• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde çıkış güvencelerinin rolü ve etkisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde çıkış güvencelerinin rolü ve etkisi"

Copied!
357
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ÇIKIŞ GÜVENCELERİNİN ROLÜ VE ETKİSİ

Pamukkale Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Doktora Tezi

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Anabilim Dalı Programı

Mutlu YILDIRIM

Danışman: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ

Eylül 2017 DENİZLİ

(2)
(3)
(4)

TEŞEKKÜR

Doktora çalışmalarım sırasında, kendilerinden ders aldığım bütün hocalarıma; tezimin gelişimine katkıda bulunan, kıymetli eleştirileri ve yol göstericiliklerinden dolayı tez izleme komitesi üyelerine ayrı ayrı teşekkür ederim. Çalışmamın her aşamasında göstermiş olduğu akademik danışmanlıktan, vefakâr katkılarından ve özverisinden dolayı danışmanım, değerli hocam Prof. Dr. H. Aliyar Demirci’ye minnet borçluyum. Doktora eğitimim boyunca her zaman yanımda olan, fikirleriyle çalışmama destek veren kıymetli hocam Prof. Dr. Ergun Özbudun’a şükranlarımı sunarım. Yine çalışmalarım sırasında benden desteklerini esirgemeyip sabır gösteren mesai arkadaşlarıma sonsuz teşekkür ederim. Gerek doktora eğitimim gerekse de tezimin hazırlanması aşamasında bana vermiş olduğu katkılarından dolayı aileme, çocuklarıma ve her zaman yanımda olup fedakârlık gösteren değerli hayat arkadaşım Yasemin Yıldırım’a teşekkürü bir borç bilirim.

(5)

ÖZET

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİNİN

ROLÜ VE ETKİSİ YILDIRIM, Mutlu

Doktora Tezi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı

Tez Danışmanı: Prof. Dr. H. Aliyar Demirci Eylül 2017, 356 Sayfa

Bu çalışma, Türkiye’nin demokratik gelişimini farklı bir pencereden tartışarak “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir. İlk bölümde demokrasi teorisi ve sivil asker ilişkileri teorileri üzerinde durulmuş, demokratik sistem koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri özelinde tartışılmıştır. Demokratik bir sistemde vesayetin temini ise çıkış güvenceleri bağlamında ele alınmıştır.

Çalışmanın ikinci bölümünde Osmanlı İmparatorluğu’nda “devlet nasıl kurtulur” sorusuna cevaben hayata geçen “pasif modernleşme” girişimleri ve demokrasi deneyimi özetlenmeye çalışılmıştır. Cumhuriyete miras kalan paternalist seçkinci anlayışın ortaya çıkması merkez-çevre ikilemi ile aydın, ordu ve bürokrasiden oluşan “koruyucu entelijansiya” özelinde tartışılarak ordunun siyasetteki ağırlığına vurgu yapılmıştır.

Üçüncü bölümde Türkiye’nin 1950’lerle başlayan çok partili demokrasi hayatına değinilmiş, ordunun “koruyucu bir sıfatla” sisteme müdahalede bulunup vesayeti temin etmesi, darbe sonrasında elde edilen “çıkış güvenceleriyle” açıklanmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin son dönemde “çıkış güvencelerinin” bertarafına dönük demokrasi hamleleri de yine bu bölümde ele alınmıştır.

Çalışmanın sonucunda Türkiye’nin kendine özgü bir sivil-asker modeline sahip olduğu tespit edilmiştir. Osmanlı modernleşmesinde aktif rol alan aydın, bürokrasi ve ordu üçlüsü sivil asker ilişkilerine yeni bir boyut katmıştır. Ordu, cumhuriyetin kurucu unsuru olarak, koruyucu bir kimlikle sistemdeki vesayetçi ağırlığını devam ettirmiştir. Atatürk ve İnönü dönemlerinde “subjektif kontrol” modeline dayanan bu yaklaşım, 1960 darbesiyle yeni bir boyut kazanarak orduyu “muhafız tipi” bir yapıya büründürmüştür. Bundaki en önemli unsur ise darbelerin arkasından yapılan anayasa değişikliklerinde yer verilen “çıkış güvenceleridir”. Söz konusu güvenceler askeri vesayetin teminini sağlamış, Türkiye’nin demokratik gelişiminde olumsuz bir rol oynayarak demokrasinin pekişmesine engel olmuştur.

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Koruyuculuk, Vesayet, Ordu, Çıkış Güvenceleri.

(6)

ABSTRACT

THE ROLE AND IMPACT OF EXIT GUARANTIES OF TURKEY’S DEMOCRATIZATION PROCESS

YILDIRIM, Mutlu

PhD Thesis, Department of Political Science and Public Administration Consultant: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ

September 2017, 356 Pages

This study aims to examine the development of Turkey’s democratic development from a different perspective in terms of “exit guaranties”. In the first part, democracy and civil-military theories have been focused and the democratic system was discussed with regards to the guardianship and elitist model of democracy. The supply of tutelage in a democratic system is analyzed in the context of “exit guaranties”.

