• Sonuç bulunamadı

Tarihsellik, Çocuk Edebiyatı Dili ve Çocuk Duyarlılığı

2. DURALİ YILMAZ’IN ROMANLARI

2.1. FETVA YOKUŞU

2.1.1. Tarihsellik, Çocuk Edebiyatı Dili ve Çocuk Duyarlılığı

uğrar. Zaten roman boyunca taşın üzerinden yapılan fantastik anlatım çocukların ilgilerini çekecek mahiyettedir ve çocuk edebiyatı dili sergilenmektedir. “Ya kendisi? Kendisi vardı var olmasına ama, küçücük bir nokta sayılırdı bu toprak dünyada.”1 cümlesinde taşın içerisinde bulunduğu durum bize insanın da dünyada küçücük bir nokta sayıldığını hatırlatıyor.

“Bir boşluğa düşmüşçesine kalakalmıştı toprak üstü dünyada.”2 Bu cümlede ise taşın toprak üstü dünyada bir boşluğa düşmüşçesine kalakalması, insanın dünyadaki yalnızlığına benzetilmiş olabilir.

“İşte şu aydınlık dünyada da her şey toprağa basmakta ve topraktan güç almaktaydı. Şu görünen güneşli dünyada her varlığın başlangıçta topraktan

1 Durali Yılmaz, Fetva Yokuşu, İstanbul, Beka Yayıncılık, 2014, s. 10. 2 a.g.e., s. 13.

12 meydana geldiğine, sonunda yeniden toprakla bütünleşeceğine inanmamak elden gelmiyordu.”3

Bu satırlarda ise insanın topraktan meydana geldiği ve sonunda yeniden toprak olacak olmasına bir vurgu ve benzetme yapıldığı söylenebilir.

“Toprağın yeryüzünde bir taş medeniyeti başlatmak ister gibi bir hali vardı.”… “Taşlar yeni bir medeniyete, yeni bir sevince uyanmak üzereydiler.”4

Burada yine insana ait özellikler toprağa ve taşa verilmiş, taşların da insanın yeryüzünde inşa ettiği medeniyet gibi bir medeniyet başlatmak istemelerine dikkat çekilmiştir.

Taş mermerci dükkanında işlenmiş mermerlerin yanında beklediği süre boyunca diğer mermerlerden farklı bir şekli olduğunu kavramıştır ancak görevinin ne olacağı hususunda oldukça merak içerisindedir. Diğer mermerlerin içerisinde mezar taşları, çeşme taşları, biblolar, kap-kacak görevini yüklenecek olanlar bulunmaktadır. Taş yol boyu arabada kendisini gören ve aralarında konuşan yeniçerileri gözlemler ve kendisine onlarla ilgili bir görev verileceğini düşünür. Yolun bitiminde taş Ağa Kapusu’na getirilir. Durali Yılmaz, Ağa Kapusu’nun tarihimizde nasıl bir işlevde kullanıldığını bir çocuğun dahi kolayca kavrayabileceği bir sade dil ile okuyucuya anlatır: “Yeniçerilerin yöneticileri bu kapının gerisindeki büyük avluda oturuyorlardı.”

Yeniçerileri çok seven Cellat Taşı, üst rütbeli yeniçeri subaylarını merak etmektedir. Taşı taşıyan arabanın Ağa Kapusu’nın avlusuna giriş yaptığı sahnede avlu ve içerisindeki yapıların tasviri yapılır:

“Burası oldukça büyük ve bakımlı bir avluydu. Avluyu çepeçevre büyük ahşap binalar sarmıştı. Ahşap binaların arasında bulunan ahşap mescidin zarif minareleri göğe doğru uzanıyordu. Hele yangın gözetleme kulesinin zarafeti ve

3 a.y.

