• Sonuç bulunamadı

2.1- Türk Siyasi Hayatı

Türkiye Osmanlı’dan miras kalan demokratikleşme çabalarını sürdürmekle birlikte kesintisiz bir demokrasiye sahip olamamasının sorunlarını yaşamaktadır. Nedenleri kimine göre merkez-çevre çatışması, kimine göre siyasi ve bürokratik seçkincilerin siyasal sistem üzerindeki hâkim konumu, kimilerine göre de demokrasiyi askıya alan ve vesayetçi düzenin temelini atan askeri darbelerdir. Bu sebepler çoğaltılabilir. Sebep her ne olursa olsun Türkiye’nin tecrübe etmiş olduğu demokratik yaşam, salt ulus-devlet döneminin gerçekleriyle anlatılamayacak kadar derin köklere sahiptir. Türkiye’de demokrasi tarihinin başlangıcı Osmanlı İmparatorluğu’nun ıslahat çalışmalarına dayanmaktadır.

2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı, Merkez Çevre Ayrışması

Batı Avrupa ülkeleriyle Osmanlı Devleti’nin sosyal tarihi farklı şekillenmiştir. Batı’nın siyasal modernleşmesi burjuvazinin gelişimi, ona meşruiyet sağlayacak toplumsal sözleşme kavramının ortaya çıkışı, laikliğin oluşması ve çoğulcu demokratik parlamenter sistemin işlev kazanması gibi dört önemli olguya dayandırılabilir. Osmanlı, modernleşme bağlamında kendi özgün sisteminden vazgeçme uğraşı vermiştir. Bu bünye içinde modernleşme bir aydın hareketi olarak başlamış, ilk sonuçları eğitim alanında görülmüş, özellikle imparatorluğun en önemli yapısal unsurunu teşkil eden ordu, bu değişimden doğrudan etkilenmiş ve süreci beklenenden çok ötede bir noktaya taşımıştır.

Bugünkü Türkiye çeşitli etnik kökenlere mensup halkı, kültürü, ortak dini, siyasi geleneği ve bilhassa bu geleneğe dayalı demokrasi anlayışıyla Osmanlı’nın bakiyyesidir. Osmanlı’nın yukarıda zikredilen dönemlerle son iki yüzyılında ve 91 yıllık Cumhuriyet devrinde ülke çok hızlı ve köklü bir şekilde değişime uğramıştır. Bu değişimi tetikleyen ve vücut bulmasını sağlayan unsurların bir kısmı dışarıdan gelmiş olmasına rağmen Türkiye’nin kültürü, tarihi, kimliği ve siyasi tecrübesine göre şekil almış, yerleşmiş ve toplumsal yapısıyla özdeşleşmiştir. Ülke olarak başarı ve başarısızlıklarımızı, gerçekleştirdiklerimizi veya gerçekleştiremediklerimizi sadece Cumhuriyete mâl etmemiz doğru değildir (Demirci, 2007: 3). Osmanlı geçmişinin ne olduğu, bu geçmişin günümüz Türkiye’sine nasıl etkilediğini anlamadan düşünce hayatımız eksik kalmaya

mahkûmdur. Bu nedenle Osmanlı mirasını tartışmak demokrasi tarihimiz açısından oldukça önemlidir. Bugün hâlâ tartışılan bürokratik seçkinlerin devlete hâkimiyeti ve devlet-halk ilişkilerinin kökenleri sorunu, yüzlerce yıldan beri devam eden bir anlayışın ve geleneklerin ürünüdür. Osmanlı Devleti, bir elit yönetici anlayışın hâkim olduğu devlet felsefesi yoluyla kendine has paternalist bir düzen yaratmıştır. Bu düzen yönetenlerle yönetilenler arasında hiyerarşik ilişkilere dayanmaktadır. Tepede seçkinci yönetici sınıfın iradesindeki sistem, merkez-çevre, askeri-reaya veya avam-havas olarak ifadelendirilmiştir.

