• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİ

3.1- 27 Mayıs Darbesi

Demokrasi ve liberal fikirlerle iktidara gelmiş olan bir siyasi partinin otoriter tek parti rejimlerine zaman zaman yaklaşan uygulamaları büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. DP bugüne kadar devam edecek olan merkez-çevre çatışmasını somutlaştırmış, çevre iktidarlarının zaaflarını da ortaya koymuştur. Bunların belki de en başında popülizmin bir siyasal araç olarak aşırı kullanımı gelmektedir. DP popülist politikalardan ödün vermemek uğruna muhtemel siyasal açılımların önünü tıkamış, siyasetin farklı toplumsal taleplerini biraraya getirerek oluşturduğu bir koalisyon olduğunu unutup, kendi popülist anlayışı doğrultusunda sadece kendisine destek veren toplum kesimleriyle ittifakını korumaya özen göstermiştir. İktidarının başlangıcında gerçekleştirmiş olduğu hamleleri devam ettirememiş, muhalefet yıllarında olduğu gibi aydınlarla olan bağını sürdürememiş, sonunda anti-demokratik uygulamalarıyla otoriterleşmiştir (Kahraman, 2012: 347-348).

Neden olduğu huzursuzlukların sokak gösterilerine dönüşmesinin sonucunda sıkıyönetim kararlarına rağmen tansiyon düşmemiş, “Kemalist Cumhuriyetin koruyucu meleği olan” (Tanör, 2010: 54) TSK de 27 Mayıs 1960’da yönetime el koymuş (Toker, 1992: 329), Turhan’a (2000: 170) göre herhangi bir toplumsal grubu yok etmeden yönetimi devraldığı için “devrimci” değil “evrimci” bir değişim yaşanmıştır. Bu süreçte DP’nin yukarıda bahsedilen demokrasi kültürünün yetersiz olması kadar kurucu ideolojinin askeri kanat aracılığıyla siyasette ağırlık kazanmasının da payı olmuştur. Cizre’ye (2006: 146) göre, buna biraz da DP sebep olmuştur. DP, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve rejimi kuran CHP’nin karşısında olmasının getirmiş olduğu kompleks ile askeri yapı ve zihniyetinden uzak durmaya çalışan bir tutum içine girmiş, tarafsız ordu geleneğini yıkarak orduyu CHP karşısında kendi partizan çıkarlarına alet edip tahrik ve mağdur etmiştir. Erkanlı’ya göre ise Menderes rejimi kendilerini kanunların üzerinde ve dışında görmüş, icra unsurları olan bürokrasiye de buna alıştırmışlardır (Erkanlı: 1972: 345). Keza DP’nin Atatürk’ün laik devrimlerinden sapması ve orduyu ihmal ederek demokrasiyi baskılaması da bu müdahelenin gerekçeleri arasında gösterilmektedir. Cizre, ordunun bu tutumunu, “İslam ve Kürt bölücüler tarafından tetiklenen, Cumhuriyet’in

bekçiliği” refleksine değil (Cizre, 2006: 153) daha çok Atatürk ve İnönü’nün kurucu siyasi ağırlıklarına bağlamaktadır. Ordunun bu müdahalesinde DP’nin hükümet döneminde cumhuriyetin kuruluşundaki aydınlanmacı pozitivist temelli, tepeden inmeci paternalist modernleşme anlayışının ortadan kaybolması ciddi etki etmiş, müdahale merkezi önceleyen, koruyucu bir yaklaşım çerçevesinde yapılmıştır.

Kahraman’a göre Türk siyasetinde modernleşmeyi başlatan kurucu elit zümreyi oluşturan ordu-bürokrasi-aydınlardan oluşan olan merkez, 1950 sonrasında siyasal muhalefetle bütünleşmiş ve tarihsel modernleşme projesini geleneksel zihniyet kalıpları ve toplumsal davranışlarla bütünleştirmeye çalışan çevreye karşı bir iktidar mücadelesine girişmiştir. O tarihten itibaren Türk siyaseti sadece siyasetin iç sorunlarıyla değil, bu iki büyük odak (merkez-çevre) arasındaki iktidar çekişmesi tarafından tayin edilmiştir. Silahlı Kuvvetler bu çelişme içinde başat rolü oynamış ve 1950’de bırakılan iktidar 1960 askeri darbesiyle geri alınmıştır (Kahraman, 2010: 244).