13 yüksekliği, bakanları hayran bırakıyordu. Avlunun girişinde ve hemen sağda bulunan iki katlı bir taş binanın önünde durdu araba.”5

Cellat Taşı, büyük avlu içerisindeki taş binanın demir kapısı önüne yerleştirilir. Taş, öteki binalara durmadan subayların ve yeniçerilerin girip çıkmasına rağmen, buraya kimselerin uğramadığını fark etmiştir. Taşın görevini öğrenmek için sabırsızlıkla avluda beklediği günleri anlatırken Durali Yılmaz, Ağa Kapusu hakkında detaylı bilgiler vermeye devam eder. Yılmaz, tarihsel gerçekliklerle roman kurgusunu müthiş bir uyum içerisinde birlikte kılar. Bunu çocukların da anlayabileceği bir dil ve üslupla başarır.

“Günde beş kez ezan okunuyordu ahşap binaların arasında salınıp duran küçük mescitin minaresinde. Yeniçeri Ağaları namazlarını hep burada kılarlardı. Yalnız Cuma namazlarını edâ etmek için öteki büyük camilere giderlerdi. Bazı günler Sadrazam ve öteki devlet adamları da gelirlerdi Ağa Kapusuna. Aslında Sadrazamların bir çoğu da buradan yetişmişlerdi. Sadrazam geldiği zamanlar, Yeniçeri Ağası bizzat kapıya kadar gelerek karşılardı onu.”6

Bir süre sonra taş, Baş Yayabaşı Ağa’nın kontrolünde getirilen iki yeniçerinin önce yakalarının yırtıldığına, kavuklarının alındığına sonra da zindana atılmalarına şahit olur. O gece, sabah namazından önce mahkûmlardan biri idam edilir. Taş, üzerinde ilk idamın gerçekleşmesi ile Ağa Kapusu’nda cellat taşı vazifesi göreceğini anlar ve acılar içinde kıvranır. Üzerinde yuvarlanan kelleyi gören taş, kendisine verilen görevi acı ve korkunç bulur.

Durali Yılmaz, buraya kadar Cellat Taşı’nı bir baş kahraman işlevinde mekânsal olarak roman kurgusu içerisinde Ağa Kapusu’nda konumlandırır. Daha romanın başları olmasına rağmen hiçbir detaya, hiçbir yan kahramana boş yere yer verilmediğine ve tarihten bir bilgi aktarıldığına şahit oluruz. Yeniçeriler Baş Yayabaşı Ağa’nın kontrolünde getirilmiştir ve öncesinde onun görevine romanda yer verilmiştir:

5 a.g.e., s. 39.

14 “Ne var ki, görevi İstanbul’un asayişini sağlamak, ağır suç işleyenleri idamla cezalandırmak olan Baş Yayabaşı Ağa, taşa bakarak gülümsemişti. Bu gülümseme taşı da büyük umutlara düşürmüş, güzel ve sevimli bir görevle buraya getirilmiş olduğu kanısını uyandırmıştı onda. Baş Yayabaşı Ağanın çoğu zaman Padişahla beraber çıktığı denetlemelerde defterine kaydettiklerini ortadan kaldırması ve bu konuda da kimseye karşı sorumlu olmaması meselesi vardı. Gel gör ki, işte bu mesele ürkütüyordu taşı. Ağanın görevlerinde kendisinin de kullanılacağı kuşkusu yiyip bitiriyordu onu.”7

Cellat Taşı’nın henüz görevinin ne olduğunu bilmediği bu satırlarda onun umudu ve korkuları dile getirilirken bir yandan da Baş Yayabaşı Ağa’nın tarihimizdeki görevi ve işlevi okuyucuya öğretilmektedir. Durali Yılmaz’ın Fetva Yokuşu romanı gibi diğer romanlarında da bulunan tarihsel gerçekliğin roman kurgusu ile iç içe geçmişliği sayesinde onun tarihi romanlarını çocuklar da dahil olmak üzere her kesimden insan zevkle okuyabilir. Belli bir hazır bulunuşluğu olan ve bir kitap kültürü ve tarihi birikim edinmiş bir çocuk onun romanlarındaki edebiyatla tarih birlikteliğinden hem keyif alacak hem de geçmişini, tarihini öğrenecektir. Unutulmamalıdır ki tarih bilgisini genişleten çocuk içerisinde yaşadığı çağı ve günümüz dünyasını daha iyi algılayacaktır. “Edebiyat tarihi” gibi her bilimin bir de tarihinin yazıldığı hususuna dikkat edildiğinde çocuktaki tarih bilgisinin ve çocuğun tarihe verdiği önem ve değerin gelişmesi oldukça kıymetlidir.