17. yüzyılın sonuna doğru imparatorluk tedricen çözülmeye ve çökmeye başlamıştır. Bundaki temel sebeplerden biri Hristiyan milletlerin ülkenin Müslüman tebaasından çok daha önce Batılı fikirlerin etkisinde kalması ve kendi tarihî sınırları içinde ulusal bağımsızlıklarına kavuşmak isteğiyle mücadeleye girişmeleridir. Bir diğer önemli neden Osmanlı idare sisteminin kötüye gitmesi ile orduda gözlemlenen bozulmadır. Birçok kaynakta özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde ordunun savunmadan ziyade politikayla ilgilendiği belirtilmektedir (Ahmad, 2008: 50-51). Siyasete bulaşma, orduyu ciddi ölçüde zayıflatmış ve ulusal bağımsızlığın neredeyse yitirilmesine neden olmuştur. “Bir zamanlar Avrupa’yı dehşete düşüren Osmanlı orduları, kendi hükümdarlarından ve sivil halktan başka hiç kimseyi korkut [maz]” hale gelmiştir (Lewis, 2008: 23). Bir bakıma burjuvazinin eksikliğini ordu telafi etmiş, modernleştirilmeye çalışılan ordu zamanla modernleşmenin taşıyıcısı olmuştur. Cumhuriyet’in ilanında etkin bir rol üstlenmiş ve modernleşme hedefini temsil eden kurucu ideolojinin yani “eğitilmiş seçkinlerce ve güçlü merkezi devlet eliyle yürütülmesi biçiminde varlığını sürdüren, topyekûn ve ödünsüz bir Batılılaşma programı” (Köker, 1990:234) olan Kemalizm’in de asli taşıyıcısı haline gelmiştir.

Osmanlı Devleti, Batı’dan geri kalmasını kaybedilen savaşlara ve dolasıyla ordunun başarısızlığına bağladı. O nedenledir ki reform süreci 18. yüzyılda Mühendishane, Tıbbıye, Mülkiye gibi okulların yanı sıra askeri okulların24 açılmasıyla

24 Odiile Moreau’ya göre 19. yüzyılın ilk yarısında askeri okulların kurulması reformcu girişimin

çerçevesinde birçok sonuca yol açan tayin edici önemde bir olaydı. Çünkü bu okullar 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşan sivil okulların ilerisinde olup modern diye tanımlanan bilimsel konuların öğretildiği ilk kurumlardı. Alınan diplomalar toplum içinde yükselmelerinin önünü aştığı gibi buradan yetişen subaylar da bunun bilincinde idi (akt. Belge, 2011: 581-582). Keyder’e göre de bu okullardan yetişen aydınlar yalnızca yetiştikleri okullar itibariyle değil, çalıştıkları kurumlar açısından da bürokrat sınıfa dâhildiler, tartışmalar ve görüş ayrılıkları devleti kurtarma ve güçlendirme gibi dar bir alanın içine sıkışıp kalmıştı. Bir yandan kendi ayrıcalıklarını korurken diğer taraftan toplumsal yapının dönüşümünü destekleyerek bürokratları politize eden bir yapıya bürünmüşlerdi (Keyder, 2010: 68-69).

birlikte ordudan başlatıldı. Başlangıçta ordunun modernizasyonu amacıyla kurulmuş olan teknik okullar ve harp okulları, kısa zamanda bürokrasinin bütün kademelerine personel sağlar oldu (Keyder, 2010: 68). Öyle ki bu okullardan mezun olup bürokraside görev alan memurlar, modernleşme dönemine yön veren kişiler olarak Batı’daki modeli ülke şartlarına uyarlamada öncü grup oldular (Demirci, 2015: 6-7).

