Sıhhiye, Çankaya, vd.) şeklinde ikiye ayrılacaktır. Bu planın sonucunda şehrin tarihî dokusu geri planda kalarak unutulacak, önemsenmeyecek ve korunmayacaktır. 1930’larda planı tercih edilecek olan Hermann Jansen kentin eski dokusunu korumayı, ona fazla dokunmamayı tercih etse de (Sarıoğlu, 2001: 38) Ankara şehir planları arzu edilen şekilde uygulanamamış, şehir çarpık bir kentleşmenin odağında kalarak eski dokusunu yitirmiştir. Kentteki yerliler için yeni devlet ve yeni şehir “uzaktan izlenecek bir manzara” olmuş ve yerli halkın yeni mekânlarla bütünleşmesi yeterince sağlanamamıştır. Bu devir, geleneksel Ankara’nın tarihî, dinî, toplumsal açıdan iflasını simgelerken, yaşantısı bu çizgide olan Ankaralıların da dışlanması anlamına gelmiştir. Yeni şehir denen yeni merkez Batılı tarzda opera, tiyatro, lokanta, eğlence merkezleriyle dolarken şehrin yerlileri bu yerlere ve bu yaşam tarzına büyük ölçüde uzak kalmışlardır.

Başkent oluşunun ardından Ankara’nın nüfusu hızla artmaya başlamıştır. İlk gelenler, çoğunlukla İstanbullu memur-bürokrat ve entelektüel kesimdendir. Ancak millî sanayi politikalarının uygulamaya konmasıyla birlikte şehre göçler ülkenin hemen her yanından olmaya başlamıştır. Bu gelişlerin doğal bir sonucu olarak Ankara’daki konut sorunu sürekli gündemde kalmıştır (Sarıoğlu, 2001: 79).

Şehirde 1929-1946 yılları arasında valilik ve belediye başkanlığı yapan Nevzat Tandoğan, CHP’nin tek parti ideolojisini taşıyan ve Ankara’yı arzulanan ideale ulaştırmak için çaba gösteren bir aktördü. Onun idareci tarzı, yönetim ideolojisinin güçlü, sert ve nevi-i şahsına münhasır kişiliğinin de etkisiyle oldukça katı ve halkla mesafeyi açacak bir yönetim anlayışının doğmasına sebep olmuştur. Onun bu tarzı, rejimin beklediği ‘makbul vatandaş’ın kimliğe bürünmesini sağlayacak bir tür “halk terbiyesi” olarak yansımakta (İmga, 2004: 118) ve bu yönüyle Tandoğan tam da o çizgide bir “terbiyeci” olarak öne çıkan bir figür olmaktadır. Ancak genel olarak bakıldığında tek parti yönetimi düzenleyici, koruyucu ve sınırlayıcı bir çizgide kalmış (Kocabaşoğlu, 1990), Ankara’yı göz alıcı bir başkent yapamamıştır. Bunun da ötesinde seçkinci yaklaşımın benimsenmesi, yerli halkın dışlanmasına sebep olmuş; halkın yaşam tarzı devletin ön gördüğü yaşam tarzı kalıbının dışına itilmiştir. Bu itilme ve kentteki konut sorunu, 1940’larda telaffuz edilmeye başlanan ‘gecekondulaşma’ olgusunu doğurmuştur. Ankara’da özellikle 1923-1930 yılları arasında hız kazanan inşaat, ticaret ve hizmet alanlarında çalışmak için gelen işçiler, şehrin imarsız ve plan dışı bırakılan boş ve denetimsiz arazilerini kendilerine mekân olarak seçmişlerdir. Şehre nispeten yakın olan Akköprü bölgesi ve Altındağ tepesi, gecekondulu yaşam formu için ideal noktalar olmuştur. Altyapı ve ulaşım yetersizlikleri, sağlıksız yaşama koşullarına ilişkin problemler de bu yerlerden eksik olmamıştır. Diğer taraftan, şehre gelen nüfusu karşılamaya yönelik kooperatifçilik yoluyla ve devlet yardımıyla konut politikaları uygulamaya konsa da, kapasitesinin 5-6 katını barındırmaya başlayan Ankara için yeterli olmamıştır (Sarıoğlu, 2001).