27 Mayıs sadece DP iktidarına karşı değil, ordu içi iktidara karşı da gerçekleşmiş, hiyerarşi dışı bir yolla uygulamaya koyulmuştur. Kahraman’a (2012: 319) göre merkezin çevreye kaptırdığı iktidarı geri alması maksadıyla yapılan darbe, hem genç subaylar darbesi olarak gerçekleşmiş hem de etkilerini daha uzun bir süre devam ettirerek ordu içi hiyerarşinin çok sorunlu bir hale gelmesine yol açmıştır. Nitekim Emekli General Ali İhsan Sabis tarafından Başbakan’a iletilen bir mektupta muvazzaf komutanlara dönük tehditlerle beraber, yapılan değişikliklerin genç subayları tatmin etmekten çok uzak olduğu belirtilmiştir. Burada genç subayların hükümetten hızlı bir şekilde koptuğu gözlemlenmektedir. Keza Başbakan’a ulaşan beyannamelerden birisinde, “Biz Bab-ı Âli baskını yapan birkaç subaydan çok daha kudretliyiz” denmesi, alt kadroların kendi içlerinde işleri nereye kadar götürebileceklerini ortaya koymaktadır (Özdağ, 2006: 32- 33). Bu ifade, aynı zamanda ordunun zihniyet dünyasının başladığı kaynağa referans vermesi anlamında manidar ve kökü derinlerde olan bir anlayışın dışa yansımasıdır.

Darbe sonrası Yassıada’da yargılanan dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun’a göre ise darbenin dört nedeni vardı. Bunlar; ana muhalefet partisi CHP’nin kışkırtıcı tahrikleri, orduda istedikleri makama erişemeyen askerin tahrikleri, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilerek orduya politik görev ve inisiyatif verilmesi, sivil otoritenin böylelikle kontrolü kaybetmesi ve son olarak askerin maaş meselesi bakımından (ekonomik sıkıntı içinde olmaları) kışkırtılmasıdır (Uğur ve Gürlek, 2012: 40). Merkeze göre müdahale ile “çevre”nin vermiş olduğu tahribat son bulmuş ve

“merkez”in egemenliğinde restorasyon dönemi başlamıştı. Ş.S. Aydemir, ihtilali “27 Mayıs ihtilali, bizim yakın tarihimizin önemli bir hadisesidir. Bu hadise; lidersiz, teşkilatsız, programsız bir genç kurmaylar kadrosunun eseri görünmekle birlikte, bugünkü anayasayı ve bugün içinde yaşadığımız önemli müesseseleri getiren odur. Bu anayasa ve bu müesseselerle, onların yarattığı hava ise ekonomik ve politik sonuçları itibariyle; memleketimizin gidişatına gerçekten çok yönlü etkiler yapmaktadırlar (...)” (Aydemir III, 1999: 443) diyerek değerlendirmiştir.

27 Mayıs darbesi lidersiz ve teşkilatsız yapılmıştır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un yakın tarihte yayımlanan el yazması notlara göre darbeyi gerçekleştiren cunta, daha darbenin ilk günü kendisine “başımıza geç” teklifi yapmıştı (Uğur ve Gürlek, 2012: 38). Yargılanma pahasına bu teklifi reddeden Erdelhun’un yerine cunta, emekli Cemal Gürsel’e yönelmiştir91. Ordu öyle bir durumdaydı ki herhangi bir

kişinin kibrit çakması yeterliydi. Darbeyi gerçekleştirenler sorgusuz sualsiz kendilerini işin içine atmış, başarısızlık halinde başlarına neler gelebileceğini düşünmek akılarına bile gelmemişti (Batur, 1972: 86). Ordunun bu plansız durumunu Erkanlı “ısmarlama lider, başsız cunta olmayacağını daha sonraları anladık, acısını çektik, belki de memleket bu hatanın neticeleri yüzünden bunalımlar içinde sallanıyor” (Erkanlı, 1972: 21) sözleriyle ifade etmiştir. Seyhan ise bu “Albaylar” müdahalesini “eğer biz o günlerde birer topçu yüzbaşısı olarak ihtilale teşebbüs etmiş isek bunun asıl sebebini başımızdaki kumandanların yakışıksız davranışlarında aramak lazımdır” (Seyhan, 1966: 48) diyerek meşrulaştırmaya çalışmıştır.

