• Sonuç bulunamadı

KÜÇÜK AĞA ROMANI VE ENGELLİLİĞİN ANLATIM

3.1. Tarık Buğra ve Küçük Ağa Romanı

“Ölçüm her zaman insan oldu; onun çeşitliliğine, bir kalıba dökülmezliğine her zaman inandım. İnsanın yaratıcılığına güvendim, toplumun kaderini insanda gördüm. İnsana yaklaştıkça topluma yaklaşacağıma inandım: İnsana kazandırmadıkça topluma kazandırılamayacağına inandım. Mutluluğu, eşitliği ve her çeşit gelişimi insanın hürlüğü dışında mümkün görmedim” (Tekin, 2011: 38).

Tarık Buğra’nın bu ifadeleriyle onun sanat ve edebiyat anlayışının temelinde insan olduğu ve toplumun hikâyesini insan üzerinden okuyup kazanımları ve kaybedişleri de aynı bakışla yorumladığını söyleyebiliriz. Çalışmanım ele aldığı Küçük Ağa romanında yer alan Çolak Salih karakteri yazarın ifadeleriyle paralel olarak gücü azalmış ve çıkmazda olan bir toplumunda resmedilişidir aynı zamanda.

Roman ve karakterini değerlendirmeye geçmeden önce kısaca Tarık Buğra’nın hayat hikayesine bakacak olursak; yazar 1918 yılında Akşehir’de doğmuştur. Babası Mehmed Nâzım Bey, Akşehir’de Ağır Ceza Reisi olarak görev yapar ve Kuva-yı Milliye’nin, Akşehir teşkilatlanma faaliyetlerinde aktif rol oynar. Türk kültür ve edebiyatının seçkin eserlerinden oluşan bir kütüphaneye sahip olan Nâzım Bey bu ve benzeri birçok özelliği ile Tarık Buğra üzerinde önemli etkiye sahiptir. İlk ve ortaokulu Konya’da okuyan Tarık Buğra, liseye İstanbul Lisesi’nde başlar ancak onuncu sınıfta iken buranın yatılı kısmının kapatılması ile Konya Lisesi’ne geçiş yaparak okulu burada bitirir. 1936 yılında “Pekiyi” dereceyle mezun olmasından dolayı İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne imtihansız alınır. Ancak Tarık Buğra ne Tıp Fakültesini ne de daha sonra kaydolduğu Edebiyat Fakültesine sürekli olarak devam etmez. O daha çok zamanın edebiyatçılarını ağırlayan “Küllük” kahvesinin müdavimi olmayı arzular (Ayvazoğlu, 2011a: 15).

75 “Akşehirli tıp talebesi, ilk defa Rıfkı Melûl’le gittiği Küllük’te İbnülemin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Nihat Tarlan, Fuat Köprülü, Mükrimin Halil Yınanç, Emin Âli Çavlı, Yavuz Abadan, Nurullah Ataç gibi ünlü bilim adamlarını, yazarlarını tanır.(…)Çünkü her biri bir ayaklı kütüphane idi. Tarih, edebiyat, kozmoğrafya, şifalı bitkiler, ahval-i alem! Kısacası neler bilmezlerdi! Ve bildiklerini de ne güzel anlatırlardı! Onları dinler ve yazmanın, kitaplaştırmanın gereksizliğini anlardım”(Ayvazoğlu,2011a: 23).

Tarık Buğra’nın ilk kitabı 1949’da basılan “Oğlumuz” adlı hikâye kitabıdır. En çok bilinen romanları; Yalnızlar ve İbiş’in Rüyası dışında kalan; Küçük Ağa, Firavun İmanı, Siyah Kehribar, Dönemeçte, Gençliğim Eyvah, Yağmur Beklerken, Dünyanın En Pis Sokağı ve Osmancık adlı tarihi konuları işlediği romanlarıdır.

Dönemin hareketli siyasi ortamında babası Akşehir’de Demokrat Parti’nin kurucuları arasındadır. Tarık Buğra böyle bir ortamda babası ile Akşehir’de 1949 yılında yayın hayatı çok kısa süren Nasreddin Hoca gazetesini çıkarır. 1951 yılında Talat Tekin’le Zeytindalı adlı dergiyi çıkarır. Bunların dışında birçok dergi ve gazetede yazarlık yapar. 1994 yılında kanser hastalığına yakalanarak vefat eder.

Tarık Buğra kendini yazmaya iten sebeplerden biri olarak; babası Nâzım Bey’in iflas edip memurluğa geçmesi ve Siirt’e zorunlu olarak göç etmesi olayını kastederek “Beni yazar yapan asıl bu olaydır” ifadesini kullanır. Bu dönemde zorlu bir süreçten geçen yazar “İçine kapanıveren bir insan, dünyayı da oraya taşımak ister… Ve anlatmak hırsına kapılır gibi geliyor bana.” ifadeleriyle anlatma meramının kaynağını da dile getirmiş olur. Bir başka ifadesinde yazar: “Ben, edebiyatın her şeyden önce insanı anlamak ve anlatmak çabası olduğuna inanırım, insanı anlamak da evvela kendini anlamaktan geçer…”(Tekin,2011:29) der.

Tarık Buğra’nın sanat anlayışında insan ve yaşadığı çatışmalar önemlidir. Sanatçının yapması gereken ise insandaki bu hür olma ve yeni şeyler üretme potansiyelini yapıcı olarak sanat için geliştirmektir. Tarık Buğra’nın önemli çizgilerinden biri olan “sanat sanat içindir” düşüncesi ise onu toplumdan ayıran bir özellik olarak değil yansız olmak ve meselelere tarafsız bakmaya imkân tanıyan bir anlayış olarak karşımıza çıkar:

“Sanat, sanat içindir demek, sanatın fildişi kuleye çekilmesi, toplumdan kopması demek değildir. Tam aksine, ben sanatın toplum için, ancak kendi

76 ilkeleriyle, kendi değer yargılarıyla sınırlı kaldığı ölçüde yararlı olacağına inanıyorum…”(Tekin,2011: 43).

Tarık Buğra, Küçük Ağa romanını ilk yazma düşüncesinin nasıl oluştuğunu şu cümlelerle anlatır:

“İstanbul’un altın sonbaharlarından birinde, 1955 veya 1956’nın sonbaharında, Sultanahmet’te, caminin dibindeki kahvede, alçacık hasır iskemlelerden birisine oturmuş dalga geçiyordum.

Birdenbire farkına vardım: Üstümüzdeki dev gibi atkestanesinde dış kabuklar çatlıyor ve yere, ikide bir soyunu sürdürme gücüyle pırıl pırıl kestaneler pat diye düşüyordu. Ağaç bunun için varolmuştu, bütün bir yıl bunun için, tohumunu saçabilmek için çalışmıştı. Ama altında toprak yoktu; kestaneler asfalta düşüyordu.... Boşunaydı” (Çetin,2011: 145 ).

Tarık Buğra’nın anlattığı bu olayda, kestane ağacının, tohumlarının yeşermesi mümkün olmayan bir ortamda tohum vermeye devam etmesi ile ülkenin etrafı kuşatılmış ve güçsüz bırakılmış bir durumda iken mücadele etmesi ve yeniden ayağa kalkması birbirine benzetilmiş ve yazarın romanını yazmasına ilham kaynağı olmuştur. Romanda yer alan Çolak Salih karakteri ise engelliliğin temsili noktasında geleneksel düşüncenin taşıdığı bakış açısı ile bağını koparmadan, doğal süreçlerle olay örgüsünün kurulması ve engelli karakterin sunulması açısından ayrı bir öneme sahiptir.