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kente gelen nüfus çeşitlilik gösterdiği için, şehirdeki yapılanma da tek tip olmamıştır. Ankara’da özellikle 1925 yılından sonra belirginleşen yapılar dört kategoride değerlendirilebilir. Eski şehir kesimlerindeki orta gelir grubuna hitap eden ve eski kentin zenginlerinin tercih ettiği 4-5 katlı apartman tipi yapılar; yeni şehir (Çankaya) taraflarında görülen üst gelir grubunun ikamet ettiği villa tipi yapılar; şehre gelen devlet memurlarının yerleşimini sağlamak amacıyla yaptırılan memur konutları; eski kent kısımlarındaki alt yapısı yetersiz, eski binalar bu çeşitliliğin belli başlı örnekleridir (Sarıoğlu, 2001: 82-83; Şenyapılı, 1985: 29-32).

Gecekondulaşmanın derinlerine inildiğinde, özellikle 1940-1950 arasında üç tür gecekondu sakini göze çarpar. İlk gruptaki dar gelirli ve düşük vasıflı memurlar civar köylerden göçenlerdir. Bunlar merkeze en yakın ve en düz konumdaki Altındağ bölgesinde yaşayan, 1930’larda altyapıya kavuşan gruptur. İkinci grup, civar köylerden gelip belirli dönemlerde çalışanlardan oluşmaktadır. Bunlar 1950 sonrasında bölgeye tamamen yerleşip gecekonduda kiracılığı başlatacak; bahçe tarımı, hayvancılık vs. gibi kır işleriyle de uğraşacaklardır. Üçüncü grupta ise en yamaçlı, en dik, en kötü bölgelere yerleşen ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden kırdaki imkânsızlıklar sonucu şehre göçmek zorunda kalan insanlar bulunmaktadır. Yerleştikleri konut ve iş olanakları açısından da hayli sıkıntılı olan bu kesim, istikrarsız yaşam koşullarına maruz kalmıştır. (Şenyapılı, 1985)

Ankara’nın bir tarafında gecekondulaşma sorunu baş gösterirken, diğer tarafında yepyeni yerleşim merkezleri doğmaya devam etmektedir. Bunun en güzel örneği, Bahçelievler9 semtidir. Ankara’da hem şehre yeni gelen memurların konut

ihtiyacını karşılamak, hem de Avrupa’da sanayi kentine alternatif olarak üretilen kent ütopyalarından olan bahçe-kenti temsil etmek amacıyla “Bahçelievler” üzerinden yeni kooperatifler oluşturulmaya başlanmıştır (Aydın vd., 2005: 529).

Tek partili dönem kentleşmesine dair öne çıkan bir diğer detay, başkentte yaratılan yeni vatandaş tipinin bir arada görülebilmesini sağlamak üzere inşa edilmiş büyük meydanlardır. Bu meydanlar, halkın millî bayramları kutlarken toplandığı kamusal mekânlardır.

Ankara’da kurulmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılan yaşam dokusunun medeni bir şehirde yaşayan medeni şehirliyi temsil etmesi hedeflenmiş ve bu yeni grup, “Ankaralılar” etiketiyle sunulmuştur. Kentte 1920’lerden itibaren görülmeye başlanan yeni yaşam dokusu, yerli halk ile kente yeni gelen memurlar ve yöneticiler arasında bir gerilime ve yabancılaşmaya sebebiyet vermiştir. Dışarıdan gelen ve “seçkinler” denen kesimin gündelik yaşamı, yerli halka nasıl olmaları gerektiğini

