• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de İslamcı Siyasetin Modernlik ile İlişkisi Üzerinden

1. TÜRKİYE’DE “ULUSAL KİMLİK”-“DİN” İLİŞKİSİNİN SOSYOLOJİK VE

1.3. Türkiye’de İslamcı Siyasetin Modernlik ile İlişkisi Üzerinden

Önceki bölümde de belirtildiği gibi, Cumhuriyet kurulurken din, ulusal kimlik içerisinde ikircikli bir konuma yerleşmiştir. Bir yandan nominal Müslümanlık değerli bir sermaye olmayı sürdürürken, öte yandan laiklik prensibi, modernliğin, dolayısıyla da ulusal kimliğin önemli bir belirleyeni hâline gelmiştir. İslam ise bir kültürel ya da sosyal sermaye olarak bu modernlik tanımının dışında kalmıştır. Bu arada, ulus-devlet alanında oyunda etkili olma şansını büyük ölçüde yitiren İslamcı söylem de muhalif hareketler için önemli bir araç haline gelmeye başlamış, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu tarz İslamcı/muhalif hareketler sert bir biçimde bastırılmışlardır.

Fakat, ulus-devlet alanında önemli bir değişiklik olarak 1946’da çok partili rejime geçilmesi186 bu anlamda bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Çok partili rejime geçiş ulus-devlet alanının çevresinde kalan eyleyicilerin etkinliği büyük ölçüde artırmış, bu durum ise başta dinî sermaye olmak üzere çevrede değerli olan sermayelerin bir nebze de olsa ulus-devlet alanında tanınmasını zorunlu kılmıştır.

Alanda iktidar konumlarında bulunan eyleyicilerin bu zorunluluğa cevabı, aslında laiklik prensibini daha da zedeleyecek şekilde, dinî sermaye üzerindeki kontrolü artırmak şeklinde olmuştur. Bu bağlamda Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950 yılına kadar ülkeyi yöneten Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1947 kurultayından sonra Ankara’da bir ilahiyat fakültesinin ve imam hatip okullarının açılmasını kararlaştırmıştır. Bu hamle, genellikle, din eğitimine yüklenen antikomünist işlev, din adamı eksikliğini gidermek ve son olarak tarikatların, cemaatlerin ve hurafelerin etkinliğini kırmak amaçlarıyla açıklanmaktadır. 187 Bourdieu’nün terimleriyle ise, alandaki etkinliği kabul edilmeye başlanan dinî sermayenin en azından içeriğini kontrol etme çabası olarak yorumlanabilir.

186 EK-1 ve EK-2’de sırasıyla Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ve genel seçim sonuçları kronolojik olarak sunulmuştur.

187 Ergün YILDIRIM, “Türkiye’deki Din Eğitiminin Gelişimini Etkileyen Tarihsel ve Siyasal Faktörler”.

1950’li Yıllar ve Ulus-Devlet Alanında Hareketlenme

2. Dünya Savaşı (1939-1945), Cumhuriyet kurulduğundan beri ekonomide hâkim olan devletçi politikaların elde etmiş olduğu başarıların sonunu getirmiş, savaş koşulları genç sanayi burjuvazisini zorlarken, tüccarların önemli bir birikim elde etmesine, böylece yeni zenginlerin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Ayrıca, 2. Dünya Savaşı’ndan demokrasilerin galip çıkması ve Türkiye’nin ABD’ye yaklaşması gibi uluslararası unsurların da etkisiyle 1946’da çok partili rejime geçilmesi, ulus-devlet alanında yeni eyleyicilerin güç kazanması ve alanın hareketlenmesinin iyice önünü açmıştır.

