• Sonuç bulunamadı

Yapı ve fonksiyonlarındaki farklılıklara rağmen, pulpa-dentin kompleksi fonksiyonel olarak birlikte çalışan ve bu bakımdan bütünlük gösteren bir organdır (Pashley, 1996;

Love ve Jenkinson, 2002a; Pashley, 2002; Sturdevant ve ark., 2002). Çürük, aşınma, fraktür ve restoratif işlemler nedeni ile üzerini örten mine ya da sement dokusunun kalkmasıyla açığa çıkan dentinde, dentin tübüllerinin ağız boşluğu ile pulpayı birbirine bağlayan difüzyon kanalları haline geldiği görülür (Pashley, 1989; Özok ve ark., 2001; Love ve Jenkinson, 2002a; Schaller ve ark., 2005). Bu durumda, pulpanın sağlığının korunması açısından açık dentin yüzeylerinin biyolojik olarak uyumlu ve ağız sıvılarında çözünmeyen bir materyalle kapatılmasının kavite ile pulpa arasındaki iletişimin kesilmesi bakımından önemli ve gerekli olduğu belirtilmektedir (Prati ve ark., 1994a; Prati, 1994b; Pashley ve Carvalho, 1997; Özok ve ark., 2001; Pashley ve ark., 2002a; Schaller ve ark., 2005). Ancak, günümüzde yaygın olarak kullanılan rezin esaslı restoratif materyallerin polimerizasyon sırasında büzülmesi ve dentin yüzeyine uygulanan bağlayıcı ajanların dentine olan bağlanma kuvvetlerinin bu büzülmenin olumsuz etkilerini önleyebilecek derecede güçlü olmaması, dolgu/diş arayüzünde aralık oluşmasına (Prati ve ark., 1994a; Prati, 1994b; Gordan ve ark., 1998; Peutzfeldt ve ark., 2000; Rasetto ve ark 2001; Kaaden ve ark., 2002; Perdigao ve Swift, 2002; Öztürk ve ark., 2004b) ve bu aralıklardan ağız sıvıları ile birlikte mikroorganizmaların kavite içine sızmasına neden olmakta (Sakaguchi ve ark., 1992;

Prati ve ark. 1994a; Alani ve Toh, 1997; Cobb ve ark., 2000; Kleverlaan ve Feilzer, 2005) ve mikrosızıntıyı tartışılması, analiz edilmesi gereken önemli bir klinik sorun haline getirmektedir (Derkson ve ark., 1986; Pashley, 1990; Özok ve ark., 2001).

Mikroorganizmalarla birlikte kavite içine sızan birçok irritanın dentin tübülleri yoluyla pulpaya ulaşarak pulpa ya da periapikal dokularda patolojilere yol açabilmesi (Tronstad ve Langeland, 1971; Trowbridge, 1981; Bergenholtz, 1981; Love ve Jenkins, 2002a), dentinin geçirgenlik özelliğinin pulpanın reaksiyonunu belirleyen en önemli faktör olduğunu göstermektedir (Mjör, 1983). Ancak, yaşa ve dentindeki bölgesel farklılıklara bağlı olarak dentin tübüllerinin sayı ve çapında gözlenen değişikliklerin dentin geçirgenliğini etkilediği görülür (Vajinovic ve ark., 1973;

Pashley, 1984c; Pashley, 1990; Duran ve ark., 2005; Love ve Jenkinson 2002a).

Nitekim, dişlerin ağız ortamına ilk sürdüğü dönemde dentindeki açık tübül sayısının fazla olduğu (Carrigan ve ark., 1984; Fosse ve ark., 1992), tübül iç çeperini saran peritübüler dentin miktarının ve mineralizasyonunun az olduğu dolayısı ile genç sürekli dişlerin daha geçirgen ve çürüğe daha yatkın olduğu gözlenmiştir (Jenkins, 1966; Tronstad, 1973; Stanley ve ark., 1983; Carrigan ve ark., 1984; Tagami ve ark., 1992; Linde ve Goldberg, 1993; Marshall, 1993; Mjör, 2009).

Bunun yanı sıra, dentin geçirgenliğinin dentin kalınlığı ile ters orantılı olarak değiştiği ve kavite derinliği arttıkça dentinin daha iletken (geçirgen) hale geldiği görülür (Reeder ve ark., 1978; Pashley ve ark., 1978c; Pashley ve ark., 1987; Fogel ve ark., 1988; Pashley, 1988; Pashley, 1990; Tagami ve ark., 1990; Koutsi ve ark., 1994; Bouillaguet ve ark., 1996; Sturdevant ve ark., 2002; Pashley, 2002). Buna göre, dentin kalınlığı arttıkça dentin tübülleri ile yayılan irritantların miktarı ve konsantrasyonunun pulpaya yaklaştıkça azaldığı hatta inflamasyon oluşturabilecek kritik konsantrasyonun altında kalabildiği, aksine dentin kalınlığı azaldıkça daha fazla toksik maddenin pulpaya ulaşabildiği ve buna karşı gelişen savunma cevabının da o oranda şiddetli olduğu belirtilmektedir (Pashley, 1985; Hamid ve Hume, 1997).

Nitekim, kalan dentin kalınlığının 0.5 mm.den az olduğu durumlarda asitle yapılan pürüzlendirme işlemlerinden sonra sitotoksinlerin pulpaya doğru difüzyonunun arttığı ve bunun odontoblast sayısında belirgin bir azalma meydana getirerek pulpanın tamir gücünü etkilediği belirtilmektedir (About ve ark., 2001). Ayrıca, restorasyonların dentine bağlanma kuvvetinin de kavitenin derinliğine bağlı olarak değiştiğine dikkat çeken araştırmacılar (Tagami ve ark., 1990; Swift ve ark., 1995), birim alana düşen tübül sayısının mine-dentin sınırından pulpaya doğru giderek artması nedeniyle (Garberoglio ve Brännström, 1976; Pashley, 1991; Heymann ve Bayne, 1993) yüzeyel dentinde rezinin intertübüler dentin içine penetre olarak bağlandığını, derin dentinde ise bağlanmanın intratübüler olduğunu belirtmektedirler (Heymann ve Bayne, 1993; Pashley ve Carvalho, 1997; Latta ve Barkmeier, 1998).