gösteren bir örnek olarak sunulmuştur. Seçkinlerin kullandığı mekânlar Meclis- Ankara Palas-Karpiç Restoran (Ankara’nın ilk modern lokantası) üçgeninde iken, alışveriş için inilen Anafartalar Caddesi ile Millet Bahçesi halkla paylaşılan mekânlardır (Aydın vd., 2005: 407, 544). Ancak yerli halkın yeni grubu oldukça yadırgayıp İstanbul’dan gelen bürokrat ve ailelerine, yazarlara, sanatçılara ‘yaban’ diye hitap ettiği birçok kaynakta belirtilmektedir (Şenol Cantek, 2011). Elbette bu durumun birkaç açıdan sosyolojik izahı mümkündür. Her şeyden önce, durağan bir Anadoluluk yaşantısını sürdüren ahalinin bu büyük değişime aynı hızda cevap verip yeni yaşam tarzını benimseyemeyeceği hesaba katılmalıydı. Buna ek olarak itiraza yer bırakmayacak şekilde, aydın ve bürokrat kesimin “eğitmen”, halkın ise “eğitilecek cahil” şeklinde sınıflandırılması (Sarıoğlu, 2001) ve devlet bürokrasisinin her aşamasında bu tavrın sergilenmesi arzulanan toplumsal değişim seviyesine ulaşılamamasının sosyo-psikolojik bir izahatı olarak gösterilebilir. Kısacası, 1920’li yıllar toplumsal ve siyasal gerilimlerin sürdüğü, yeni devlet düzeninin ve ideolojik yapılanmanın henüz yeterli zemini bulamadığı bir dönemdir. Haliyle böyle bir ortamda kentleşme ve kentliliğin “emekleme” aşamasını geçememesi doğaldır.

Ankara’ya miras kalan Osmanlı sisteminde “girişimci bir orta sınıfın” bulunmayışı, şehre yeni gelen aydın-bürokrat kesimi farklı arayışlara itmiş; bir taraftan yeni bir “orta sınıf” oluşturulmaya çalışılırken diğer taraftan bilime, teknolojiye ve halkı eğitmeye dayalı bir modernleşme anlayışı benimsenmiştir. Buna mukabil eski Ankaralıların geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, yeni Ankaralılar denen ve çoğunluğu İstanbul’dan gelen kesimin ise değişime açık ve hazır olması (Güneş, 2013: 17) yerli-yaban şeklindeki ikili yapıyı beslemiştir. Ankara’da değişime en dirençli kesim olarak değerlendirilen dindarlar ise yenilik hareketlerinin hedefinde kalmıştır (Sarıoğlu, 2001: 3). 1923 yılından sonra şehrin sosyal ve ekonomik yapısında görülen hızlı değişim, nispeten dışarıya kapalı bir yapısı olan yerli Ankaralılarca soğuk karşılanmış; devlet eliyle oluşturulmaya çalışılan “orta sınıfa” karşı mesafeli kalınmıştır. Diğer taraftan, seçkin aydın ile yerli/Anadolulu halk ikilemi, bu dönemlerde iyice yerleşmeye başlamıştır.

Ankara’da teşvik edilen ve örnek gösterilen yaşam -ki bu yaşam tarzı giyim- kuşam, yeme-içme, eğlenme alışkanlıkları, hal ve davranış gibi gündelik yaşama ilişkin pek çok detayı içerir-, eğitimli seçkin kesim dışında kalan tüm kesimlerin öğrenmesi ve uygulanması gereken bir model olarak sunulmuştur. Örneğin eski Ankara’nın köklü mahallesi Hacettepe, bu anlamda 1930’lu ve 40’lı yıllarda yeni yaşam tarzı ve iktidar egemenliği bağlamında iyice marjinalleşen bir yapıya bürünmüştür (Aydın vd., 2005: 405, 499). Bu yeni yaşam tarzına adapte edilmeye hem Ankaralı yerliler, hem de buraya göç eden ancak sözü edilen standardı taşımayan tüm kesimler dâhildir.

1923-1931 yılları arası, hem Ankara kent kimliğinin hem de şehirdeki ideolojik ve kültürel yapılanmanın “kuruluş dönemi” olarak kabul edilir. Bu ilk yıllar halkın içine kapandığı, kamusal alanda pek görünmediği yıllardır. Özel alanın/evlerin dışı; yeni rejimin soluğunun hissedildiği, yeni erk gücünün uygulama alanı bulduğu, denetimli yerlerdir (Aydın vd., 2005: 434-435). 1930 sonrası dönem ise ideolojilerin kurumsallaştığı yıllar olmuştur (Sarıoğlu, 2001: 102). 1929 dünya ekonomik buhranı, 1931 ve 1935 kongreleriyle tek parti ideolojisinin egemenliğini sağlamlaştırması bu kurumsallığı sağlayan en önemli gelişmelerdir. Buna mukabil, 1890’ların Jön Türk kuşağının benimsediği aklın yolundan giden, her konuda rasyonaliteyi baz alan zihniyetin yeniden canlanıp girişimlerde bulunduğu dönem de bu dönemdir (Aydın vd., 2005: 508-509). Bu arada Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde gerek Ankara’ya gelen memur ve bürokratların kalacak yer problemini çözmek, gerekse rejim ideallerini yansıtan yemekler, balolar, toplantılar vs. düzenlemek için kullanılan mekân, Ulus semtinde II. Meclis’in karşısında bulunan Ankara Palas’tır.