27 Mayıs’ta ordunun “demokrasiyi savunma ve baskıya karşı direnme” (Kapani, 1970: 6-7) adına siyasete müdahale etmesi, Cumhuriyet’in ilk günlerinde temel bir ilke olarak kabul edilen Silahlı Kuvvetlerin siyasal tarafsızlığını sona erdirdi92. Bu müdahale

geçmişte yaşanan tecrübelerle de çelişmekteydi. Zira yeniçeriler bile iktidara doğrudan el koymak yerine yönetici grubu değitirmeye yönelik bir baskı yapmakla yetinmişlerdi. Bu yönden 1960 müdahalesi, bu geçmişten ciddi bir kopuşu simgelemekte ve uzun vadede olumsuz etkilere yol açabilecek bir örnek teşkil etmekteydi (Karpat, 2011: 111). Bu darbe

91 Seyhan’ın anılarında konu hakkında farklı bir bilgiye rastlamaktayız. Ona göre darbeyi gerçekleştiren

kadro Erdelhun Paşa teklifi reddettikten sonra Gürsel’e yönelmedi. Daha önceden Sadi Koçaş aracılığı ile Gürsel ile temas kurulmuş, müdahale konusu kendisine açılmış ve destek olacağı vaadi alınmıştı (Seyhan, 1966: 73).

92 Erdelhun’a göre darbe orduda istedikleri rütbe ve makama erişemeyenlerin rol aldıkları bir cuntacı

hareketti. Ona göre ordunun siyasete karışmasıyla darbe süreci başladı. Örfi idare ilan edilerek ordu politik görevlere sokuldu (Uğur ve Gürlek, 2012: 40).

tek başına askerin tasarrufunda yapılmış bir eylem değildi. Muhalefet partisi CHP bu süreçte sessiz; ama etkili bir rol oynamıştı. Ş.S. Aydemir bir değerlendirmesinde CHP ile ordu arasındaki ilişkiyi şöyle ifade etmektedir: 27 Mayıs darbesinden sonra darbenin başına getirilen Gürsel, İnönü’yü telefonla arayarak, “Size karşı kusurluyuz Paşam. Hareketimizi size önceden haber vermedik (…) Ama yapılacak başka başka bir şeyimiz kalmamıştı. Bizi affetmenizi rica ediyoruz. Sizi bir peygamber olarak tanıyor, işaretlerinizi bekliyorum” (Aydemir, 1999c: 450) sözleriyle kendisine olan bağlılığını bildirmişti93. Gürsel’in bu cevabı darbeyi gerçekleştiren ordunun İnönü’nün karizmasına

ve Millî Mücadele dönemindeki etkin rolüne duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır. İnönü de Gürsel’e cevaben “memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizin emrinizdeyim”. Bu sözler üzerine Aydemir, Cemal Paşa’nın teşekkür ettiğini belirtmektedir. İnönü hislerini şöyle beyan etmiştir: “gayet saygılıydı, nasıl bir havada olduklarına teşhis koymak henüz güç. Hem benim desteğime kendilerini muhtaç görüyorlar. Hem benimle açık münasebetleri olsun istemiyorlar. Bakalım göreceğiz? (…) Fakat kendilerine bütün yardımı yapacağım, iyi niyetlidirler ve işlerinin güçleştirilmemesi lazımdır” diyerek devam etmiştir (Aydemir, 1999c: 450-451). Bu çerçevede İnönü’nün darbe karşısında olmadığı bilakis, darbeyi beklediği ve darbe sonrasında da pasif kalmamayı tercih ettiği dikkat çeker. İnönü, 7 Haziran 1960’ta, darbeden hemen sonra, yurtdışında bulunan oğlu Erdal’a yazdığı mektupta: “Burada ve memlekette fevkalade hadiseler oldu. Artık tafsilatı bilirsiniz (…) Çok söyledim dinlemediler (…) Bir askeri darbeye varmamalıydı. Bu darbenin hiçbir surette tertibi ve tatbiki içinde değilim. Daha önceden tahmin edicisi ve bütün memlekete ve Meclisten açıkça söyleyicisiyim. Şimdi gerisini düzeltmek için çalışacağım” (Heper, 1999: 193) diyecektir. Ancak bu sözlerine rağmen gerek 27 Mayıs gerekse ondan önce ortaya çıkan cunta girişimlerine karşı kararlı bir tutum sergilememesi, “dahası bunun yanlışlığının sükûtunu da göstermemesi, onun 1960’ların özellikle sağ siyasetinde eleştirilmesine yol açmıştır” (İnan, 2015: 265).