Araştırmacılar yüzeyel dentinde intertübüler dentin alanının fazla olması nedeniyle daha kalın bir hibrit tabaka oluştuğunu dolayısı ile bağlanma kuvvetinin derin dentindekine göre yaklaşık iki kat fazla olduğunu da ifade etmektedirler (Causton,

1984; Suzuki ve Finger, 1988; Tagami ve ark., 1990; Prati ve ark., 1991; Perinka ve ark., 1992; Costa ve ark., 2000; Inoue ve ark., 2001). Bunun yanısıra, dentin tübüllerinin derin dentinde daha fazla yer kapladığı (Heymann ve Bayne, 1993;

Pashley ve Carvalho, 1997; Latta ve Barkmeier, 1998) ve tübül çaplarının daha geniş olduğu belirtilerek (Garberoglio ve Brännström, 1976) tübülleri dolduran dentin sıvısı nedeniyle (Pashley, 1988; Terkla ve ark., 1987; Ciucchi ve ark., 1995) derin dentinin yüzeyel dentine göre çok daha fazla nemli olduğu ve bunun rezinin bağlanma kuvvetini zayıflattığı da savunulmaktadır (Tagami ve ark., 1990; Pashley 1991; Erickson, 1992; Swift ve ark., 1995; Van Meerbeek ve ark., 2001a; Lopes ve ark., 2002).

Pulpanın vitalitesinin restorasyonların sızdırmazlığı ölçüsünde korunabileceği öngörülerek, mikrosızıntı ve dentin geçirgenliğinin azaltılmasına yönelik çözüm arayışı içerisinde, rezin sistemlerdeki monomer miktarının azaltılıp doldurucu miktarının arttırılmasıyla polimerizasyon büzülmesinin engellenebileceği düşünülmüş ve nano teknolojideki gelişmeler sayesinde partikül büyüklüklüğü 0,001 μ’a kadar küçültülmüş olan nano-dolduruculu kompozitlerin üretilmesine geçilmiştir (Mitra ve Holmes, 2003; Kleverlaan ve Feilzer, 2005; Nalçacı ve Bağış, 2005).

Nanofiller, aşırı küçük olmaları nedeniyle kompozit rezin içerisindeki diğer parçacıkların arasındaki boşluklara kolayca girebildiklerinden rezin içindeki doldurucu oranının artarak ağırlığın %90-95 ine ulaştığı görülür. Bunun rezinin fiziksel özelliklerini belirgin olarak iyileştirdiği ve polimerizasyon büzülmesini önemli oranda azalttığı belirtilmektedir (Bayne ve ark., 1994). Çalışmamızda kullandığımız, nano-dolduruculu bir kompozit rezin materyal olan Filtek Supreme XT’nin (3M ESPE) aşınmaya karşı direnci, yüzey sertliği, mine ve dentine bağlanma kuvveti, yüzey pürüzlülüğü, renk stabilitesi ve kenar sızıntısı ile ilgili olarak çok sayıda çalışma yapılmıştır (Yap ve ark., 2004a; Teixeria ve ark., 2005; Özel ve ark., 2006; Yamazaki ve ark., 2006; Ernst ve ark., 2006; Türkün ve Çelik, 2007; Türkün ve Çelik, 2008; Ergücü ve ark., 2008; Rodrigues ve ark., 2008; Silva ve ark., 2008;

Ilie ve ark., 2009; Cetin ve Unlu, 2009; Moraes ve ark., 2009). Buna göre, doldurucu oranının fazla olması nedeniyle Filtek Supreme XT’in, poliasit-modifiye kompozitler (Dyract AP), mikrofil (Filtek A110) ve mikrohibrit kompozitlere (Filtek Z250) göre

aşınmaya karşı daha dirençli olduğu (Yap ve ark., 2004a; Teixeria ve ark., 2005);

yüzey özellikleri bakımından da rezin modifiye cam iyonomer siman (Fuji II LC), cam iyonomer siman (Fuji IX), kompomer (F2000), ormoser (Admira), mikrofil kompozit (Filtek A110) ve midifil kompozitlere (Filtek Z100) göre daha düzgün bir yüzey oluşturduğu gözlenmiştir (Yap ve ark., 2004b). Klinik uygulamalarda da Filtek Supreme XT’nin oldukça başarılı olduğu ve gerek 12 aylık gerekse 24 aylık gözlem süreleri sonunda gingival adaptasyon, tutuculuk, renk uyumu, kenar renkleşmesi, çürük oluşumu ve postoperatif hassasiyet yönünden klinik başarısının istenilen düzeyde ve tatmin edici olduğu belirtilmiştir (Ernst ve ark., 2006; Dresch ve ark., 2006; Efes ve ark., 2006a; Efes ve ark., 2006b; Türkün ve Çelik, 2007; Türkün ve Çelik, 2008; Mahmoud ve ark., 2008; Çetin ve Unlu, 2009; Palaniappan ve ark., 2009).

Rezinlerin klinik performansını büyük oranda etkileyen polimerizasyon büzülmesine karşı koyacak ve materyalin dentin dokusuna güçlü bir şekilde tutunmasını sağlayacak olan bağlayıcı sistemler konusunda da büyük ilerlemeler kaydedilmiş (Pashley ve ark., 1993; Swift ve ark., 1995; Kugel ve Ferrari, 2000; Tay ve Pashley, 2001a; Perdigao, 2002; Lopes ve ark., 2002; Van Meerbeek ve ark., 2003;

Kleverlaan ve Feilzer, 2005) ve geliştirilen self-etch bağlayıcı sistemlerin çok basamaklı dentin bağlayıcı sistemlerin dezavantajlarını ortadan kaldırdığı gösterilmiştir (Koraşlı ve ark., 2007; Foxton ve ark., 2008; Dallı ve ark., 2009;

Amaral ve ark., 2009). Nitekim; self-etch bağlayıcı sistemlerde tek bir uygulama aşamasıyla mine ve dentine eşzamanlı bağlanma sağlanmakta, yıkama-kurulama işlemi ortadan kalktığı için dentinin fazla asitlenmesi veya fazla kurutulması ya da kavitenin yeterince yıkanmaması gibi adeziv materyalin dentine bağlanma kuvvetini zayıflatan dezavantajlar ortadan kalkmakta buna bağlı olarak teknik hassasiyet en aza indiğinden bağlayıcı sistemin uygulanma süreci içinde hata yapma olasılığı azalmaktadır (Nakabayashi ve Saimi, 1996; Tay ve ark., 1996; Rosa ve Perdigao, 2000; Frankenberger ve ark., 2001; Telles ve ark., 2001; Boillaguet ve ark., 2001;

Lopes ve ark., 2002; Oliveira ve ark., 2003; Sensi ve ark., 2005; Amaral ve ark., 2009). Bunun yanı sıra, klinik işlemlerin kısalmış olması özellikle yeterli izolasyonun sağlanamadığı çocuk hastalarda bir avantaj da sağlamaktadır

(Frankenberger ve ark., 2001; Telles ve ark., 2001). Ayrıca, self-etch sistemlerdeki primer’ın tübül ağızlarındaki smear tıkaçları etkilemediği ve dentin yüzeyini tamamen örterek post-operatif duyarlığı engellediği belirtilerek geçirgenliği fazla olan genç dişlerdeki derin kavitelerin restorasyonunda bu sistemlerin güvenle kullanılabileği ifade edilmektedir (Tay ve ark., 2000; Christensen, 2001; Bouillaguet, 2004).