Sonuçta CHP’den ayrılan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti (DP), 1950 yılında kurucu parti CHP’nin karşısında başarılı olarak iktidara gelmiştir. Keyder, DP’nin CHP’ye karşı muhalefetinin “iki temel direğinden birinin devletin müdahalesi karşısında pazarı savunan iktisadi özgürlük, diğerinin ise siyasi baskı ve merkezin ideolojik tecavüzü karşısında mahalli gelenekleri savunan din özgürlüğü” olduğunu söylemektedir.188

Zaten CHP içinde yer bulamayan ve İslamcı söylemi paylaşan çeşitli gruplar da CHP’nin karşısına çıkacak muhalefet partisini desteklemeyi tercih etmişlerdir. Taşkın, 1950’lerden itibaren merkez sağın, İslamcı (ve ayrı bir grup olarak milliyetçi muhafazakar) kesimlerin temsilcilerinin özerkliğe kavuşup güçlenmesini engellemeye çalışmakla birlikte, bu kesimlerin hassasiyetlerini de, dinsel-milliyetçi sembollerden yoğun olarak yararlanarak kendi söylemlerine eklemlemeye özen gösterdiğini belirtmiştir.189 Bu bağlamda DP, Türkçe ezanın190 yeniden Arapça’ya çevrilmesi gibi Osmanlı’daki İslamcı/laisist ayrışmasının tarafları için medeniyet temelli bir tercih

188 Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 164.

189 Bkz. (44), TAŞKIN, 84, 118.

190 Yeni Osmanlılardan Ali Suavi ile ortaya çıkan, Türkçülük akımı ile de desteklenen ve Ziya Gökalp’in şiirlerine konu olan Türkçe ezan tartışmaları, 1931 yılında Atatürk’ün Dolmabahçe’de tanınmış müezzinleri toplayarak Ezan ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulunmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. 1932’de camilerde Türkçe ezan okunmasına karar verilmiş fakat 1941’de Arapça okuyanların cezalandırılacağı yönünde çıkan kanuna dek iş resmiyete dökülmemiştir. 1950’de bu kanun kaldırılmış ve Arapça ezana dönüş gerçekleşmiştir (Seçil AKGÜN, “Türkçe Ezan”).

bağlamında anlam taşıyan, halk açısından ise daha basit popülist uygulamalar olarak tanımlanabilecek politikalarla iktidarını pekiştirmiştir.191

Dini ve ulusçu sembolleri kullanarak yaptığı popülizmin DP’ye oy kazandırdığı bir gerçektir. Fakat yine de DP’nin başarısını sadece buna bağlamak doğru değildir.

CHP’den özellikle yeni zenginleşen kesimleri destekleyecek liberal ekonomi-politikaları ile farklılaşan DP’ye ve ardından gelecek merkez sağ partilere taraftar kazandıran önemli bir özellik de kapitalizme eklemlenme çabalarına eşlik eden popülist bir kalkınma söylemidir. Taşkın “merkez sağın asıl gücünü, modern kapitalizmin getirisi olan dinamizm sayesinde kitlelerde yaratabildiği ümitvarlıkta bulduğunu” ifade etmiştir. 192 Nitekim dönemin önemli bir özelliği de, teknik ve ekonomik modernleşmenin (kapitalistleşmenin) modernliğin temel belirleyenlerinden biri olarak konumlanmasıdır. Modernliğin referansı olarak evrensel medeniyeti temsil ettiği düşünülen Fransa popülerliğini kaybetmiş, yeni modernlik idolü, endüstrileşmiş kapitalist toplumun geldiği son noktayı temsil eden ve 1948-1951 yılları arasında bir dizi Avrupa ülkesinin yanı sıra Türkiye’ye de yapılan Marshall yardımlarının sahibi olan ABD olmuştur.193 Laikliğin vurgusunun silikleşmeye başladığı bu yeni modernlik algısı da, ulus-devlet alanında İslami sermayenin güç kazanması ile birlikte düşünüldüğünde kurucu ulusal kimliğin dönüşümünde önemli bir kavşağı oluşturmaktadır.

Öte yandan bu dönemde, sanayileşme ve kapitalistleşme süreçlerine eşlik etmesi beklenen sınıf bilincine ait değerler çok fazla güç kazanamamış, farklı toplumsal kesimlerin ayrışmasında ekonomik sermayeden çok “din”, “laiklik ideali” veya

“ulusçuluk” gibi unsurlarla ilişkilendirilebilecek kültürel sermayenin ağırlığı hissedilmeye devam edilmiştir.194 Nitekim Taşkın, DP’nin merkez ve çevrenin kimi unsurlarını içererek bu bölünmeyi yatay kesen bir hâkim sınıf yaratma konusunda”

başarılı olamadığını belirtmiş ve bu şekilde Türkiye’de hâkim olan kültüralist ve özcü

191 Nilüfer NARLI, “The Tension Between the Center and Peripheral Economy and the Rise of A Counter Business Elite in Turkey, 57-61.