93 Darbe sonrasında İnönü’ye olan bağlılığını ifade eden Gürsel, atılacak olan siyasi kararlarda İnönü’nün

düşüncesinin alınması gerektiğini işaret eden Komite üyesine “bıktık bu İsmet Paşa’dan (…) Kırk senedir bu zatın peşinden gittik, geldiğimiz yer belli (…) Yeter artık bundan sonra devleti biz idare edeceğiz. Paşa evinde otursun işlerimize karışmasın (…) Sizde Halk Partisine alet olmayın (…) Sorumluluk bizimdir” diyerek İnönü ve CHP’den bağımsız hareket etmeleri gerektiğini vurgulamıştır (Erkanlı, 1972: 301).

MBK üyesi olmakla birlikte 27 Mayıs Darbesi sonrası, Kara Harp Okulu Komutanlığına atanacak olan Kurmay Albay Talat Aydemir’e (2010: 377) göre “o andan itibaren İnönü [Cemal Gürsel’i] ve MBK’ndeki bazı CHP’ye yakın görünen şahısları hemen avucu içine alıvermiş ve ihtilal idaresi boyunca onları perde arkasından kukla gibi oynatmıştır. O nedenledir ki 27 Mayıs İhtilali de CHP namına İsmet Paşa kaprislerine feda edilerek dejenere edilmiştir”.

Sivil Yönetimin Sonu

27 Mayıs 1960’da ülke yönetimine el koyan TSK aynı gün yayınlamış olduğu bildiride yapılan müdahalenin nedenlerini halka duyurmuştur (Aydemir, 2010: 440-441):

"Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve [Merkezi Antlaşma Teşkilatı] CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz 'Yurtta sulh, cihanda sulh'tur." (T.S.K adına Albay Alparslan Türkeş).

Bildiride kullanılan ifadelerden müdahaleyi gerçekleştiren ordu mensuplarının uzun süreli bir askerî yönetim kurma niyetinde olmadıkları, aksine iktidarı en kısa sürede sivillere devretmek istedikleri, serbest seçimlerin bir an önce yapılması gerektiği anlayışından ortaya konmaktadır. Her ne kadar bildiri bu şekilde açıklansa da MBK üyeleri arasında tam bir uzlaşma yoktu. Aralarında Cemal Gürsel’in de bulunduğu ‘ılımlılar’, ordunun siyasi rolünü olabildiği kadar sınırlı tutmayı ve iktidarı en kısa süre içinde seçilmiş meşru bir hükümete devrederek “hakem rolünde” kalmayı amaçlamışlardır. Buna karşılık daha çok orta ve alt rütbeli subayların oluşturmuş olduğu

‘radikaller’94, iktidarı hemen devretmek yerine Atatürk döneminde başlatılmış olan sosyal

ve yapısal reformları tamamlamak maksadıyla en az dört yıl, ihtiyaç olursa daha uzun bir süre yönetimde kalarak “yönetici tipi” bir modeli savunmaktaydılar (Ahmad, 2007:194). Darbenin hedefinde olan Menderes ise darbe sonrasında “kumandan bey iktidarı çabuk bırakmayın, memlekette normal şartlar kısa zamanda geri gelmez ve seçim ortamı hazırlanmaz. Bir süre ordunun hakemliğine ihtiyaç vardır; sarsılan devlet otoritesini ancak ordu kurabilir, acele etmeyin” (Erkanlı, 1972: 349) diyerek tavsiyelerde bulunmuştur. Darbecilerin içindeki bu düşünsel farklılık, onların Türkiye tasavvurundaki belirsizliği de ortaya koymaktaydı. O kadar ki ihtilalin “fikirsiz” olduğunu söyleyenler bile vardı. Çünkü darbenin başlangıcındaki hedefi sadece DP hükümetini alaşağı etmek görünürken kısa süre içinde çehre değiştirerek başka farklı bir yol aldı. Harekâtın basit bir kabine değişikliğiyle sonlanamayacağı açığa çıktı (İnan, 2011: 303).