Kompozit rezinle dentin bağlayıcı sistemlerin farklı üretici firmaların ürünlerinden seçilmesi halinde, dentin bağlayıcı ajanların dentine bağlanma kuvvetinin olumsuz yönde etkileneceği belirtilerek (Thomsen ve Peutzfeldt, 2007), klinik performansın arttırılması bakımından kullanılan restoratif rezinle dentin bağlayıcı ajanın aynı üretici firmadan temin edilmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir (Leirskar ve ark., 1998; Foxton ve ark., 2008). Bu nedenlerle çalışmamızda, klinik başarısı kanıtlamış Filtek Supreme XT ile birlikte aynı firmanın ürünü olan Adper Prompt L-Pop’un kombine kullanılması uygun görülmüştür.

Bağlayıcı sistemleri üreten firmalar, bu sistemleri çok dikkatli araştırarak değerlendirmekte ve klinik uygulamaların sistemden beklenilen en üst performansı sağlayacak şekilde yapılabilmesi için gerekli kuralları belirlemektedirler. Ancak, birçok hekimin bilerek ya da bilmeyerek bu önerilere uymadıkları için bağlayıcı sistemleri yanlış kullandıkları dolayısıyla beklenen sonucu elde edemedikleri görülmektedir. Araştırmacılar, uygulama hatalarının adezivin klinik başarısını ciddi şekilde azalttığını, firmanın önerdiği şekilde kullanıldığı takdirde rezin restorasyonların kenar uyumunun sağlanacağını ve tutuculuğunun artacağını, mikrosızıntı ve hassasiyetin azalacağını belirtmektedirler. (Swift, 1998;

Frankenberger ve ark., 2000; Garcia-Godoy ve Donly, 2002). Bu nedenle çalışmamızda tüm materyaller üretici firmanın önerisi doğrultusunda uygulanmıştır.

Rezin materyallerin polimerizasyonu için kullanılan ışık kaynağından gelen ışığın yüksek yoğunlukta olması, rezinin hızla polimerize olarak aşırı büzülmesine neden olduğu ve dolgu/diş ara yüzündeki gerilimi arttırarak restoratif materyalin diş dokularıyla olan bağlantısını bozabildiği için (Mehl ve ark., 1997; Leinfelder, 1999;

Peutzfeldt ve ark., 2000), güncelleştirilerek gücü arttırılan LED ışık cihazlarında (Elipar Freelight 2;1200 mW/cm2), ışınlama sırasında başlangıçta düşük tutulan (+5 pozisyonu) ışık yoğunluğunun daha sonra kademeli olarak yükselmesi sağlanmış ve bunun, materyalin fiziksel özelliklerini bozmadan polimerizasyon büzülmesini en alt düzeye indirdiği dolayısı ile kenar bütünlüğünün korunarak mikrosızıntının azaltılabildiği gözlenmiştir (Technical Product Profile, 3M ESPE; Mehl ve ark., 1997; Yoshikawa ve ark., 2001; Oberholzer ve ark., 2005).

Dentin üzerinde en iyi ve en uzun süreli korumayı sağlayacak restoratif materyal ve tekniğin belirlenebilmesi için restoratif materyallerin dentini örtme özelliklerinin doğru olarak tanımlanması gerektiği halde, bu amaçla kullanılan bakteri araştırmaları, boya sızıntı çalışmaları, radyoizotop çalışmaları, hava basıncı, elektrokimyasal çalışmalar, ışık mikroskobu ya da SEM çalışmalarının genellikle kalitatif ya da yarı kantitatif yöntemler olduğu, değerlendirmelerin çoğunlukla tek ya da birkaç kesit üzerinde gözle yapılan iki boyutlu ölçümlere dayandığı (Going, 1972;

Pashley ve ark., 1977; Bauer ve Henson, 1984; Newman, 1984; Gottlieb ve ark., 1985; Pashley, 1990; Taylor ve Lunch, 1992; Pradelle-Plasse ve ark., 2005) dolayısı ile bu yöntemlerle sadece sızıntının varlığı ya da yokluğu hakkında bilgi edinilebildiği ancak miktarının belirlenemediği görülmektedir (Pashley ve Galloway, 1985; Pashley ve ark., 1985b; Pagliarini ve ark., 1996; Del Nerro ve Macorra, 1999).

Zira, sızıntı üç boyutlu bir fenomendir (Youngson ve ark., 1990; Taylor ve Lunch, 1992; Pashley ve Carvalho, 1997; Morais ve ark., 1999) ve restorasyon çevresindeki gerçek sızıntıyı ölçmek için sızıntının hacim olarak ölçülmesi gerektiği belirtilmektedir (Youngson ve ark., 1990; Morais ve ark., 1999). Sıvı filtrasyon yönteminde, mikrosızıntı ölçümleri kantitatif hacimsel verileri vermekte ve ölçümler diğer yöntemlere oranla daha kısa sürede yapılabilmektedir (Fogel, 1995; Özok ve ark., 2001). Ancak, hem halojen ışık cihazı hem de LED ile yapılan çalışmalarda, restoratif materyallerin kenar sızıntısına ilişkin değerlendirmelerin genellikle boya çalışmalarından elde edilen sonuçlara dayandırıldığı görülmektedir (Mills ve ark., 1999; Jandt ve ark., 2000; Dunn ve Taloumis, 2002; Yoon ve ark., 2002; Hofmann ve ark., 2002; Öztürk ve ark., 2004a; Wigging ve ark., 2004; Üşümez ve ark., 2004;