Farklı grupları içinde barındıran ordu içindeki modernleşme taraftarları, yapılan reformları yeterli görmeyerek daha fazla reform yapılmasında ısrarcı davrandı. Bu durum ise daha çok reform isteyen yenilikçiler ile eski geleneklere bağlılık gösteren muhafazakârlar arasında ayrışmaya neden oldu (Karpat, 2010: 95). Siyasi anlamda ikileme düşen Osmanlı seçkinleri ülkenin kurtuluşuna farklı reçeteler önerdiler. Onlara göre modernleşme olmalıydı; ama bunun yöntemi, konusu hâlâ belirsizdi. Bir grup Batılılaşmayı çare olarak görürken, diğer grup ise Osmanlı’nın geçmiş şanlı dönemlerini referans olarak veriyordu. Ordu, farklı gerekçelerle de olsa siyasetin içinde yer almak istemişse de, esasen siyasi aktörlerin kendi hâkimiyetlerini tahsis etme adına orduyla irtibatlı olmaları, sivil-asker ilişkiler bağlamında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan en önemli mirastı.

2.1.1.1- Modernleşme Çabaları

Kahraman’a göre (2010: 243) elit merkezli (ordu-bürokrat-aydın) yukarıdan aşağıya inen hiyerarşik bir yapıya sahip, devlet odaklı, kurtarıcılık misyonu içeren bürokratik ağırlıklı bir anlayışa dayalı Osmanlı-Türk modernleşmesi, sınıfsal bir dönüşümden ziyade bürokratik seçkinlerle askeri seçkinlerin devletin ayakta kalması amacıyla birleşerek gelişme göstermiş bir hareket olup, esas itibariyle üç büyük döneme ayrılmaktadır. Tanzimat döneminde başlayan ve 1908’e kadar devam eden ilk dönem, 1908-1918 arası ikinci dönem ve 1923-1950 arası büyük modernleşme hareketinin kendisini tamamlandığı üçüncü dönem. İlk dönem çok uzun bir tarihi kapsamakla birlikte özellikle II. Mahmut ve II. Abdülhamid döneminde oluşturulan ve “pasif modernleşmenin” karakterini yansıtan kurumsal ve zihinsel dönüşüme tanıklık eder. İkinci dönem Jön-Türkler-İttihat ve Terakki modernleşmesini içinde barındırır. Üçüncü dönem ise Kemalizmin kurucu ağırlığını taşır.

Batı kültürü başlangıçta sınırlı kaynaklarla Osmanlı siyasi hayatına girmiştir. Kendi dönemine adını veren Tanzimat’ın getirmiş olduğu modern fikirler, vatandaşlık duygusu, devlet bilinci, hürriyet ve eşitlik gibi kavramlar, Batı tarzı eğitimin kaçınılmaz

sonucu olarak Osmanlı aydın ve zabitini etkilemiştir. Seçkinlerin ortak korkusu haline gelen devletin yıkılacağı ve bunu engelleme fikri, Osmanlı zabitini siyasallaşmaya itmiştir (Alkan, 2006: 23). Art arda gelen askeri ve siyasi mağlubiyetler, iktisadi krizler Osmanlı yöneticilerini çare aramaya zorladı. Temel mesele “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna cevap aramaktı. Osmanlı devlet adamları kendi geri kalmışlıklarına, yoksulluklarına ve zayıflıklarına kıyasla Avrupa’nın gücünün, zenginliğinin ve gelişmesinin tamamen farkındaydılar (Lewis, 2008: 174). Batı’nın üstünlüğü öncelikle, askeri ve teknik alanda algılandı. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı toprakları dışında genellikle askerîydi. Böylece Osmanlı’daki yenileşme hareketleri de daha çok askeri alana yönelik oldu (Lewis, 2008: 27-31). Nitekim Batılılaşma hareketleri askeri alandan başlamış ve diğer kurumları da etkilemiştir (Alkan, 2006: 20). Bu Batılılaşma hareketini “patrimonyal bir siyasal sistemin bürokratik kolunun modernleştirilmesi olarak” olarak ifade eden Heper, yapılan düzenlemeleri toplumdaki çeşitli grupların taleplerinden yahut siyasal bürokratik seçkinlerin tercihlerinden kaynaklandığını belirtmektedir (Heper, 1973: 32).