Tarhan Erdem’e (2009: 449-451) göre o dönemin etkili aydınlarının çoğu, DP’nin Atatürk devrimlerine karşı göstermiş olduğu tutum nedeniyle yıkıldığını düşünmekteydi. Darbeyi gerçekleştirenler, politik misyonunlarını “Atatürk inkılâplarının savunulması ve demokratik katılım hakları temelinde; 1960’ların merkez-sol çizgisini de bu yönelim üzerine üzerine bina ederek” ve CHP’den tepki çekmemek adına “Atatürkçülüğü” genel siyaset anlayışı olarak ortaya koymak (Erdem, 2009: 450-451) olarak belirlemişlerdi.

Keza Başbakanlık’ın yayınladığı Ak Devrim kitabında “O bahar sabahının ilk ışıklarıyla gözlerini açanlar, kendilerini bir sevinç fırtınası içinde buldular. Türk Ordusu vazifesini yapmış, milletin ve memleketin kaderini temiz ellere almıştı [r]. “Atatürk’ün aydın başı ve yalçın iradesiyle açılan ‘Koşan Tarih’ devrini, değil duraklatma, yavaşlatma bile bekamızın aleyhine işlenmiş bir cinayet sayılmalıdır” (Ak Devrim, 1960: 3-4) diyerek DP yönetimini Atatürk devrimlerine karşı çıkmakla, laikliğin yanlış ve politik amaçlar için kullanılmasını sağlamakla eleştirmişlerdir (Batur, 1972: 73). Dahası kendilerini destekleyen yazarlara kitapta özellikle yer vermeleri de müdahaleyi meşrulaştırma gayreti içinde olduklarını göstermektedir. Nitekim Sadi Irmak, 31.05.1960 tarihli Yeni Sabah’ta

94 Radikallerin düşüncesine göre “böyle bir hareket halkın büyük kısmını ihtilâl idaresine ve dolayısıyla

ihtilâlcilere karşı güvensizliğe yöneltecekti. İhtilâli, Paşa’nın (İsmet İnönü) iktidara gelmesi için yapıldığı inancını değişmez derecede kuvvetlendirecekti. Millet, ihtilâlciyi Paşa’nın maşası olarak görecek (…) 27 Mayıs’ı yapanları lanetleyecekti” bkz. (Seyhan, 1966: 95). Onlara göre eninde sonunda demokratik bir idareye çekilecekti; ama bu CHP’nin rakipsiz iktidara getirilmesi değildi. O nedenle CHP dışındaki vatandaş kitlesi belli bir siyasi organizasyonu destekler hale getirilmedikçe, iktidarın devri söz konusu olamazdı. Böyle CHP dışındaki farklı bir siyasi organizasyonda komite elemanları tarafından yerine getirilmesi amaçlanmıştı.

çıkan yazısında “Atatürk devrimleri denen medenileşme iradesi, bütünüyle korunmalıdır. Ondan taviz vererek gelecek bir iktidar, gayri meşru olacaktır” diyerek DP yönetimini Atatürk devrimlerine karşı zaaf gösterdiğini öne sürerek suçlamıştır (Ak Devrim, 1960: 252). Falih Rıfkı Atay ise 12.06.1960 tarihli, Dünya gazetesinde çıkan yazısında “Atatürkçülüğü köylere yayan Köy Enstitüleri perişan edilmiş (...) Halkevleri yıkılmış (...) Atatürk’ten kala kala tunç heykeller ve büstler kalmıştır” diyerek DP iktidarını eleştirmiştir (Ak Devrim, 1960: 155).

Yönetime el koyan MBK üyeleri 12.06.1960’da kabul edilen 1 sayılı kanunla 1924 Anayasası’nın birçok hükmünü değiştiren geçici bir anayasa düzeni teşkil etti. Söz konusu kanunun geçici hükümler bölümünde, “İktidar Partisi idarecileri tarafından anayasanın çiğnendiği, Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve masuniyetlerinin ortadan kaldırıldığı, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek parti diktatoryası kurulmak suretiyle TBMM’nin fiilen bir parti durumuna düşürüldüğü ve meşruluğunu kaybettiği” ifade edilmiştir (Erkanlı, 1972: 22). Diğer taraftan Türk Ordusunun “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun” 35. maddesi ile Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun95 kendisine vermiş olduğu Türk yurdunu ve Türk Cumhuriyeti’ni kollamak

ve korumak vazifesini yerine getirdiğini ifade eden sözlere de yer verilmiştir. Buna göre “vatandaşı bir birine düşürmek suretiyle Türk Vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden kurmak için Türk Milleti adına harekete geçerek, Milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp, iktidarı geçici olarak MBK’ye emanet etmiştir” (Yazıcı, 1997: 67). Böylece TSK, yönetime el koyma hareketinin yasal bir hakkın kullanılması anlamına geldiğini, darbeyi takiben kurulan MBK yönetiminin de meşru bir zemine oturduğunu ifade etmiştir.