Tsai ve ark., 2004; Nalçacı ve Bağış, 2005; Türkkahraman ve Küçükeşmen, 2005;

Bağış ve ark., 2008; Atai ve Motevasselian, 2008; Guiraldo ve ark., 2008)

Bu bilgilerin ışığı altında, çalışmamızda; genç sürekli dişlerin dentinini örterek zararlı uyaranlara karşı pulpayı etkin bir şekilde koruyabilecek restoratif uygulamaların belirlenebilmesi için, farklı derinlikte hazırlanan kavitelerde, bir self-etch dentin bağlayıcı sistemle (Adper Prompt L-Pop, 3M ESPE) kombine kullanılan bir nanokompozit restoratif materyalin (Filtek Supreme XT, 3M ESPE) light-emitting diode (LED, Elipar Freelight 2;1200 mW/cm2) ve bir halojen ışık kaynağı (Hilux) kullanarak polimerize edilmesinden sonra dentin geçirgenliğinin sıvı fıltrasyon yöntemi ile ölçülerek karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Restoratif sistemlerin değerlendirilmesinde ve geliştirilmesinde klinik çalışmalar en uygun yöntem olmalarına rağmen fazla zaman alması, maliyetinin yüksek olması ve hasta takibindeki sorunlar nedeniyle oldukça zor uygulanabilen yöntemlerdir.

Ayrıca, bu araştırmalarda birçok değişkenin sonuçlar üzerinde etkili olmasından dolayı başarısızlığın gerçek nedeni de anlaşılamamaktadır (Nikaido ve ark., 2002;

Perdigao, 2002; Van Meerbeek ve ark., 2003; Moll ve ark., 2004). Laboratuvar çalışmalarında ise, tek bir değişken değerlendirilirken diğer değişkenlerin sabit tutulabildiği, çalışmanın genellikle kolay ve hızlı bir şekilde yapılabildiği ve maliyetin de düşük olduğu görülür (Van Meerbeek ve ark., 2003). Nitekim, materyallerin klinik performanslarını tahmin etmek amacıyla üreticilerin de günümüzde hala yaygın olarak laboratuar çalışmalarını tercih ettikleri görülmektedir (Perdigao, 2002; Van Meerbeek ve ark., 2003).

Dentin geçirgenliği çalışmalarında genellikle insan dişinin yanısıra (Pashley ve ark., 1981; Derkson ve ark., 1986; Pashley ve Depew, 1986; Pashley ve ark., 1987; Prati ve ark., 1994a; Vongsavan ve ark., 2000; Özok ve ark., 2001) kedi, köpek ve sığır dişi kullanıldığını da görmekteyiz (Pashley ve ark., 1981a; Nakamichi ve ark., 1983;

Pashley ve ark., 1984b; Vongsavan ve Matthews, 1991; Schmalz ve ark., 2001;

Duran ve ark., 2005). Restoratif materyallerin dentine bağlanma gücü bakımından

insan ve sığır dişleri arasında fark olmadığı belirtilmekte (Nakamichi ve ark.,1983) ancak insan dişi kullanıldığında dişlerin çürüksüz ve daha önce herhangi bir restorasyon yapılmamış olması gerektiği vurgulanmaktadır (Schneider ve ark., 2000).

Zira, yaşayan bir doku olan dentinin çürükten etkileneceği ve çürüğe karşı tamir dentini oluşturarak buna karşı bir cevap oluşturacağı dolayısı ile bunun da sonuçları etkileyebileceği (Nör ve ark., 1996) ayrıca çürük dentinde oluşan hibrit tabakanın normal dentinde bulunandan daha kalın olduğu (Nakajima ve ark., 1999a, Nakajima ve ark., 1999b; Pereira ve ark., 2006) ve bunun restoratif materyallerin dentine olan bağlanma kuvveti değerlendirilirken güçlük çıkartabileceği belirtilerek çürük dentin örneklerinin bu tür çalışmalar için uygun model olmadığı bu nedenle kullanılacak dişlerin çürüksüz olması gerektiği ifade edilmiştir (Kaaden ve ark., 2002; Burrow ve ark., 2002). Bunun yanı sıra, çekim sırasında oluşabilecek mine çatlaklarının da sonuçları olumsuz yönde etkileyebileceğine dikkat çekildiğinden (Youngson ve ark., 1999) dişler steromikroskopta incelendikten sonra sağlam, ISO standartlarına göre çürüksüz ve daha önce restorasyon yapılmamış olan dişler çalışma kapsamına alınarak in vitro koşullarda değerlendirilmişlerdir.

Çekilen dişlerin saklama süresinin in vitro çalışmalar üzerindeki etkisine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Bu sürenin, çalışmanın sonuçlarını önemli derecede etkilemediğini belirten araştırmacılar olduğu gibi (Ouitwaite ve ark., 1976; Williams ve Svare, 1985; Crim, 1989; Rueggeberg, 1991), saklama süresi uzadığı takdirde dentin geçirgenliğinin azalacağını dolayısı ile dişlerin çekildikten sonra en kısa sürede kullanılmasının daha doğru olacağını söyleyen (Goodis ve ark., 1993; Konno ve ark., 2003) ve bu sürenin çekimden sonraki bir ay ile sınırlandırılmasını öneren araştırmacılar da vardır (Tao ve Pashley, 1989; Prati ve ark., 1992; Prati ve ark., 1994a; Fogel, 1995; Youngson ve ark., 1999; Özok ve ark., 2002). Bu görüşler doğrultusunda biz de çalışma kapsamına alınan dişleri çekimden sonraki ilk bir ay içerisinde kullandık.

İn vitro çalışmalarda, dişlerin dehidrate olmaması ve mikroorganizma ürememesi için serum fizyolojik, distile su, formalin, sodyum hipoklorit, sodyum azid içeren serum fizyolojik, timol içeren distile su gibi pek çok farklı solüsyonlarda bekletildiği

görülmektedir (Rueggeberg, 1991; Prati ve ark., 1994a; Sullivan ve ark., 1999;

Youngson ve ark., 1999; Özok ve ark., 2001; Ziskind ve ark., 2003; Tosun ve ark., 2004; Tosun ve ark., 2005). Bu amaca uygun olarak %0.2 sodyum azid içeren distile su hem dezenfeksiyon sağlaması hem de dehidratasyonu önleyebilmesi bakımından sıkça kullanılmaktadır (Derkson ve ark., 1986; Pashley ve Depew, 1986; Prati ve ark., 1992; Fogel, 1995; Vignaroli ve ark., 1995; Özok ve ark., 2002). Bu nedenle çalışmamızda dişlerin deney aşamasına kadar %0.2 sodyum azid içeren distile su içerisinde bekletilmesi uygun görülmüştür.