In the second part of the study, “passive modernization” efforts and experience of democracy have been summarized against searhing for answer the question of “how to survive the state?” in the Ottoman Empire. Emergence of the elitist paternalistic concept inhereted to Turkish Rebuplic were discussed with regards to the center-periphery dichotomy consisting of army and bureaucracy so called “protective intelligentsia”.

In the third section, multiparty system started from 1950’s in Turkey has been mentioned, army's “protective capacity” and the tutelage of the availability of intervention in the system,obtained after military coups with “exit guaranties” were explained.

At the end of the study, the unique model of civil-military relations of Turkey has been identified. Active roles of intellectuals, bureacracy and army trio in the modernization of Ottoman have added a new dimension to civil-military relations. Army as a constituent element of the Turkish Republic has continued its protective tutelage guardianship effect. In the eras of Atatürk and İnönü, this approach based on the “subjective control model” with the 1960 military coup, gained a new dimension to the “guard type” structure. The most important reason of all these mentioned circumstances is the “exit guaranties” enacted in the constitutions after military coups. These guaranties have led to the providing of military tutelage and hindered the consolidation of democracy by playing negative role in Turkey’s democratic develepment.

(7)

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... i

TEŞEKKÜR... ii

ÖZET ... iii

ABSTRACT... iv

İÇİNDEKİLER ... v

SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ ... viii

GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM7 DEMOKRASİ VE ORDU7 1.1-Demokrasi Kuramı ... 7

1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri ... 9

1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları ... 11

1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk ... 14

1.1.4- Seçkinci Demokrasi ... 17

1.2- Sivil-Asker İlişkileri ... 28

1.2.1- Sivil-Asker İlişkilerine Dair Kavramsal Bir Çerçeve ... 28

1.2.2- Askerin Müdahale Nedenleri ... 34

1.2.2.1- Siyasi kültür ... 34

1.2.2.2- Modernleşme ... 37

1.2.2.3- Ordunun Yapısal Özellikleri ... 39

1.2.2.4- Siyasi Yönetimin Başarısızlığı ve Meşruiyet Sorunu ... 40

1.2.3- Gelişmiş Ülkelerde Ordunun Rolü ... 42

1.2.4- Gelişmekte Olan Ülkelerde Ordunun Etkisi ... 56

1.2.5- Demokratik Sistemde Askeri Vesayetin Temini: Çıkış Güvenceleri ... 62

1.2.5.1- Vesayet Yetkileri ... 64

1.2.5.2- Mahfuz Alanlar ... 66

1.2.5.3- Seçim Sürecinin Manipülasyonu (Genel ve Yerel Seçimlere Müdahale) ... 69

1.2.5.4- Askeri Rejim Eylemlerinin Geri Alınmazlığı ... 70

1.2.5.5- Af Yasaları ... 71

İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE DEMOKRASİ72 2.1- Türk Siyasi Hayatı ... 72

2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı, Merkez Çevre Ayrışması ... 72

(8)

2.1.1.2- Tanzimat Dönemi ... 76

2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi ... 78

2.1.1.4- Jön Türkler Hareketi ve II. Meşrutiyet ... 82

2.1.1.5- 31 Mart Vakası ... 90

2.1.1.6- Halaskâr Zabitan Vakası ... 92

2.1.1.7- Otokratik Modernleşme: Bab-ı Âli Baskını ve İttihat ve Terakki’nin Hâkimiyeti ... 94

2.2- Cumhuriyet Dönemi ... 98

2.2.1- Atatürk Döneminde Orduya Biçilen Rol ... 99

2.2.2- Koruyucu Anlayışın Oluşumunda İnönü’nün Rolü ... 114

2.2.3- Çok Partili Hayata Geçiş ... 122

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM144 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİ144 3.1- 27 Mayıs Darbesi ... 144

3.1.1- Yeni Anayasanın Hazırlanması (İstanbul ve Ankara Tasarılarında Vesayet Unsurları) ... 154

3.1.2- Asker ve Sivil Arasında Yeni Pazarlık (21 Ekim Protokolü) Çıkış Güvencelerinin Şekillenmesi ... 167

3.1.3- 1961 Anayasası ve Askerin Elde Ettiği Çıkış Güvenceleri ... 170

3.1.3.1- Yasama Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri ... 172

3.1.3.2- Yürütme Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri ... 177

3.1.3.2.1- Cumhurbaşkanlığı ... 178

3.1.3.2.2- Genelkurmay Başkanlığı ... 179

3.1.3.2.3- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ... 184

3.1.3.3- Askeri Yönetim Tasarruflarına Sağlanan Çıkış Güvenceleri ... 188

3.2- 12 Mart Rejimi ve Çıkış Güvenceleri ... 190

3.2.1- 12 Mart Öncesi Siyasal Hayat ... 190

3.2.2- Muhtıra ve Ordunun Tepkisinin Devamı ... 198

3.3- 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri ... 205

3.3.1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanmasına Yönelik Değişiklikler ... 207