Okuyucu, Baş Yayabaşı Ağa’nın görevlerinin yanı sıra söz konusu kısımlarda suç işleyen yeniçerilerin zindana atılmalarından önce yakalarının yırtıldığı ve kavuklarının alındığı bilgisine de vakıf olmuş olur. Romanda bu işin yeniçeri subayı tarafından yapıldığını okuruz:

“… öteden bir Yeniçeri subayı geldi. Öfke ve hışımla ilerliyordu. Subay, Yeniçeri halkasının yanına gelince, erler açılıp kendisine yol verdiler. Subay aynı hışım ve öfkeyle, titreyip duran iki Yeniçerinin yanına geldi. Onları baştan ayağa şöyle bir süzdü. Sonra da başlarındaki kavuklarını aldı. Yakalarını yırttı.”8

7 a.g.e., s. 42.

15 Demek ki söz konusu dönemlerde yeniçeriler önce sahip oldukları yeniçeri sıfatından ve bu sıfatın getirmiş olduğu kıyafetlerinden ve teçhizatlarından mahrum edilmekte sonra zindana gönderilmekte imişler. Burada görevini yapmakta olan yeniçeri subayının kıyafetleri ise daha gerideki sayfalarda anlatılmıştır.

“ Taş, dün buraya gelerek, mermerciye bir şeyler anlatan çakşırlı, pamuk kuşaklı, uzun dolamasının etekleri kuşağına sokulu, baldırları çıplak ve kıllı, başında keçe külah ve kuşağının üzerindeki demir silahlığa sokulu koca kılıcıyla karşısına dikilmiş, pos bıyıklarını buran Yeniçeri subayını düşündü.”9 Görüldüğü üzere romanda, yan kahramanlar dahi giyim kuşamları ile tarihi bir perspektif içerisinde yer alırlar. Ayrıca Yeniçeri subayı, görevini yapmadan önce Yeniçeri Kâtibi, suçlu olan iki yeniçerinin kayıtlarını, künye defterinden siler.

Yeniçeri subayının ve beş erin bulunduğu bir diğer sahnede erlerin ve yeniçeri subayının dış görünüşleri ayrıntılarıyla aktarılır:

“Erler de tıpkı subayları gibi pos bıyıklıydılar. Giyimleri de aynıydı. Hepsi de uzun dolamalarının eteklerini bellerindeki pamuk kuşaklarına sokmuşlardı, daha rahat adım atabilmek ve yürüyebilmek için. Çakşırlarının üst tarafları biraz genişçe, alt tarafları dardı ve sıkıca yapışmıştı baldırlarına. Yalnız subayın keçe külâhını saran ince tülbentin ön tarafına bir turna tüyü sokulmuştu. Besbelli bu tüy, onun rütbesini gösteriyordu. Erlerin külâhlarında böyle bir şey yoktu. Zaten subay olduğu da davranışlarından ve tavırlarından anlaşılıyordu. Erler de subayları gibi iri yarı ve yakışıklı gençlerdi. Erlerin yaşı yirmi, yirmibeş dolaylarında, subayınki de otuz, otuzbeş filân gösteriyordu. Bundan da anlaşılıyordu ki, subaylık tahsille kazanılmış bir rütbe filan değil, erlikten başlayarak yukarı doğru giden bir kıdeme dayanıyordu.”10

Bu satırlarda Durali Yılmaz, subaylığın kıdeme dayalı olduğu ayrıntısını tarihi bir gerçeklik olarak romanının kurgusuyla kaynaştırmaktadır.

Yeniçeri subayının bulunduğu bir diğer sahnede ise Cellat Taşı, yeniçeri subayının belindeki silahlıkta sokulu duran hançerinin süslü kabzasını okşamasını bir beğeniyi ifade etme şekli olarak yorumlar ve kendisinin cellat taşı görevinde kullanılacağını hala anlamamış olması dikkatleri çeker. Yeniçeri subayının

9 a.g.e., s. 24. 10 a.g.e., s. 32.