Dentin geçirgenliği ölçümlerinde, kuronun oklüzal yüzden olan geçirgenliğinin pulpa boynuzları üzerinde yüksek iken merkezde daha düşük olduğu belirtilerek pulpa ile kavite tabanı arasında kalan dentin kalınlığındaki farklılıkların sonuçları etkileyeceğine dikkat çekilmiş (Pashley ve ark., 1987; Özok ve ark., 2001) ve kalan dentin kalınlığının standardizasyonu için benzer yaş grubundan ve benzer büyüklükte dişlerin seçilmesi ve kavitelerin eşit boyutlarda hazırlanması önerilmiştir (Krejci ve ark., 1993; Koutsi ve ark., 1994; Camp ve ark., 2000; Vongsavan ve ark., 2000;

Özok ve ark., 2001). Ayrıca, dişler arasındaki farktan doğabilecek hataların önüne geçebilmek amacıyla her dişin kendi kendisinin kontrolü olarak kullanılması gerektiği belirtilmiştir (Pashley ve ark., 1987; Tung ve ark., 1993; Özok ve ark., 2001; Özok ve ark., 2002). Bu öneriler dikkate alınarak, çalışmamızda, dentin geçirgenliği ölçümleri 12-15 yaşları arasındaki hastalardan ortodontik amaçla çekilmiş premolar dişlerinde 2x2 mm genişliğinde, 1.5- 2.5 mm derinliğinde standart olarak hazırlanan sınıf I kavitelerde gerçekleştirilmiş ve her diş kendi kendisinin kontrolü olarak kullanılmışır.

Smear tabakanın, hidrolik iletkenliği %70-90 oranında azalttığı belirtildiğinden (Reeder ve ark., 1978; Pashley ve ark., 1978b; Dippel ve ark., 1984; Pashley, 1988), koronal pulpa çıkartılırken dentinin pulpaya bakan kısmında smear tabaka oluşturmamaya dikkat edildi (Derkson ve ark., 1986; Prati ve ark., 1994a; Koutsi ve ark., 1994; Özok ve ark., 2001).

Araştırmacılar, etkin bir polimerizasyon sağlanabilmesi için 2 mm.den derin kavitelerde tabakalama tekniği (inkremental teknik) uygulanmasını önerdiklerinden (Hansen, 1986; Türköz ve ark., 1987; Ben-Amar ve ark., 1988; Sakaguchi ve ark, 1992; Opdam ve ark, 1996; Özyurt ve Ersöz, 2000; Miguez ve ark., 2004; Sensi ve ark., 2005a) derinliği 2 mm.nin üzerinde olan kavitelerde rezinin yerleştirilmesinde tabakalama tekniği kullanılmıştır.

Dentinin hidrolik iletkenliğinin ölçülmesinde, hidrostatik basınç önemli bir yer teşkil etmektedir. Yapılan çalışmalarda hidrostatik basıncın 3-20 psi aralığında uygulandığı görülmektedir (Derkson ve ark., 1986; Prati ve ark., 1992; Wu ve ark., 1993; Koutsi ve ark., 1994; Prati ve ark., 1994a; Vignaroli ve ark., 1995; Youngson ve ark., 1999;

Bachicha ve ark., 1998; Sullivan ve ark., 1999; Öztürk ve ark., 2004c; Duran ve ark., 2005; Küçükkolbaşı ve ark., 2007). Hidrostatik basınç için önerilen bu değerler fizyolojik pulpa basıncından (15cm H2O=0.2 psi) çok fazla olmasına rağmen, sızıntı miktarlarının ölçülebilmesi ve sistemin dengede kalabilmesi için hidrostatik basıncın yüksek olması gerektiği belirtilmektedir. (Youngson ve ark., 1999). Bu nedenle, genel olarak önerildiği şekilde sistemde 15 psi’ lik hidrostatik basınç (1055 cm. H2O) kullanılması uygun görüldü (Derkson ve ark., 1986; Bachicha ve ark., 1998; Sullivan ve ark., 1999; Youngson ve ark., 1999).

Hidrolik iletkenlik çalışmalarında; dentinden geçen sıvı miktarı düzenekte yer alan mikropipetin içindeki hava kabarcığının hareketine göre hesaplandığından, mikropipetin çapının değişmesiyle hidrolik iletkenlik formülünde de değişiklik yapılması gerekeceği belirtilmiştir (Pashley, 1989). Ancak, sıvı filtrasyon sisteminde genellikle 25 μl’lik mikropipet kullanılmakta ve bununla hava kabarcığının hareketi rahatlıkla gözlenebilmektedir (Greenhill ve Pashley, 1981; Vignaroli ve ark., 1995;

Sullivan ve ark., 1999). Bu nedenle, biz de çalışmamızda 25 μl’lik mikropipet kullanmayı uygun gördük.

Dentin geçirgenliği çalışmalarının bir çoğunda sıvı filtrasyon düzeneğinde distile su, fosfat tampon ve serum fizyolojik kullanılmakla birlikte (Pashley ve ark., 1981a;

Pashley ve ark., 1986; Derkson ve ark., 1986; Pashley ve ark., 1987; Prati ve

ark.,1991; Prati ve ark., 1992; Prati ve ark., 1994a; Koutsi ve ark., 1994; Fogel, 1995;

Vignaroli ve ark., 1995; Özok ve ark., 2001; Öztürk ve ark., 2004c; Sauro ve ark., 2009), in vitro koşulların in vivo durumu yansıtabilmesi için sıvı filtrasyon düzeneğinden geçirilen sıvının dentin sıvısına benzemesi istenir (Krejci ve ark., 1993). Dentin sıvısı ise albümin, immünglobülin, fibrinojen gibi plazma proteinlerinden zengin bir sıvıdır (Dai ve ark., 1991; Knutsson ve ark., 1994;

Pashley, 2002). Dentin sıvısına göre daha konsantre olmakla birlikte at serumu kullanan araştırmacılar bunun distile su, fosfat tampon ya da serum fizyolojik kullanımına göre in vivo duruma daha yakın olduğunu belirtmektedirler (Krejci ve ark., 1993). Dentin sıvısına benzediği için sığır serumunu 1:3 oranında sulandırarak kullanan araştırmacılar ise sonuçlar açısından distile su ile sığır serumu arasında fark olmadığını gözlemişlerdir (Özok ve ark., 2002). Bu görüşler doğrultusunda, benzer çalışmalarda olduğu gibi (Özok ve ark., 2001; Öztürk ve ark., 2004c) biz de sıvı filtrasyon düzeneğinde distile su kullanmayı tercih ettik.