Nitekim modernleşme bağlamındaki ilk ciddi reform denemeleri Fransız Devrimi’nin yaşandığı 1789 yılında iş başına gelen III. Selim zamanında başlamıştır (Kahraman, 2010: 7). III. Selim döneminde devlet çarkı esaslı bir şekilde gözden geçirilmiş, büyük çapta reformlar tasarlanmış ve bir kısmı hayata geçirilmiştir (Tanör, 2012: 33). Selim, bunu yaparken devrin ileri gelen kişilerine reformları, tek bir kişinin değil devletin malı olarak görmek istemesi nedeniyle layihalar hazırlatmıştı. Onun yenilik hareketlerinin genel adı olan Nizam-ı Cedid aynı zamanda yeniçerilere alternatif olarak düşünmüş olduğu orduya da adını vermiştir. III. Selim söz konusu nedenlerden dolayı yeniçeri ocağını kapatmak istemişse de bunu III. Selim’den sonra tahta geçen II. Mahmut gerçekleştirmiştir. Devletin kurtarılması fikrinin kurumsal yenilenmeyle karşılık bulduğu bu dönemde ilk olarak sivil bürokrasinin eğitimi düzenlenmeye çalışılmış; giderek önemini yitiren Enderun’un25 yapısı değiştirilmiş, 1831’de Enderun Nazırlığı, 1832’de de

25 Ali Çankaya’nın tespitine göre, Erken Cumhuriyet dönemindeki algısı için Başbakan İsmet İnönü’nün 4

Aralık 1936’da Mülkiye’nin kuruluş yıldönümünde sarf etmiş olduğu: “Bundan iki yüz sene evveline şöyle bir göz atarsak, görürüz ki, Devletin başına devlet idaresi hakkında hiçbir şey duymadan, on sene zindanda aklî muvazenesi kaybolmuş, cahil ve deli bir padişah; çevresinde bu zavallıyı istismar edip kendi kasalarını doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir takım cahil dalkavuklar (…) Altı yüz senedir böyle bir ânı bekleyen dâhilî ve hâricî düşmanlar (…) Bu manzara karşısında nasıl olup da devlet bir hafta içinde batmamış diye hayret edersiniz. Hayret etmeyiniz arkadaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda yetkili devlet adamları yetiştirmek için kurulmuş mükemmel bir Enderun Mektebi vardı ki, oradan nâmusuna ve bilgisine güvenilmeyen adam çıkmazdı (…) Öyle ki merkezden memleket zararına bir emir çıkınca huduttaki bayraktardan, en uzaktaki defterdara varıncaya kadar, nâmuslu elden nâmuslu ele geçe geçe, nihayet

Mabeyn Müşirliği kurulmuştur26. “Merkeziyetçilik açısından kendisinden önceki

yönetimleri aşan bir yoğunlukta yenileşme politikası izleyen” II. Mahmut, devlet teşkilatını ıslah ederek bürokratik bir devlet kurma çabasına girmiştir (Demirci, 2015: 6). Reformlar konusunda sert tedbirlere başvurulmuş, âyanların belli başlıları saf dışı bırakılarak merkeze bağlı siyasal birliğin sağlanmasında ciddi mesafeler alınmıştır. Vaka- i Hayriye olayıyla yeniçeriler dağıtılarak yerine 16 Haziran 1826’da düzenli orduya geçilerek anlamı “Muhammed'in zafer kazanmış orduları” olan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı bir ocak kurulmuştur. Ordu yenilenmesi olarak kabul gören girişimle merkezi bürokrasi güçlendirilip ordu saflarındaki siyasileşmeye engel olmak istenmiştir (Kahraman, 2010: 72). II. Mahmut’un 1826 yılında yeniçeri ocağını ortadan kaldırmasından sonra 1876 yılına kadar Osmanlı ordusunun siyasi yönetime doğrudan müdahalesi görülmemiştir. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması sonrasında Tanzimat döneminde yönetimde modernleştirici sivil bürokratların ağırlığı artmıştır.