16 hançerinin kabzasını okşaması, onun Cellat Taşı’nın görevini bilmesi ile alakalıdır denilebilir.

“Subay, pala bıyıklarını burarak taşa baktı uzun uzun. Orada bulunan öteki taşlara şöyle bir göz ucuyla bile bakmıyordu. Büyülenmişcesine gözleri büyük taşa mıhlanıp kaldı. Gözleri taşda, sol eliyle bıyıklarını burarken, sağ eliyle de, belini saran pamuk kuşağın üzerindeki zırhtan yapılmış silahlıkta sokulu duran hançerinin süslü kabzasını okşuyordu. Dudaklarında bir gülümseme belirmişti. Öyle anlaşılıyordu ki, beğendikleri bir şeye bakarken, elleriyle hançerlerinin ya da kılıçlarının kabzalarını okşamak Yeniçeri subaylarının adetiydi.”11

Cellat Taşı’nın görevini öğrendiği ilk sahnedeki bir detaya daha dikkatleri çekmek istiyoruz. Dikkatli bir okuyucu idamı gerçekleştirilen yeniçerilerin vakit olarak sabah namazından önce idam edildiklerini fark edecektir. Gerçekten de okuyucu Osmanlı tarihinde Ağa Kapusu’nda söz konusu olan yeniçeri idamlarının sabah namazından önce hava aydınlanmadan gerçekleştirildiği bilgisine erişecektir. Bu noktada satır aralarında dahi Durali Yılmaz’ın sahip olduğu tarihi birikim, yer yer hap bilgi mahiyetinde karşımıza çıkmaktadır.

Fetva Yokuşu romanında tarihsel gerçekliğin roman kurgusu ile iç içe geçmesine bir diğer örnek sahne, taşın Ağa Kapusu’na getirilirken yaptığı yolculuğu sırasında yeniçeriler üzerinde yaptığı gözleme dayanır. Yazar söz konusu tarihi dönem içerisinde yeniçerilerin nasıl vakit geçirdiklerini, nelerle meşgul olduklarını roman kurgusu içerisinde okuyucuya aktarır.

“Bir saat kadar süren bir yolculuktan sonra Aksaray’a geldiler. Yeni Odalar adıyla anılan Yeniçeri kışlasının önündeki büyük meydanda ağır ağır ilerliyordu araba. Subay ve beş Yeniçeri eri de arabanın ardınca geliyorlardı. Yeniçeriler, eğitimlerini bitirmiş kışlalarının önünde dinleniyorlardı. Bazıları da Et Meydanı diye ün yapmış bu büyük meydanda beşer onar kişilik gruplar halinde aralarında sohbet ederek dolanıyorlardı. Aralarında boş oturan hemen hemen yok gibiydi. Herkes bir şeylerle meşguldü. Kimisi geziniyor, kimisi gömleğinin düğmelerini dikiyor, kimisi akşam yemeği için hazırlık yapıyor, kimisi silâhlarıyla ilgileniyordu. Kimileri de aralarında güreş tutup eğleniyorlardı. Yeniçerilerin dinlenmesi de böyle bir dinlenmeydi işte. Her biri öyle bir çağdaydılar ki, kanları fıkır fıkır kaynıyor ve bir an bile boş duramıyorlardı. Hareketsiz ve işsiz oturmak, bu seçme delikanlılara göre değildi. Ölüm bile vız geliyordu onlara.

17 Bu kanlı-canlı ve her biri bir şecaat ve cesaret volkanı gibi durmadan kaynayan gençler, bütün dünyayı kendilerine hayran bırakıyorlardı. İnsanlık onları yenilmez ve önünde durulmaz bir güç olarak görüyordu.”12

Araba, Yeni Odalar’dan sonra yolculuğuna devam ederken bu defa Şehzadebaşı’ndaki Eski Odalar adını taşıyan ve İstanbul’un ilk yeniçeri kışlası olan ikinci bir yeniçeri kışlasının önünden geçer. Böylelikle iki tarihi mekânsal bilgiyi okuyucu ile roman kurgusu içerisinde paylaşmış olur Durali Yılmaz: Aksaray’daki Yeni Odalar adıyla anılan yeniçeri kışlası ve Şehzadebaşı’ndaki Eski Odalar adını taşıyan ilk yeniçeri kışlası.