Sıvı filtrasyon ölçüm tekniğinde aynı örnek üzerinden örneklere zarar vermeden birkaç kez ölçüm yapılabildiği belirtilerek bunun dentin geçirgenliğinde zaman içerisinde meydana gelebilecek değişikliklerin gözlenebilmesi açısından önemli bir avantaj sağladığı ifade edilmiştir (Pashley ve ark., 1983; Derkson ve ark., 1986; Prati ve ark., 1994a; Fogel, 1995; Vignaroli ve ark., 1995; Wu ve ark., 1998; Youngson ve ark., 1999; Özok ve ark., 2001; Öztürk ve ark., 2004c; Duran ve ark., 2005). Biz de çalışmamızda, belirli zaman dilimlerinde ölçümleri tekrarlayarak dentin geçirgenliğindeki değişiklikleri saptadık. Kompozit rezin materyallerin polimerizasyonunun 24 saatte tamamlandığını belirten araştırmacılar, doğru ölçüm yapabilmek için örneklerin 37 C°’de 24 saat bekletilmesi gerektiğini söylediklerinden (Pilo ve Cardash, 1992; Price ve ark., 2003; Alomari ve Mansour, 2005; Ermiş ve ark., 2007), restorasyonların tamamlanmasından hemen sonra yapılan ve 24 saat sonra tekrarlanan ölçümlerle rezinin polimerizasyon özelliğinin hidrolik iletkenlik üzerindeki etkisini değerlendirebilmeyi amaçladık.

Adeziv rezinlerin mekanik özelliklerinin ağız sıvıları ve su emilimi nedeniyle zayıflayabileceğini bunun da rezinin dentine bağlanma gücünü etkileyebileceğini

düşünen araştırmacılar (Rueggeberg, 1991; Lee ve ark., 1994; Pashley ve Carvalho, 1997), ölçümler arasındaki dönemlerde örnekleri antimikrobiyal ajan olarak %0.2 sodyum azid eklenmiş Ringer solüsyonu (Vignaroli ve ark., 1995), distile su (Öztürk ve ark., 2004c), %0.2 sodyum azid eklenmiş fosfatla tamponlanmış serum fizyolojik (Youngson ve ark.1999; Prati ve ark.1994a), %75 etanol eklenmiş yapay tükürük (Lee ve ark., 1994), su (Özok ve ark., 2001) ya da %0.2 sodyum azid eklenmiş yapay tükürük (Eisenburger ve ark., 2001; Dönmez ve ark., 2005) gibi farklı solüsyonlar içerisinde bekletmişlerdir. Ölçümler arası sürede biz de dişleri ağız içi ortamını yansıtabilmek amacı ile çalkalamalı su banyosunda, 37 Co lik sabit sıcaklıktaki yapay tükürük içerisinde beklettik.

Bunun yanı sıra, ağız ortamındaki pH değişikliklerinin kompozitlerin çözünürlüğünü arttırarak doldurucu kaybına neden olduğu ve bunun rezinin aşınma direncini olumsuz yönde etkilediği gösterildiğinden (Chadwick ve ark., 1990; Karacaer ve ark., 1999; Örtengren ve ark., 2001a), pH değişikliklerinin hidrolik iletkenlik değerlerini etkileme olasılığına karşı örneklerin, ağız ortamını yansıttığı belirtilen (Gerard ve Winter, 1986; White, 1987, White, 1988; Tulga ve ark., 1995) asit demineralizasyon solüsyonunda her gün 2 saat süreyle bekletilmesi uygun görüldü.

Kaviteler açılmadan önce minesi sağlam dişlerde yapılan ölçümlerde, hidrolik iletkenlik değeri sıfır ya da sıfıra çok yakın olan örnekler çalışma kapsamına alınmıştır. Kaviteler açılmadan önce yapılan bu ölçümlerle, mine çatlakları ya da diğer defektler nedeniyle dişte sızıntı olup olmadığı kontrol edilmekte ve elde edilen değerler “negatif kontrol” olarak kullanılmaktadır (Derkson ve ark., 1986; Prati ve ark., 1992; Prati ve ark., 1994a; Al-Jazairy ve Louka, 1999; Özok ve ark., 2001).

Çalışmamızda, hidrolik iletkenlik ortalamaları arasında istatistiksel olarak önemli bir fark olmaması nedeniyle geçirgenlik özelliği bakımından grupların homojen olduğu kabul edilmiştir.

Kaviteler açıldıktan sonra, dentin yüzeyine dentin bağlayıcı uygulamasıyla birlikte hidrolik iletkenlik değerinin pozitif kontrol değerinin de üzerine çıktığı görülmektedir.

Bu konuda yapılan çalışmaların sayısı arttıkça all-in-one bağlayıcı sistemlerin dentine bağlanma gücünün çok basamaklı sistemlerdeki kadar kuvvetli olmadığı anlaşılmaktadır (Rosa ve Perdigao, 2000; Kugel ve Ferrari, 2000; Frankenberger ve ark. 2001; Ogata ve ark., 2002; Oliveira ve ark., 2003; Naughton ve Latta, 2005;

Courson ve ark., 2005; De Munck ve ark., 2005; Owens ve ark., 2006; Koraşlı ve ark., 2007; Arslan ve ark., 2008). Teorik olarak, asidik monomer ile hidrofilik primer kombinasyonunun adezivle dentin arasında güçlü ve kalıcı bir bağlanma sağlayabilecek kalın bir hibrid tabaka oluşturması beklenirken pratikte bunun sağlanamadığını belirten araştırmacılar, bunun, adezivin pH’sının düşük olması nedeniyle rezin monomerin yeterince polimerize olamamasından kaynaklanmış olabileceğini düşünmektedirler (Telles ve ark., 2001; Öztaş ve Ölmez, 2005).