Kemalist ideolojinin ideallerini yansıtan, halkı eğitmeye ve zihniyetini dönüştürmeye yönelik çalışmaların merkezi konumuna yükselen en mühim kurum, Atatürk’ün talimatıyla 19 Şubat 1932’de ilki Ankara’da açılan ve sonra bütün yurda yayılması hedeflenen Halkevleri’dir (Güneş, 2013: 112). Dil, edebiyat, tarih, güzel sanatlar, spor, içtimai yardım, halk dersaneleri ve kurslar, kütüphane ve neşriyat, köycüler, müze ve sergi şubeleri gibi kolları bulunan Halkevleri, görüldüğü üzere Batılı idealler ekseninde şekillenmiştir (CHP 1932; aktaran Sarıoğlu, 2001: 104). Bu

yerlerin yönetimi bölgedeki parti temsilciliği tarafından sağlanıyor olup halktan herhangi bir kimse partiye üye olsun ya da olmasın arzu ettiği kolda eğitim alabiliyordu (Güneş, 2013: 116).

1940’ların başında Ankara’nın gündemini meşgul eden en önemli meselelerden biri, gençlerin eğitimidir. Bu noktada, bir şekilde eğitim olanaklarına ulaşma fırsatı bulan şehirli gençlerin yanında, köyünde yaşayan zeki çocukları tespit etmek ve eğitmek de amaçlanmış; bu doğrultuda 17 Nisan 1940 yılında TBMM’de alınan bir kararla Köy Enstitüleri kurulmuştur. Kısa sürede yurdun pek çok yerine yayılan bu okullar, Atatürk ilke ve inkılaplarından haberdar gençler yetiştirmeyi öncelemiştir. Ankara yakınlarındaki Hasanoğlan köyünde kurulan köy enstitüsü, o dönemlerde köylüyü eğitmenin ve okuryazarlığını artırmanın yanında kente göçü de kısmen önlemiştir (Güneş, 2013).

İkinci Dünya Savaşı, Türkiye’nin fiilî olarak savaşa katılmamasına karşın Türkiye’yi ve dolayısıyla başkent Ankara’yı da etkilemiştir. Savaşa girme ihtimaline karşı alınan önlemler, artırılan vergiler, gerileyen imalat ve tarım sektörü, günlük ihtiyaç malzemelerinin ve ev kiralarının pahalanması vs. Ankara halkını doğrudan etkilemiş, kentteki yaşam tarzını değiştirmiştir. Bu yıllarda Varlık Vergisi’nin uygulamaya konulmasına ek olarak kart ve karneyle temel besin ürünlerinden olan ekmek satışına başlanmıştır. Ayrıca ticarî ahlakın zayıfladığı, ailevi sıkıntıların büyüdüğü ve toplumsal bağların zayıfladığı görülmüştür (Güneş, 2013).

İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte, hem Batılı ülkelere ayak uydurmak hem de halkı savaş psikolojisinden uzak tutmak amacıyla spor, sinema ve tiyatro faaliyetlerine hız verilmiştir. İstanbul takımlarına rakip olarak Ankara’da kurulan spor kulüpleri desteklenmiş; sinema ve tiyatro etkinliklerinde bilet fiyatları ucuzlatılmıştır. Örneğin 1942 yılında 1 kg pirincin fiyatı 2-3 kez sinemaya gidebilmeye eşdeğer bir ücrettedir; halk otobüslerinin son saatleri ise sinema ve tiyatro bitiş saatlerine göre ayarlanmıştır (Güneş, 2013: 161).