Süleymaniye Cami’nin önünden geçerlerken taş, bir an kendisinin de bu kutsal âlemde bir görev yüklenmiş olduğunu düşünür. Görevlerin en yücesi ve en güzeli bu olsa gerek diye içinden geçirir. Sonra düşünceleri yeniçerilere takıldığı vakit aklından geçenler ise şu cümlelerdir:

“Bu medeniyetin koruyucusu ve belki de yapıcısı onlardı. Onların hizmetinde olmak da en azından bu ulu mabette görev almak kadar önemli olsa gerekti.”13

Taş hala görevinin ne olduğunu bilmemektedir ancak yol boyu kendisini gören yeniçerilerin kendi aralarında fısıldaşmalarından ve birbirlerine mermeri göstermelerinden ötürü görevinin yeniçeriler ile ilgili bir görev olacağını düşünmektedir.

Cellat Taşı’nın, Ağa Kapusu’na yerleştirildikten sonra iki yeniçerinin zindana atılmalarına ve zincire vurulmalarına şahit olduğunu söylemiştik. Taş, o anlarda onların kendisiyle bir ilişkileri olabileceğini düşünmez. Artık taş bina ile kaderleri ayrılmıştır:

“Burası boş değildi artık; adı zindan olmuştu. İçinde iki tane zincire vurulmuş mahkûm vardı. Bundan böyle ağır suç işleyen Yeniçeriler, önce Yeniçerilikten azledilecekler, sonra da getirilip bu zindana atılacaklardı elleri ayakları zincire vurulmuş olarak. Taş, önünden geçilerek zindan kapısından içeriye itiliveren

12 a.g.e., s. 36, 37. 13 a.g.e., s. 38.

18 körpe ve gürbüz delikanlılara bakarak için için ağlayacaktı. Ama buraya girenlerin hiç birisi dönüp bakmayacaklardı bile ona. O, yine kendi kaderiyle başbaşa bırakılmıştı.”14

O gece ağalar ve erler yatsı namazını kıldıktan sonra ortalığa derin bir sessizlik iner. Devriyelerin varlığı dahi koca avlunun sessizliğini bozamaz:

“İki saatte bir devriyeler değiştiriliyor; bu sırada ahşap binaların ortasında bir servi gibi uzanan yangın gözetleme kulesinden de ayak sesleri geliyordu. Taş, bugüne kadar yangın gözetleme kulesini bu denli canlı görmemişti. Sanki bu gece bütün benliğiyle salınıyordu kule avlunun üzerinde. Kulenin tepesindeki canlı kulübe, parlak gözlerini İstanbul’un dört bir yanına dikmişti.”15

Genel dış mekânın Süleymaniye, ana mekanın Ağa Kapusu olduğu Fetva Yokuşu adlı romanda yukarıdaki satırlarda yangın gözetleme kulesinin üzerinde durulur; Cellat Taşı’nın ona olan bakış açısına yer verilir: “Şimdi o, burada olanlardan habersiz uyuyan büyük şehrin kuleden nasıl göründüğünü düşlemeye başlamıştı.”16

Cellat Taşı, üzerinde ilk idamın gerçekleşmesinden sonra görevini öğrenir ve acı içinde kıvranır demiştik. Başı kesilen mahkûm, gövdesi ve kesik kellesi ile bir çuvala konulur, çuvalın içerisine ayrıca büyük bir taş yerleştirilir, denize atılmak üzere götürülür. Ardından bir top sesi duyulur. Çiçeği burnunda bir delikanlı hayatının baharında bu dünyaya veda etmiştir ve bu ölüm haberi herkese ilan edilmektedir.