Bağlanmanın güçlü olabilmesi için demineralizasyon derinliği ile polimerize olacak monomerin penetrasyon derinliğinin aynı olması gerektiğine dikkat çeken araştırmacılar, polimerizasyondan sonra hibrid tabakanın altında polimerize olmamış asidik monomer kaldığını ve bunların dentini demineralize etmeye devam ettiğini dolayısı ile rezin monomerin ulaşamadığı kısımlardaki mineral desteğini kaybetmiş kollajen ağının zayıflayıp kırıldığını ve bunun adezivin bağlanma gücünü zayıflattığını belirtmektedirler (Leinfelder, 2001; Telles ve ark., 2001; Oliveira ve ark., 2004; Wang ve Spencer, 2005). Ayrıca; asitlemenin yeterli olmaması ve smear tabakanın kısmen çözünmüş olması nedeniyle adezivin bağlanma gücünün azalabileceğini düşünen araştırmacıların yanı sıra (Ibarra ve ark., 2002), bu sistemlerin, son derece hidrofilik olmaları nedeniyle polimerizasyondan sonra bile yarı geçirgen membran gibi davranabildiklerini ya da faz ayrım reaksiyonu sırasında oluşan su damlacıklarının adezivin dentinle olan bağlantısını zayıflatabildiğini ileri süren araştırmacılar da vardır (Chersoni ve ark., 2004; De Munck ve ark., 2005;

Dönmez ve ark., 2005; Furukawa ve ark., 2008; Van Landuyt, 2008).

Rezin esaslı materyallerin polimerizasyonundan beklenen, monomer yapının tamamen polimer yapıya dönüşmesi (Phillips, 1991; Yoon ve ark., 2002) ve polimerize olduktan sonra da bu yapının bozulmadan stabil bir şekilde kalabilmesidir (Knezevic ve ark., 2001; Witzel ve ark., 2005). Ancak; rezin materyaller ağız ortamı gibi sıvı ortamlarda su absorbe ettikleri için hem şişerek ağırlaşmakta, hem de

çözünme sonucu doldurucu ve reaksiyona girmeyen artık monomerlerin yapıdan uzaklaşmasıyla ağırlık kaybına uğramaktadırlar (Fan ve ark., 1985; Oysaed ve Ruyter, 1986; Feilzer ve ark., 1990).

Kompozit rezinlerin su emilimi sonunda genleşmesi klinik açıdan çok önemlidir.

Higroskobik genleşmeye bağlı olarak meydana gelen basıncın rezine, bağlayıcı ajana ve diş dokularına zarar verebildiği (Söderholm ve ark., 1984; Sindel ve ark., 1999;

Momoi ve Mc Cabe, 1994; Van Meerbeek ve ark., 2001a) buna karşılık rezin boyutundaki artışın polimerizasyon sırasında meydana gelen büzülmeyi kompanse edebildiği belirtilerek rezin restorasyonların kenar uyumunun sağlanmasında bu durumun etkisi olduğu ileri sürülmektedir (Koike ve ark., 1990; Segura ve Donly, 1993; Feilzer ve ark., 1990; Perdigao ve Swift, 2002). Nitekim; Hansen ve Asmussen (1989), posterior kompozit rezin restorasyonlarda polimerizasyon büzülmesi sonucu dolgu/diş ara yüzünde meydana gelen aralıkların higroskopik genleşme sonucu 28 günde kapandığını, Youngson ve ark. (1999) da higroskopik genleşme sonucu dolgu/diş ara yüzündeki aralıkların kapanmasıyla hidrolik iletkenlik değerlerinin 2-4 hafta içinde düştüğünü gözlemişlerdir. Rezin esaslı materyallerin su emiliminin rezinin kompozisyonuna, doldurucu miktarına ve doldurucu tipine de bağlı olduğu belirtilerek (Örtengren ve ark., 2001a; Perdigao ve Swift 2002; Van Meerbeek ve ark 2001a), bu çalışmada kullandığımız Filtek Supreme’nin su emiliminin mikrohibrit kompozitlere oranla daha fazla olduğu ve bunun Filtek Supreme’nin matriks ve inorganik doldurucu özelliğinden kaynaklanmış olabileceği ifade edilmektedir (Özel ve ark., 2006).

Rezinlerin ağız sıvılarıyla çözünmesi ise rezinin ayrışma özelliği olarak tanımlanmaktadır. Zira; su emilimi ile rezin yapı çözünmekte ve matriks içindeki doldurucular, iyonlar, artık monomer, metaktrilik asit ve formaldehit rezin yapıdan ayrılmaktadır (Oysaed ve ark., 1988; Geurtzen, 1998; Örtengren ve ark., 2001a, Örtengren ve ark., 2001b; Sideridou ve ark., 2003; Feilzer ve ark., 1990; Yiu ve ark., 2006; Ermiş ve ark., 2007; Ito ve ark., 2005). Bu durumun, rezinin fiziksel, kimyasal ve mekanik özelliklerine zarar vererek rezinin çekme dayanıklılığı ile aşınma direncini azalttığı dolayısı ile restorasyonların klinik başarısını engellediği

belirtilmektedir (Oysaed ve Ruyter, 1986; Diaz-Arnold ve ark., 1992; Peutzfeldt, 1997; Van Meerbeek ve ark., 2001a; Göhring ve ark., 2002; Örtengren ve ark., 2001a; Küçükeşmen ve ark., 2007).

Kompozit rezinlerin su emiliminin uzun zaman aldığı ve doygunluğa ulaşabilmesi için saatler, günler hatta aylar geçmesi gerektiği belirtilmiş (Fan ve ark, 1985;

Ferracane ve Condon, 1990; Momoi ve Mc Cabe, 1994; Yap ve ark., 2000) ancak su emiliminin zamana bağlı olarak değiştiği gözlenerek (Örtengren ve ark., 2001a;

Perdigao ve Swift, 2002) rezin materyallerin su emiliminin ilk 1 ay içerisinde hızlı bir artış gösterdiği bu hızın daha sonra giderek yavaşladığı ifade edilmiştir (Özel ve ark., 2006). Bu bulgulara paralel olarak çalışmamızda Filtek Supreme XT’nin ilk 1 ay içerisinde su emilimine bağlı olarak dentin geçirgenliğinin azaldığı tespit edilmiştir. Araştırmacılar, başlangıçta görülen hızlı su emiliminin rezinin kimyasal özelliğinin yanı sıra rezin içindeki hava boşluklarından kaynaklandığını daha sonra polimerize olmamış rezinin ayrışmasıyla su emilim hızının yavaşladığını ileri sürmektedirler (Mısra ve Bowen, 1977).