192 Bkz. (44) TAŞKIN, 85.

193 Bkz. (6), ÇINAR, 5-6.

194 Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan itibare ekonomik anlamda sınıfsal ayrışmaların nasıl yok sayıldığına ve sınıf bilincinin niye gelişmediğine dair bir çalışma için Bkz. Fuat ERCAN, “Sınıftan Kaçış:

Türkiye’de Kapitalizm Analizinde Sınıf Gerçekliğinden Kaçış Üzerine”.

yaklaşımların (Milliyetçi Muhafazâkarlık, İslamcılık, Cumhuriyetçi Muhafazakârlık gibi) ağırlığının dengelenmesi fırsatının da ıskalandığını ifade etmiştir.195 Bu durumun etkileri, daha sonraki bölümlerde de ele alınacağı gibi, günümüze dek devam etmiştir.

1950’lerin sonunda enflasyonist büyümenin krize girmesi ile iktidarı zayıflayan DP hükümeti 1960 darbesi ile iktidardan indirilmiş ve bir dönem böylece kapanmıştır.

Bu noktada Bourdieu’nün alanın muhafazası ile ilgili söyledikleri hatırlanabilir.

“Bourdieu’ye göre alanın sınırlarını, tanımlarını muhafaza etmek, kurulu düzeni korumak anlamına gelir. Alanda üretim yapan nüfus arttıkça, mevcut hiyerarşik yapıyı korumanın önemi ve aciliyeti artmaktadır; çünkü böyle durumlarda alan harici etkilere daha açık hâle gelmektedir.”196 Şüphesiz 1960 darbesinin arkasında tek bir neden yoktur. Fakat ulus-devlet alanında hareketliliğin arttığı bu dönemde, alanı dolayısıyla alandaki iktidar hiyerarşisini muhafaza adına ulusal-kimlik tanımına çeki-düzen vermek de bu nedenlerden bir tanesi olmuştur. İronik olarak, anti-demokratik bir şekilde askeri darbe ile gerçekleştirilen bu sürecin sonunda, demokrasi ve özgürlüklerin altı çok daha fazla çizilmiş, demokrasi ve özgürlükler “modern”in tanımında daha önemli bir yer kaplamaya başlamışlardır.

1960 darbesi sonrası, din ise, tekrardan negatif bir sermaye olarak vurgulanmış, demokrasi ve özgürlükler karşısında bir engel olarak konumlandırılmıştır. Kara, 1960 sonrasında Türk düşünce tarihinde, modernleşme-din ilişkileri içerisinde iki çizginin netleştiğinden bahsetmektedir. Bunlardan birincisi Şerif Mardin’in din-modernleşme ilişkilerini daha soğukkanlı bir şekilde tanıma-anlama-yorumlama doğrultusunda başlattığı çizgidir. Fakat bu çizgi daha ziyade akademik çevrelerle sınırlı kalmış ve egemen söylemin içerisinde fazla taraftar bulamamıştır. İkinci ama daha etkin olanı ise Tarık Zafer Tunaya’nın ve takipçilerinin modernleşme-din ilişkilerini irtica (gericilik/eskiye dönüş) fikri çerçevesinde ele alan çizgisidir.197

195 Bkz. (44), TAŞKIN, 116.

196 Bkz. (67), KAYA, 410.

197 Bkz. (19), KARA, 12.

1960’lar Devlet Planlama Teşkilatı’nın teknokratları ile birlikte hazırladığı sanayileşme politikalarının uygulandığı yıllar olmuştur.198 Bu yıllarda hem yapısal belirleyiciler, hem de 1960 darbesinin getirdiği kurumlar nedeni ile büyük sanayi burjuvazisinin lehine, küçük burjuvazi ve küçük sermayenin ise aleyhine olan uygulamalar yürürlükte kalmıştır. İktidardaki sağ hükümetler bile, katı bir pazar ideolojisini paylaşan geniş bir seçmen tabanı tarafından desteklenmiş olmalarına rağmen, bu anlamda belli kısıtlamalar içerisinde davranmak zorunda kalmışlardır.