Reformcular oldukça geleneksel bir ekonomik ve toplumsal yapı ile kökleşmiş bir siyasal düzenin yanına modern bir orduyu eklemeye çalıştılar. Yeni bir düzen bulma mücadelesi sayesinde Osmanlı toplumundaki en örgütlü güç olan ordu ve askeri okullarda eğitim almış subaylar, kendilerini diğer sınıflardan üstün gören Bonapartist bir anlayışla âdetâ bir kurtarıcı gibi reformun öncüleri ve aydınlanmanın yegâne temsilcisi olarak gördüler. Çünkü Batı’ya ulaşmak için bilgi gerekliydi ve bu bilgiye sahip olanların sayısı da oldukça sınırlıydı, ulaşabilenler de daha çok da ordu mensuplarıydı (Belge, 2011: 662). Subaylar geleneksel toplumdan onları ayıran bu eğitim sistemleri sayesinde gerek tüzel kimliklerini gerekse siyasi misyon duygularını keskinleştirdiler (Hale, 1996: 59). Orduda başlayan bu reform hareketleri, kök salmaya başladıktan sonra bunları başka alanlarda da takip eden diğer reformlar izlemiştir.

2.1.1.2- Tanzimat Dönemi

Bu reform süreci kendi içinde belli aşamalar içinde izlenebilir. Sultan Abdülmecid zamanında Reşit Paşa tarafından düşünülüp yazılmış ve 3 Kasım 1839 yılında İstanbul Gülhane Parkı’nda okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı bir döneme adını vermiştir. Herşeyin başlangıcı kabul edilen Tanzimat dönemi reformları, özünde eğitimin çağdaş bir çizgide yol almasını sağlayan, mevcut kurumları

memlekete en az zararlı şekilde tatbik mevkiine konurdu. O sâyededir ki devlet boncuklu İbrahim döneminde üç yüz sene ayakta durabildi” (akt. Demirci, 2015: 2-3) sözleri Enderun’a verilen önemi göstermesi bakımından etkileyicidir.

yıkmadan yerine yenilerini kurmayı önceleyen, bunu da yeni kadrolarla şekillendirmeyi düşünen bir kurtarıcılık iradesinin dile getirilmesidir. Tanzimat Fermanı “tek taraflı ve yukarıdan aşağıya doğru bir eylem” (Tanör, 2010: 60) olarak hiçbir teminat göstermeksizin yasa karşısında bütün yurttaşlara eşit hak ile mal ve can emniyeti vaat ediyor, mali, askeri ve adli sahalarda bazı reformları ileri sürüyordu. Tarihçilerin Bab-ı Âli yüzyılı olarak adlandırdıkları bu dönem, Osmanlı Devleti’nin reformcu paşalar eliyle hukukun, ordunun, devletin yeniden şekillendirildiği bir devirdir. Tanzimat dönemi sivil bürokrasi çağıdır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra inisiyatif tamamen sivil bürokrasiye geçmiştir. Kurumsal yapı ve yönetim tarzı açısından bu dönemde Avrupa’nın meydan okuyuşuna, Osmanlı Devleti “merkeziyetçilik”le cevap vermiş, ülkenin dağılmasını ve çözülmesini engellemek için merkezi idare güçlendirilmiştir (Demirci, 2007: 4-12). Babıalî, “Tanzimat’ın ilanından 1871 yılına kadar ülkeyi bir bürokrasi diktatörlüğüyle idare etti. Bu dönemde Babıalî bürokrasisine göre memlekete anayasa ve meclis değil bunların dışındaki modern kurumlar gerekmektedir”. Bürokrasi burada geleneksel bir eğilimi savunmamıştır, üstelik kendisini zamanla “yüksek siyaset aktörü” olarak (Hanioğlu, 2006: 127-128) görecek potasiyele ulaşmıştır. Bu Osmanlı modernleşmesinin bir sonraki aşamasını da etkileyecek bir özelliğiydi. Rejimin temellerinin ne olduğu hususunda bir tekel oluşturacak ve bu alanda uzlaşmaya kapıları kapatacak bir anlayışın demokratik temsile dayanmayan kurumlarda karşımıza çıkması, bunların böyle bir şeye talip olmaları geçmiş Tanzimat yüzyılında aranabilir.