Bu bilgiler doğrultusunda; çalışmada kullandığımız Filtek Supreme XT’nin hidrolik iletkenliğinin, restorasyonların tamamlanmasından hemen sonra yapılan ölçümlere göre 24 saat sonraki ölçümlerde önemli oranda azaldığı gözlendiğinden, bu durumun ya polimerizasyonun bu süre içinde tamamlanmış olmasından ya da rezinin higroskopik genleşmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Hidrolik iletkenlik değerlerinin bundan sonraki 1.hafta, 1, 3, 6 ve 12. aylardaki ölçümlerde önemli bir değişiklik göstermemesi ise polimerize olduktan sonra Filtek Supreme XT’nin yapısında su emilimine bağlı olarak önemli bir ayrışma olmadığını ve rezinin stabilitesini koruduğunu düşündürmektedir. Nitekim; rezin materyallerin çözünürlüğünün polimerizasyon derecesine bağlı olduğunu belirten araştırmacılar, rezin matriksin polimerizasyon derecesi yani monomer yapıların polimer yapıya dönüşme oranının artmasıyla materyalin sudaki çözünürlüğünün azalacağını ileri sürmektedirler (Sideridou ve ark., 2003). Bu durumda, Filtek Supreme XT’nin iyi polimerize olarak su karşısında yapısal bütünlüğünü koruyabildiğini söylemek mümkündür. Benzer şekilde, Filtek Supreme XT’nin klinik başarısını gözlemek

amacıyla yapılan çalışmalarda da, 24 aylık gözlem süresi sonunda dahi materyalin klinik performansının iyi olduğu gösterilmiştir (Efes ve ark., 2006a; Efes ve ark., 2006b; Dresch ve ark., 2006; Mahmoud ve ark., 2008).

Rezin esaslı materyallerin polimerizasyonu klinik başarıyı doğrudan etkilediğinden, polimerizasyon derecesini arttırmak üzere kullanılan ışık kaynağının gücü ve dalga boyunun iyileştirilmesiyle rezin restorasyonların klinik başarısının arttırılması öngörülmüştür. (Knezevic ve ark., 2001; Soh ve ark., 2004; Atar ve Korkmaz, 2007;

Korkmaz ve Atar, 2007). Bu amaçla geliştirilen LED ışık kaynağı ile yapılan polimerizasyonun halojen ışık kaynağı ile yapılan polimerizasyona göre daha üstün olduğu ve LED ışık cihazı ile daha derin polimerizasyon sağlandığı gözlenmiş (Bala ve ark., 2005; Mills ve ark., 1999; Uhl ve ark., 2004a; Ermiş ve ark., 2007; Owens, 2006; Power ve Sakaguchi, 2006), polimerizasyon derinliğinin ise kullanılan cihazın gücü ile orantılı olarak arttığı ifade edilmiştir (Tsai ve ark., 2004; Türkkahraman ve Küçükeşmen, 2005; Ermiş ve ark., 2007; Uhl ve ark., 2004a). Nitekim; rezin içindeki doldurucu oranı arttığı zaman, doldurucu partiküller ve rezin matriksin ışığı dağıttığı, bunun ışığın şiddetini azaltarak rezinin iç kısımlarına etki etmesini engellediği belirtildiğinden (Yoon ve ark., 2002), inorganik doldurucu oranı fazla olan Filtek Supreme XT’nin polimerizasyonunda LED’e göre ışık gücü az olan Hilux’un derin kavitelerde yeterli polimerizasyonu sağlayamayacağı görülür. Bu çalışmamızda da;

derin kavitelerde ölçülen hidrolik iletkenlik değerlerinin, LED ile polimerize edilen örneklerde Hilux ile polimerize edilen örneklerdekine oranla daha düşük olduğu ve aradaki farkın 1, 6. ve 12. aylardaki ölçümlerde istatistiksel olarak önemli olduğu gözlenmiştir. Bu durumun cihazların ışık yoğunluğu arasındaki farktan kaynaklandığını, ışık yoğunluğu fazla olan LED ile daha iyi ve daha derin polimerizasyon sağlandığını ve bunun materyalin çözünürlüğünü azaltarak hidrolik iletkenliği etkilediğini söylemek mümkündür.

Buna karşın, çalışmamızda; sığ kavitelerde, LED ile polimerize edilen örneklerin hidrolik iletkenlik değerleriyle Hilux ile polimerize edilen örneklere ait değerler arasında hiçbir ölçümde istatistiksel olarak önemli bir fark oluşmamıştır. Buna göre;

kavite derinliği 2mm.nin altında olduğu takdirde halojen ışık cihazı ile yeterli

polimerizasyonun sağlanabildiğini söylemek mümkündür. Konu ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda da; 1mm. derinliğindeki kavitelerde, LED ve halojen ışık kaynağı kullanarak yapılan polimerizasyonlarda yeterli polimerizasyonun sağlandığı, yüzey sertliği değerleri bakımından her iki ışık kaynağı arasında fark oluşmadığı ve boya penetrasyon yöntemi ile elde edilen mikrosızıntı değerlerinin cihazlar arasında farklılık oluşturmadığı belirtilmektedir (Soh ve ark., 2004; Nalçacı ve Bağış, 2005;

Sadeghi, 2009; Attar ve Korkmaz, 2007).

Sığ ve derin kavitelerin hidrolik iletkenlik değerleri arasında da, kullanılan ışık kaynağı hangisi olursa olsun istatistiksel olarak önemli fark bulunmadığı gözlenmiştir. Bu durum, rezinin dentine bağlanma gücünün sığ ve derin kaviteler arasında farklı olmadığı düşüncesini uyandırmaktadır. Genel olarak, rezinin yüzeyel dentine daha güçlü bağlandığı kabul edilmekle birlikte (Causton 1984; Suzuki ve Finger 1988; Tagami ve ark 1990; Prati ve ark. 1991; Perinka ve ark 1992; Costa ve ark 2000; Sattabanasuk ve ark., 2004) self-etch dentin bağlayıcı sistemlerin smear tabakayı modifiye ederek dentin yüzeyinde bıraktığını ve kısmen çözünmüş smear tıkaçların tübül içinde kalmasıyla dentin geçirgenliğinin azaldığını belirten araştırmacılar bunun dentine bağlanmada bölgesel farklılıkların etkisini ortadan kaldırdığını savunmaktadırlar (Pereira ve ark., 1999).

Benzer Belgeler