Aynı kanunun 8. maddesiyle de “MBK, genel seçimlerle kurulacak TBMM’nin göreve başlaması ile hukuki varlığını kaybeder ve kendiliğinden dağılmış olur” hükmüyle, MBK’nın uzun süreli bir askeri yönetim kurma hedefinde olmadığı belirtilmiştir. Kanunun 3. maddesi ise yasama yetkisinin MBK’ye ait olduğunu, yürütme yetkisinin de Devlet Başkanınca tayin ve komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu tarafından kullanılacağını düzenlemektedir. MBK’ye bakanları denetleme ve görevden

95 12.06.1960’da kabul edilen 1 nolu “1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı

Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanunun” tam metni için bkz: 14.06.1960 tarih ve 10525 sayılı Resmî Gazete, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10525.pdf (14.03.2015).

azletme yetkisi 4. maddeyle verilmiştir. Yargı erkini millet adına tarafsız ve bağımsız mahkemelerce ve kanunun çizdiği sınırlar içinde kullanılmasını düzenleyen 5. madde, yargı bağımsızlığını güvence altına alması bakımından olumlu görülmüştür. Ancak hemen akabinde yer verilen 6. madde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve vekilleri ve eski iktidar mensuplarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir Yüksek Adalet Divanı kurulur” hükmüne yer vererek bir tür olağanüstü mahkeme teşkil etmiştir. Aynı maddenin 6. fıkrasıyla da, bu mahkemenin vereceği ölüm cezalarının, devlet başkanlığı ve başbakanlık yetkilerini uhdesinde toplayan MBK tarafından onaylanıp infaz olunacağı hükmüne yer vererek, askeri yönetimin yargı faaliyetlerinin en son aşamasında yetkili olduğu vurgulanmıştır. Bu ifade yukarıda bahsi geçen yargı bağımsızlığıyla çelişir (Yazıcı, 1997: 68).

Darbenin ilk işi Silahlı Kuvvetlerin demokrasiyi kurtarmak için faydalanabileceği tek çare olduğu gerekçesiyle meşrulaştırılması olmuştur. Bu amaçla 27 Mayıs sabahından itibaren yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve gerekli çalışmalara başlanmıştır. İhtilâli gerçekleştirenler, üniversitelerin hukuk fakültelerinden bazı öğretim üyelerinden bir heyet oluşturdular ve 27 Mayıs İhtilâlinin gerekçelerini hukuksal açıdan tespit etmelerini istediler. Bu heyetin başkanı Ordinaryus Profesör Sıddık Sami Onar’dı.96 Bu İstanbul heyeti, ihtilâlin gerekçelerini belirtirken önce

Türkiye’nin nasıl bu hale geldiğini ortaya koymaya çalışarak, ihtilale meşruiyet kazandırmayı amaçlamıştır. İhtilâlin gerekçesini hazırlayan heyete göre, DP iktidarı devletin kurumlarını ve insanları kendi şahsi çıkarları için birbirlerine düşürmekten çekinmemiş ve keyfi bir yönetim sergilemişti. İktidarın keyfi yönetimine karşı çıkan ordu, barolar, adliye, görevlerini layıkıyla yapan memurlar, üniversite ve basın mensupları o nedenle iktidarın boy hedefi haline gelmişti ki bu durum Türkiye’yi dünyada da küçük düşürmüş, iktidar Atatürk ilkelerinden de uzaklaşılmış, iktidar partisi istediklerini yapabilmek için yol gösterici olan üniversiteye ve üniversite hocalarına her türlü saldırıyı planlamış ve gerçekleştirmişti (Karpat, 2011: 111-112).

Heyet iktidarın meşruiyetini şöyle izah etmektedir: “Bir hükümetin meşruiyeti sadece iktidara geldiğinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie getiren anayasaya

Benzer Belgeler