Tanzimat döneminde sivil-asker ilişkileri bağlamında değerlendirilebilecek sıradışı tek olay, içine subayların da karıştığı Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i yerine tahta geçirmek için yapılmış başarısız bir darbe girişimi olan Kuleli Olayı’dır. Kendilerine “Fedailer Cemiyeti” diyen bir grup Sultan Abdülmecid’i devirmek için komplo girişiminde bulunmuştur. Devletin yönetimini beğenmeyen bir kısım alt ve orta rütbelilerden oluşan askeri erkânla, mülkiye memurları ve ulemadan oluşan 40-50 kişilik liberal fikirli bu cemiyet, kimilerine göre 1876 anayasal hareketin öncüleri olarak kabul edilmişlerdir. Üyelerinin tutuklanmasıyla bastırılan bu olay daha sonra ortaya çıkacak olan Yeni Osmanlı hareketi üzerinde etkili olmuştur. Ardından meşruti idare sistemini benimseyen Osmanlılar arasında teşekkül eden bu hareket, bir cemiyetin çatısı altında birleşti (1865). Bu hareket çok az sayıda üyeyle gizlice toplanan bir oluşumdu. Gizli olması da onları tercihinden çok ülkedeki sahip olduğu bürokratik despotizme karşı aldıkları tedbirlerin yansımasıydı. Amaçları karar mekanizmalarında kendilerinin de

bulunmasını sağlayacak düzenlemelerdi. “Biz de varız, bizim de fikirlerimiz var, bilgilerimiz var, bize de sorulması gerek” temel düşünceleriydi. Osmanlı devlet yapısında bunun anlamı ise parlamentoydu (Belge, 2011: 554). Paris ve Londra’da faaliyet gösteren Cemiyet, yapılan reformların laik niteliklerini eleştirip imparatorluğun şeriata gerektiği gibi uymadığını, devletin dayandığı ruhî temellere aykırı olarak idare edilmeye başlandığını iddia ediyordu (Karpat, 2010: 98). Cemiyet’in içindeki en kuvvetli şahsiyet olan Namık Kemal, yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra ortaya çıkan din dışı usullerle kendi hâkimiyetini yürüten bir padişaha itaati tasvip etmiyordu.

2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi

Bu dönemde Avrupa, Fransız Devrimi’nden beri alttan gelen taleplerle sarsılmaktaydı. Liberaller, cumhuriyetçiler, radikaller, sosyalistler vb. farklı gruplarla ciddi bir çoğulculuk söz konusuydu. Her yerde, en despotik ülkelerde bile iktidarı paylaşmak, ülkenin gidişinde söz sahibi olmak isteyen seçkinler vardı. Toplumsal yapıya göre orta sınıf, mülk sahibi burjuvazi başı çekebiliyor ya da kentli serbest meslek erbabı kişiler öncü bir rol oynayabiliyordu. Osmanlı toplumu ise bunların çok gerisinde olmakla birlikte büsbütün dışında da değildi. Burjuvazinin yokluğunda, “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” gibi aydın denilebilecek okuryazarlardan oluşan bir grup, çoğunlukla ülke dışında Babıâli’ye dönük eleştirileri yayın yoluyla dile getirmiştir (Belge, 2011: 557).

Cemiyet’in asıl isteği ülkenin geri gidişine ve parçalanmasına engel olmak, siyasal sistemin yapısında değişiklikler yapmak ve mutlak iktidarın meşruti iktidara dönüşmesi için anayasa, meclis ve seçim kanallarıyla padişahın yetkilerinin kısıtlandığı parlamenter bir sisteme geçmekti. Yani bir bakıma Cemiyet, bir kurtarıcı edasıyla bu devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap aramaktaydı.