Ankara’da yaşam tarzına yön veren önemli aktivitelerden biri, millî bayramların kutlanışıdır. Bu bayramlarda halk şenliklerinin yanında batılı bir tarzı

temsil eden kadınlı-erkekli, müzikli, danslı, yemekli kutlamalar da tercih edilmiştir. Baloların önemi, Atatürk’ün büyük değer verdiği kadının kamuda görünürlüğünün artırılmasının ve erkeklerle bir arada eğlenmesinin yolunu açmasıdır. Batılı tarzda giyim-kuşamın hâkim olduğu, müzikli ve danslı eğlenceler olan balolar, özellikle üst düzey ve zengin Ankaralıların ilgi odağı olmuştur. Falih Rıfkı Atay’ın anlattıklarına göre, esasında ilk balolar 19. asrın sonlarında Osmanlı’da daha çok gayrimüslimler tarafından yapılmış ve tebaanın geri kalanınca hoş karşılanmamıştır. Ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra balolar, devlet eliyle desteklenen, hatta teşvik edilen bir etkinliğe dönüşmüştür (Güneş, 2013).

Milletvekili seçilen kimselerin yalnızca İstanbul kökenli bürokratlardan değil Ankaralı işçi ve köylülerden de seçilmesi, kuşkusuz rejim ideallerinin halkın tüm tabanına yayılması amacını yansıtıyordu. Ankaralı yazar Nezihe Araz’ın anılarında bu iki tipe örnek iki milletvekilinin bir Ankara evinde Cumhuriyet Bayramı’na hazırlanması resmedilir. Bu tabloda söz konusu milletvekilleri kendileri için özel diktirilmiş giysileri yadırgarken yine de Atatürk’ün talebi söz konusu olunca ona layık olmak isteğiyle boyun eğmişlerdir (Araz, 1994: 10-11). Bu noktada gerek istihdam, gerek yerleşme, gerekse modern yaşam tarzına uyma bakımından Ankara yerlilerinin yanında memur ve hizmetlilerin de sıkıntı yaşadıklarını söylemek gerekir. Özellikle bu meslek gruplarının çocukları, geleneksellikle modernlik arasında bocalayıp durmuşlardır (Aydın vd., 2005: 504).

Ankara’nın merkezî yerlerinin ve meydanlarının heykeller ve anıtlarla donatılması, Nevzat Tandoğan önderliğindeki bir girişimin sonucudur (Kocabaşoğlu, 1990: 202). Heykelin İslami anlayışa aykırı oluşu hesaba katıldığında icraatların vitrini süslemenin ötesinde verdiği sembolik mesaj da açıktır. Osmanlı’dan ve İslam’dan gelen zihniyet açık bir şekilde, tekrar tekrar reddedilmektedir. Keza Halkevleri’ndeki alanların içinde dinin bulunmaması, laik anlayış doğrultusunda Anadolu İslamlığını ve dindarlığını bilim-teknoloji-sanat eksenine kaydırmaya yönelik girişimler olarak değerlendirilebilir.

Günümüzde kendine has kültürel dokusu ve tipikliğiyle öne çıkan Sincan semti, 1930’lu yıllarda halen bir köydür. Atatürk’ün talimatıyla, Türkiye’ye gelen

muhacirler için iskân bölgesi seçilen Sincan (Aydın vd., 2005: 448), yavaş yavaş değişmeye, sonraki yıllarda daha belirgin hale gelecek olan farklı insan tiplerini üretmeye başlamıştır.

Yapımına 1936’da başlanan ve 1943 yılında tamamlanan Gençlik Parkı, halkın doğayla kucaklaşması ve açık alan aktivitelerini yapabilmesi amacıyla inşa edilmiştir. Ulus’ta bulunan bu park, bir müddet ihtiyaca cevap verse de merkezin Kızılay’a doğru kayması neticesinde seçkinlerin gözünden düşmüştür (Aydın vd., 2005: 431).

Devlet eliyle kurulan mekânların haricinde halkın sosyal hayatını yaşadığı başka yerler de vardır. Örneğin önemli devlet meselelerinin konuşulduğu kahvehaneler bu türden yerlerdir. Hemşehri kahvehaneleri, esnaf kahvehaneleri, aydın-yazar kahvehaneleri gibi farklı kesimlerin bir araya gelip sosyalleştiği bu yerler, dönemin Ankaralı erkeklerinin önemli bir buluşma mekânıdır. Birinci sınıf kahvehaneler; aydın-memur-yazar-sanatçı kesimin takıldığı, edebî ve siyasi