Zaman içerisinde taşın üzerinde nice başlar kesildikçe akıtılan kanlardan dolayı taşın rengi kararmaya ve üzerine inen satırın izi kendisinde belirmeye başlar. Zindan, birçok gecelerin son saatlerinde taşın yanına kurbanlar göndermektedir. Gecenin son anlarında hep tetikte bekleyen ve üzüntü ile kıvranan taş, ancak sabah ezanının duyulmasıyla rahatlamaktadır, şayet o gece üzerinde bir kelle kesilmemişse geçici de olsa sevinmeye çalışmaktadır.

14 a.g.e., s. 46.

15 a.g.e., s. 47. 16 a.y.

19 İdamla cezalandırılarak son anlarına kadar zindanda bekletilen yeniçerilerin durumları ve onların savaş alanlarındaki halleri de romanda okuyucuya yeniçerilerin özellikleri olarak aktarılmaktadır. Bu aktarış tarihsel anlatıların roman kurgusu ile birleşimi şeklindedir. Edebiyatla tarihin eşsiz dansı roman boyunca devam etmektedir.

“Onlar, kendilerine verilecek cezaya şimdiden razı olmuşlar, kaderlerindekini kabullenmişler. Olanlara ve olacaklara şimdiden boyun eğmişler, sessiz sedasız yaslanıp duruyorlardı zindanın nemli ve soğuk taş duvarlarına. Ne ellerini ayaklarını bağlayan zincirlere aldırıyorlar, ne de bir şimşek gibi geleceklerini aydınlatıp duran kurtuluş hallerine dönüp bakıyorlardı. İnsanoğlu ölüm karşısında ancak bu kadar metin olabilirdi. Ölüme meydan okumak diye buna derlerdi işte. “Ölüm geldi, hoş geldi,” buydu onlara göre değişmeyen parola. Bu yiğit gençler, savaş alanlarında da böyleydiler. Hiç çekinmeden, bir an bile tereddüt etmeden kanlarıyla sularlardı dağları ovaları. Onların olağanüstü soğukkanlılığı ve âdeta insanı aşan cesareti karşısında hiç bir ordu dayanamazdı. Bazan yedi veya sekiz Yeniçerinin binlerce kişilik orduları hiçe sayıp rest çektikleri, gözlerini kırpmadan ölüme gittikleri de olmuştu. Hattâ Yeniçerilerin savaş alanlarında alkanlara bulanıp yere uzanıvermiş cesetlerinden bile korkuya kapılıp bozguna uğrayan ordular görülmüştü.”17

Taş bütün bunları öğrenmiştir zira, o yeniçerilerin beyin takımının bulunduğu Ağa Kapusu avlusunda bulunmaktadır.

Zamanla tüm yeniçeriler taştan korkar ve ona “Cellat Taşı” ismini verirler. İstanbul’a getirilen daha çocuk denecek yaştaki yeniçeri adayları ilk iş olarak bu taşın adını öğrenirler ve eğer affedilmez bir suç işlerlerse ölümlerinin onun üzerinde gerçekleşeceğini bilirler. Bu inanç kalplerine öylesine yerleşir ki, attıkları her adımın hesabını buna göre ayarlarlar. Yeni bir dine ve yeni bir mesleğe aday bu Hıristiyan gençler, Cellat Taşı’nı kendilerinin üzerinde bir Hâkim-i Mutlak sanmaktadırlar.

Biz bu romanda tarihimizde yeniçeriler üzerinde nasıl bir yaptırımın uygulandığını ve bir suç işlemelerine mani olmak için üzerlerinde nasıl bir korku hissettirildiğini de okuruz.

Osmanlı Devleti’nin padişahları ve nesiller değişirken taşın görevi ve bulunduğu yer uzun süre değişmez. O yeniçerilerin ve de kendisinin emiri altında

20 oldukları padişahlardan birini görse korkunç bulduğu görevinden bağışlanacağını umut etmektedir. Romanda Cellat Taşı’nın duyguları, düşünceleri, endişeleri, üzüntüleri okuyucuya aktarılır.