1876 Anayasası modern ordunun ilk darbesi üzerine gündeme geldi. 1826 sonrası tesiri hayli azalan ordu, tekrar siyasi değişimde belirleyici rol oynadı. 1870’e gelindiğinde ise sarayla Babıalî arasında yaşanan iktidar mücedelesinde saf tuttu. Tamamen şahsî sebeplerle Abdülaziz’e karşı çıkan Serasker Hüseyin Avni Paşa bir yana, padişahın yetkilerine kimi kısıtlamaların konulması gerektiğine inanan üst düzey sivil ve askeri memurlar süreç içinde etkin rol oynadı (Hale, 1996: 60-65). Hale’ e göre devrim üç grubun birleşmesiyle meydana geldi. Birinci grup, Osmanlı imparatorluğunu reform konusunda baskı altına alan ve topyekûn çöküşüne engel olmak isteyen dış unsur yani Batılı güçlerdi. İkinci grup 1860 yılından itibaren canlanan basın ve yayın hayatında

Şinasi, Namık Kemal, A. Suavi, Ziya Paşa gibi dönemine göre liberal ve reformist fikirleri ülkeye taşıyan ve I. Meşrutiyeti yaratacak olan aşağıdan yukarıya bir hareketin habercisi olan (Tunaya, 1982: 250-252) ve Genç Osmanlılar olarak bilinen aydın şahsiyetlerdi. Ortak ve işlenmiş kalıcı bir doktrini olmayan Genç Osmanlılar yönetimin keyfiliği, mutlakiyetçi anlayışı, ekonomik çöküntü, bağımlılaşma, yabancı etki ve müdahalelerin artması, eşitlik uygulamalarının Müslümanlar aleyhine sonuçlar doğurması gibi hususlarda eleştiriler getiriyorlardı. Özgürlüğün gerçekleşmesi, vatan sevgisi, anayasalı bir rejim, yürütmenin denetlenebileceği bir meclisin kurulması da önerdikleri fikirler arasındaydı (Lewis, 2008: 212). Son grup ise padişahın yetkilerine kısıtlama getirilmesini isteyen daha pragmatik Tanzimat’ın üst düzey sivil ve askeri memurlarıydı, Mithat Paşa ve Askerî Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa gibi27. Meşrutiyet’in ilanındaki bir

diğer gelişme Balkan anayasacılığının payıdır. Eski Osmanlı eyaletlerinin, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan gibi, özerkleşme ve bağımsızlaşma süreçlerinde yaşamış oldukları anayasal deneylerin, Osmanlı toplumunu etki altında bıraktığı ve siyasal seçkinleri etkilediği bilinmektedir. Dolayısıyla bu yenilik Osmanlı devletinin hâkim olduğu coğrafyaya yabancı değildi (Demirci, 2007: 5).

Gerek yetersiz olan Genç Osmanlılar gerekse ordu üst yönetiminin darbe yapacak güçte olmaması sorunların çözümü konusunda elverişli ortamın bulunmadığını göstermekteydi. Yapılması gereken tek şey, bir halk ayaklanmasını organize etmekti, nitekim medrese öğrencilerinin (Talebe-i Ulum Hareketi) katılımıyla gerçekleştirilen ayaklanma sonucunda Mahmut Nedim Paşa Abdülaziz tarafından azledilmiş, yerine Mütercim Mehmet Paşa atanmıştır (Tanör, 2012: 124). Daha sonra sırasıyla Abdülaziz ve V. Murat tahttan indirilmiş yerine Mithat Paşa ile yapılan ikili görüşme sonucunda II. Abdülhamit tahta çıkmıştır28. Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle, anayasal ve

parlamenter yönetime giden yoldaki ilk girişim olan (Lewis, 2008: 207) Kuleli olayı hariç, 1826’dan beri ilk defa bir hükümet, askerin içinde yer aldığı komite tarafından görevden alınmıştır. Fakat burada dikkat çeken unsur hal olayı Yeniçeri ayaklanmasına

Benzer Belgeler