Büyük sanayi burjuvazisinin ideolojik hâkimiyet kuramamasına rağmen, devlete hâkim olmasından kaynaklanan bu gerilim, 1960-1980 dönemindeki bütün ideolojik ve siyasi mücadelelerin temelinde yer almıştır.199

Nitekim 1968’de, iktidardaki Adalet Partisi’nin (AP) başında olan ve büyük sanayi ve iş çevreleri ile yakın ilişkileri bulunan Süleyman Demirel ile Sanayi ve Ticaret Odası Birliği Başkanlığına seçilen ve taşradaki küçük-orta ölçekli iş çevresini temsil eden Necmettin Erbakan arasındaki çatışma sonucunda, Erbakan görevden alınmıştır. Böylece Türkiye 1970’de Erbakan önderliğinde ilk İslami partisinin, kapatıldıktan sonra Milli Selamet Partisi (MSP) tarafından ikame edilen, Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kuruluşuna şahit olmuştur.200

Milli Görüş geleneği olarak adlandırılan görüşün temsilcileri olan bu partiler 19.

yüzyıla uzanan İslamcılığı bir ölçüde yeniden aktif siyasete taşımışlardır. Fakat temsil ettikleri tabanın sınıfsal alt yapısını, büyük sanayici ve işadamlarının rakibi olan çevre esnaf ve tüccarlar oluşturmaktadırlar. Milli Görüş, “Batı-Yahudi-Mason” ittifakıyla özdeşleştirdiği büyük sermayeye karşı çevre esnaf ve tüccarları güçlendirecek ekonomik yeniliklerle ilgili vaatlerde bulunmuştur. 19. yüzyıl İslamcılığının savunucularının bir kısmının mason olduğu iddiası201 düşünüldüğünde ise Milli Görüş geleneğinin bu söylemi oldukça ironiktir. Bu durum, İslamcılığın merkezdeki meşruiyetini kaybederken nasıl bir çevre sermayesi hâline geldiğini de göstermektedir. Burada artık

198 Bkz. (188), KEYDER, 187-188.

199 A.g.k., 203.

200 Haldun GÜLALP, “Political Islam in Turkey: The Rise and Fall of the Refah Party”; Fulya ATACAN,

“Explaining Religious Politics at the Crossroad: AKP-SP”, 188.

201 Bkz. (120), ÇAĞLAYAN; “Türkiye’de Masonluk”, (http://www.mason.org.tr/?page_id=27 ).(1 Kasım 2012)

ne tam anlamı ile Osmanlı İslamcılığının bir devamından ne de homojen bir gruptan söz etmek mümkündür.

Toplumsal muhalefetin farklı gruplarını içinde barındıran İslamcı siyaset, çoğu zaman, başta devlet iktidarının fazla ulaşamadığı köy ve kasabalarda, daha sonra göç ile kalabalıklaşan şehirlerde sosyal hayatın içerisinde her zaman var olmaya devam etmiş olan farklı tarikat ve cemaatlerce de desteklenmiştir. Nitekim MNP, ağırlıklı olarak Mehmet Zahit Kotku’yu takip eden Nakşibendi bir grup tarafından kurulmuştur. Onu izleyen MSP de yine bu grup ve Nurcuların desteğini almıştır. Fakat partilerin kuruluşlarından sonraki süreçlerde söz konusu tarikat ve cemaatlerle ilişkilerinde bir süreklilikten bahsetmek mümkün değildir. Nitekim 1973’te önemli bir seçim başarısı yakalayan MSP’nin lideri Erbakan’ın yönetim şekli ve MSP’nin 1974’te CHP ile koalisyon yapması hem Kotku grubunun hem de Nurcuların eleştirilerine hedef olmuştur. İslam ile bu partilerin bu kadar özdeşleştirilmiş olması da zaman zaman cemaatleri rahatsız etmiştir. Hatta bu durum Kotku grubu içerisinde de, özellikle Kotku’nun ölümünün ardından, halefi Esad Coşan ve Erbakancılar arasında bir bölünme yaşanmasına yol açmıştır. Yine de 1990’lara kadar Kotku grubu Milli Görüş partilerini desteklemeye devam etmiştir. Söz konusu partiler ise diğer dinî gruplardan da destek alarak güçlendikçe Kotku grubundan bağımsızlaşmışlardır.202

Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk defa İslamcı bir parti olarak iktidara ortak olan MSP, endüstrileşme ve ağır sanayiyi desteklemekle beraber somut kalkınma için aklaki gelişmenin de gerekli olduğunu vurgulayan bir yaklaşımı benimsemiştir. Laikliğe karşı olmadığını, fakat laikliği düşünce ve inanç özgürlüğü olarak ele aldığını ve laikliğin, bu özgürlüklerin önünde bir baskı aracı olarak kullanılmasına karşı çıktığını dile getirmiştir.203

MSP, 1975 yılında, koalisyon ortağı CHP ile anlaşamayınca sağ partilerle koalisyon yaparak, öncelikli amacı ülkeyi sol hükümetler ve olası bir komünizm

“tehlikesi”nden korumak olan, 1. Milliyetçi Cephe (MSP, AP, MHP204, CGP205), 1977

202 Bkz. (200), ATACAN, 190-192.

203 Bkz. (191), NARLI, 59-61; Bkz. (188), KEYDER, 287-288.

204 Milliyetçi Hareket Partisi

seçimlerinin ardından ise 2. Milliyetçi Cephe hükümetlerini kurmuştur (MSP, AP, MHP).

Bu arada, 1960’larda uygulanan ekonomi politikalarının sağladığı ekonomik iyileşme 1973’teki petrol krizi ile bozulmuş, sonunda 1977’de, ekonomide büyük bir çöküş gerçekleşmiştir. Bu durum hem Milliyetçi Cephe hükümetleri örneğinde görüldüğü gibi ideolojik olarak partilerin birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmasına neden olmuş, hem de ekonomik büyüme hızının oldukça düşmesi ve gelir dağılımının bozulmasıyla farklı toplumsal grupları karşı karşıya getirmiştir. Bu krizle, devlet ve bürokrasi ile iç içe geçmiş büyük sanayi burjuvazisi çok güç kaybederken, o güne dek üzeri örtülen birçok toplumsal gerilim de su yüzüne çıkmıştır. Yavuz, bu gerilimlerin ortaya çıkmasında, şehirler ile köy ve kasabalar arasındaki gelir farklarının büyümesi ile 1950-1970 yılları arasında şehirlere çok büyük sayılarda göç gerçeklemiş olmasının da etkili olduğunu söylemektedir. Ona göre bu toplumsal hareketlilikle aynı zamanda 1950’lerden önce bürokraside hâkim olan, yoğun bir şekilde Balkan göçmenlerinden oluşan eski Osmanlı kadroları da yerlerini Türk-İslam sentezine daha yakın duran Anadolu Türklerine bırakmış, özellikle şehre göçen taşra seçkinleri egemen laik kent kültüründen etkilenirken bu kültür üzerinde kendi kırsal-islami kimlikleri ile etkili olmuşlardır.206 Sonuçta ekonomik gerilimlerle, kültürel gerilimlerin biraraya gelmesi 1980 darbesi için uygun bir zemin oluşturmuştur.207

Mardin’in 1968 yılında İzmir’de bir işçi grubuyla yaptığı ve söz konusu grubun ideolojilerinin iç tutarlılığını ölçmeyi amaçladığı bir araştırmanın sonuçları bu anlamda ilgi çekicidir. Araştırmada işçilerin büyük bir çoğunluğunun kendilerini öncelikli olarak Müslüman olarak tanımladıkları, soruların çoğunda da bu tanımlamalarıyla tutarlı cevaplar verdikleri görülmüştür. Fakat “Hayatta veya ölmüş en çok beğendiğiniz kişinin adını verir misiniz?” sorusuna genelde dinî simaları içeren bir cevap verilmemiştir.