Cellat Taşı henüz görevini yapamadığı zaman ortalığın nasıl karıştığını ve masum insanların nasıl zarar gördüklerini bilmediği için görevini ve kullanım şeklini korkunç bulmaktadır. Saray hayatını ve tarihi zaferleri anlatan romanlara kıyasla Durali Yılmaz tarihi süreçlerde yaşanmış acı olaylara da odaklanır ve dikkat çeker.

Romanda net olarak belirtilen ilk tarih 18 Mayıs 1622 tarihidir. Böylelikle yazar, Sultan Genç Osman’ın yeniçerilerce katledilme sürecini merkeze alarak 17. yüzyıldan itibaren Yeniçeri Ocağı’nın bozulmasına ve bu süreçteki yeniçerilerin pek çok kişinin ölümüne sebep olmalarına dikkat çekmektedir. Askerlerin ayaklanması ve II. Osman’ın Yedikule’de öldürülmesi hadisesinin romandaki anlatımında bahsi geçen Veziriazam Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Mahmut Paşa ve Kara Ali Ağa tarihî kaynaklardan alınmış birer gerçek şahsiyettirler. Onların diyaloglarında seçilen kelimeler her ne kadar kurgusal olsa dahi anlam olarak tarihimiz ile örtüşen mahiyettedirler.

Durali Yılmaz’ın birçok tarihi romanlardan farklı olarak tarihte yaşanmış acılara da odaklandığını söylemiştik. Biz bu acılara geniş topraklara hükmettiği halde çeşitli zorluklarla karşılaşmış padişahların acılarının da dahil olduğunu söylemeliyiz. Romanda özellikle Sultan Genç Osman’ın yaşadığı acıların üzerinde durulmuştur.

Mezkûr tarih 18 Mayıs 1622’de şehirde yankılanan silah sesleri ve çığlıklara Cellat Taşı bir mana veremez. Neler olup bittiğini anlayamaz. Halkın “köşklü” adını verdiği yeniçeri erlerinin İstanbul’u gözetledikleri ve şehrin herhangi bir yerinde bir yangın çıktıklarını gördükleri zaman tulumbacılara haber verdikleri yangın kulesine ağaların çıktıklarını görünce şaşırır. Bu görülmüş şey değildir. “Köşklü”lerin ve tulumbacıların tarihimizdeki görevi ve önemi yine romanda ifade edilmiştir:

“Bazı Ağaların yangın kulesine çıktıkları görüldü. Görülüp duyulmuş şeylerden değildi bir Ağanın yangın kulesine çıktığı. Orada, halkın “köşklü” adını verdiği Yeniçeri erleri bulunurdu. Yirmibeş kişiden ibaret bu erler, sırayla gece gündüz orada oturup İstanbul’u gözetlerlerdi. Şehrin herhangi bir yerinde başlayan bir

21 yangını önce onlar görür ve durumu Tulumbacılara bildirirlerdi. Böylece yangın büyüyüp gelişmeden söndürülebilirdi. Fakat Ağalara da ne oluyordu?”18

İsyan eden yeniçeriler Süleymaniye’deki Ağa Kapusu’na sığınan Genç Osman’ı çeşitli hakaretlerle ve tacizlerle apar topar oradan uzaklaştırarak tahttan indirirler. Yeniçeri kılıklı zorbalar Yeniçeri Ağası Ali Ağa’yı ve Sadrazam Hüseyin Paşa’yı öldürürler. O güne kadar görevini istemeyerek yapan Cellat Taşı, şahit olduklarının karşısında artık görevini hırsla yapmak ister. Görevini yapamaz olduğunda insanların ne hale düştüğünü görmüştür.

“Cellat Taşı kin ve öfkenin son sınırına varmıştı. Bir zamanlar sevgiyle ve acıyarak baktığı bu Yeniçeri taifesine, şimdi lânetlenmiş bir topluluğa bakar gibi bakıyor ve diş biliyordu. Bütün Yeniçerilerin kellelerini üzerinde görebilme hırsıyla kıvranıyordu. … Bugüne kadar istemeyerek ve hattâ tiksinerek yaptığı

Benzer Belgeler