Kendini ilk önce Müslüman olarak tanımlayanların bile % 40’ı bu soruya “Atatürk”

cevabını vermiştir.208 Müslümanlığın Cumhuriyet’in kurucu kimlik tanımında nominal

205 Cumhuriyetçi Güven Partisi

206 Bkz. (182), YAVUZ, 82-90.

207 A.g.k.

208 Şerif MARDİN, Din ve İdeoloji, 161-164.

anlamıyla yer aldığı daha önce de belirtilmiştir, fakat resmi ulusal kimlik söylemine göre “Kendinizi nasıl tanımlarsınız?” sorusunun cevabı muhtemelen “Türk”tür. Oysa araştırmaya katılanların çok büyük bir çoğunluğu kendilerini Müslüman olarak tanımlamaktadırlar. Yine de Cumhuriyet’in en önemli kurucu sembolü ve tam anlamıyla kabul edilmeyen ulusal kimliğinin mimarı Atatürk, kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayanlarca bile benimsenmiştir. Dolayısıyla bu cevaplar ulusal kimlik tanımının Cumhuriyet’in kuruluşundan 45 yıl sonra bile ne gibi çelişkiler içerdiğini ve ulusal kimlik içerisinde değer kazanan sermaye konfigürasyonunun son derece karmaşık olduğunu örnekler niteliktedir.

1980 darbesi ise resmi ulusal kimlik tanımında İslam’ın yeri konusunda bir dönüm noktası olmuştur. Mardin’in Türkiye’de yaptığı araştırmanın sonuçlarında ortaya çıkan realiteyi, devletin söylemlerine taşıyan otoriter darbe kadroları ulusal-kimlikte İslam vurgusunu Atatürkçülük ile sentezlemişlerdir. Burada bir parantez açarak darbe yönetiminin ulusal kimliğe dair yaklaşımlarının temlinde bulunan Türk-İslam sentezi fikrinin dönemin milliyetçi muhafazkarlığının yaklaşımları ile büyük ölçüde örtüştüğü ve milliyetçi muhafazakar kadroların darbe kadroları ile zaman zaman temas içerisinde olduklarını da hatırlatmakta fayda vardır.209 Sonuçta bu doğtultuda gerçekleştirilen ilk ve orta öğrenimde zorunlu din dersi gibi uygulamalar ulusal kimlikte din unsurunun yerini güçlendiren yapısal değişiklikler olmuşlardır. İslam’ın ulusal-kimlik tanımı içerisinde kazandığı değer, din komünizme karşı bir antikor olarak düşünüldüğünden, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye için öngörülen konumun ABD’nin yanı olmasıyla da uyum içerisindedir 210

Kısaca, çevrenin sahiplendiği bir sermayenin ulusal kimlik içerisindeki vugusunun biraz daha artırılması ve bu şekilde aslında devletin çevre üzerindeki otoritesinin güvence altına alınması söz konusudur. Ve bu durum, ne ulusal kimliğin ne de alanda yer alan başka sermayelerin tek bir aktör tarafından şekillendirilemeyeceğinin de bir göstergesidir. Muhalif sermayeler açısından zengin eyleyicilerin alanda daha fazla etkinlik kazanmaları, hatta bu şekilde İslami partilerin siyasi alanda başarı elde etmeleri ulusal-kimlikteki İslam unsurunun değerini bir nebze de olsa yükselmiş, bu durum 1980

209 Konuyla ilgili detaylı bir çalışma için Bkz. (44) TAŞKIN.

210 Bkz. (5), GÜLALP, 16-17.

darbesi ile kurumsallaşmıştır. Ayrıca uluslararası konjonktürdeki değişimin etkisini de alanın diğer alanlarla etkileşimin bir örneği olarak okumak mümkündür ve 1980 darbesi ile kurumsallaşan yeni ulusal-kimlik tanımında bu etkileşimin de büyük payı vardır.

Sonuç olarak 1980 darbesi toplumsal düzeni yeniden kurmanın yanı sıra, ulusal kimliği de yeniden şekillendirme girişimi olarak tarihe geçmiştir.

Özal Dönemi ve Kurucu Kimliğin Aşınması

Darbe hükümetini takiben, bu hükümetin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını yapmış olan Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) 1983 Genel Seçimleri’ni kazanarak iktidar olmuştur. İleride, AK Parti’nin ulusal kimlik vizyonuna dair örneklerin incelendiği bölümde de değinileceği üzere, Turgut Özal hem dünyada değişimin hızlandığı bir dönemde iktidara gelmesi, hem de uzun bir dönem tek başına iktidarda kalması nedeniyle Türkiye tarihinde oldukça etkin bir isimdir.

Özal’ın Türkiye’de gerçekleştirdiği en büyük dönüşüm şüphesiz ekonomi temellidir. Özal liderliğindeki ANAP hükümeti döneminde ülke çok hızlı bir ekonomik liberalleşme sürecine girmiştir. Küreselleşmenin hız kazanması, fordizmden postfordizme geçilmesi ve fason üretimin yaygınlaşması gibi dönüşümlerle üretimin üçüncü dünya ülkelerine kayması, pastadan pay almak isteyen Türkiye’de de bu yönde bir yapılanmayı destekleyen ekonomi politikaların uygulanmasına yol açmıştır.

1980 öncesinde zenginliğin ve fakirliğin kurallarını belirleyen devlet, bu dönemde, sınıflar arası ilişkilerde toplum içindeki uzlaşmanın devamı için çoğu kez alt sınıfların lehine müdahale etmeyi gerektiren hakem rolünü büyük ölçüde terk etmiştir.211 Ayrıca, bu dönemin önemli bir özelliği de 1980 öncesi işçi ve memur sendikaları gibi önemli eyleyicilerin etkinliğini kaybetmelerinin sağlanmasıdır. Taşkın, bu süreçte “Türkiye tarihinin en sahici özerklik mücadelesini veren sendikaların

211 Nail YILMAZ, “Farklılaştıran ve Ayrıştıran Bir Mekanizma Olarak Kentleşme”, 259.

devletçi olarak itham edilmesi; dahası bu çarpıtmanın medya sayesinde çok ciddi popülerliğe kavuşması”nın etkili olduğunu belirtmiştir.212

Yine de bu durum, ekonominin devletten tamamen bağımsızlaştığı anlamına gelmemektedir. Gülalp, 1980’lerden sonra da, devlet ile iş çevreleri arasında, ithal ikameci sanayi döneminde görülen klientalist ilişkilerin sürdüğünden bahsetmektedir.213 Gülalp’e benzer bir şekilde Buğra da, Özal döneminde devletin küçülmediğini, aksine alt yapı yatırımlarının devlet harcamalarında ciddi bir artışa yol açtığını vurgulamıştır.214 Fakat 1980’lerin farkı ekonomik konularda karar alma güç ve yetkilerinin geleneksel bürokratik seçkinlerden alınıp siyasal seçkinlerin eline verilmesidir. Eskiden düzenli bürokratik yöntemlerle ekonomiye yapılan müdahale sonucu ortaya çıkan “rant” iş çevrelerine kişiden bağımsız ölçütlere göre dağıtılırken, 1980 sonrası rantın dağıtımı bile seçici bir şekilde ve kişisel ilişkiler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.215 Bu durum ise yolsuzlukların önünü açmıştır.

Yine de bu durum, ekonominin devletten tamamen bağımsızlaştığı anlamına gelmemektedir. Gülalp, 1980’lerden sonra da, devlet ile iş çevreleri arasında, ithal ikameci sanayi döneminde görülen klientalist ilişkilerin sürdüğünden bahsetmektedir.213 Gülalp’e benzer bir şekilde Buğra da, Özal döneminde devletin küçülmediğini, aksine alt yapı yatırımlarının devlet harcamalarında ciddi bir artışa yol açtığını vurgulamıştır.214 Fakat 1980’lerin farkı ekonomik konularda karar alma güç ve yetkilerinin geleneksel bürokratik seçkinlerden alınıp siyasal seçkinlerin eline verilmesidir. Eskiden düzenli bürokratik yöntemlerle ekonomiye yapılan müdahale sonucu ortaya çıkan “rant” iş çevrelerine kişiden bağımsız ölçütlere göre dağıtılırken, 1980 sonrası rantın dağıtımı bile seçici bir şekilde ve kişisel ilişkiler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.215 Bu durum ise yolsuzlukların önünü açmıştır.