3.3.2- Yürütme Organına Tanınan Yetkilerin Genişletilmesi ... 208

3.3.2.1- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ... 208

3.3.2.2- Sayıştay ve Askeri Yargıtay ... 211

3.3.2.3- Yüksek Askerî Şura ... 212

3.3.3- Yargı Denetimini Zayıflatan Değişiklikler ... 213

3.3.3.1- Sıkıyönetim Mahkemeleri ... 213

(9)

3.3.3.3- Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ... 222

3.4- 1980 Öncesi Siyasal Hayat ... 223

3.5- 12 Eylül Askeri Darbesi... 228

3.5.1- Vesayet Rejimin Kurumsallaşması, 1982 Anayasası ve Askeri Otoritenin Elde Ettiği Yeni Güvenceler ... 240

3.5.1.1- Cumhurbaşkanının Seçimi ... 243

3.5.1.2- Milli Güvenlik Konseyinden Cumhurbaşkanlığı Konseyine ... 249

3.5.1.3- Devlet Denetleme Kurulu ... 250

3.5.1.4- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ... 253

3.5.1.5- Olağanüstü Yönetim Usuller (Sıkıyönetim Uygulamaları) ... 255

3.5.1.6- Milli Güvenlik Konseyi Rejimine Sağlanan Yargı Bağışıklıkları ... 258

3.6- 28 Şubat Süreci, Vesayette Paradigma Değişikliği (Eylem ve Söylemde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) ... 261

3.6.1- 28 Şubat Öncesi Siyasi Hayat ... 261

3.6.2- Hükümet Pazarlıkları ve Ordunun Rolü ... 265

3.7- REFAHYOL Hükümeti ... 268

3.7.1- 28 Şubat’a Neden Olan Gelişmeler ... 270

3.7.2- Askerin Tepkisi ... 277

3.8- 28 Şubat MGK Toplantısı ve Kararları ... 284

3.8.1- 28 Şubat Koalisyonları: Ordu, Cumhurbaşkanı, Medya, Yargı, Sivil Toplum ... 291

3.8.2- 28 Şubat’ın Sonuçları ... 298

3.9- Yeni Teşebbüslere Karşılık Sivil Refleks ... 305

3.9.1- Demokrasi Alanında Atılan Adımlar (Çıkış Güvencelerinin Bertarafına Dönük Adımlar) ... 306

SONUÇ ... 321

KAYNAKLAR ... 331

(10)

SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ

ABD AB

Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Birliği

AKP Adalet ve Kalkınma Partisi

ANAP Anavatan Partisi

AP Adalet Partisi

BBP Büyük Birlik Partisi

BÇG Batı Çalışma Grubu

BKYM Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği CENTO Merkezi Antlaşma Teşkilatı

CGP Cumhuriyetçi Güven Partisi

CHP Cumhuriyet Halk Partisi

CKMP Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi

CMP Cumhuriyetçi Millet Partisi

DemP Demokratik Parti

DEP Demokrasi Parti

DGM Devlet Güvenlik Mahkemeleri

DP Demokrat Parti

DSP Demokratik Sol Parti

DTP Demokratik Türkiye Partisi

DYP Doğru Yol Partisi

EMASYA Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri

FETÖ Fethullahçı Terör Örgütü

GP Güven Partisi

IDP Islahatçı Demokrat Partisi

IRA İrlanda Cumhuriyet Ordusu

İP İşçi Partisi

KM Kurucu Meclis

MASK Milli Askeri Stratejik Konsept

MBK Milli Birlik Komitesi

MÇP Milliyetçi Çalışma Partisi

MGK Milli Güvenlik Kurulu

MHP Milliyetçi Hareket Partisi

MSP Milli Selamet Partisi

MSYK Milli Savunma Yüksek Kurulu

NATO Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü

OYAK Ordu ve Yardımlaşma Kurumu

RG Resmî Gazete

RP Refah Partisi

SBF Siyasal Bilgiler Fakültesi

SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası

SHP Sosyal Demokrat Halkçı Partisi

SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi

(11)

TİP Türkiye İşçi Partisi

TpCF Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

TSK Türk Silahlı Kuvvetleri

(12)

GİRİŞ

Demokrasi, siyasal katılım, özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi temel evrensel değerlere dayanan, bugünün çoğunluğunun yarının azınlığına dönüşebileceği, azınlığın haklarının çoğunluk hakları kadar tanındığı bir yönetim biçimidir. Demokratik rejim dünya çapında özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaygın bir kabul görmeye başlamıştır. 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle başlayan süreçte, tüm dikkatler Doğu Avrupa ülkelerine çevrilmiş, Huntington’ın “demokratikleşmenin üçüncü dalgası” adını verdiği liberal demokrasinin küresel yükselişi, demokratikleşme çabalarına yeni bir boyut kazandırmış, son olarak Arap dünyasındaki siyasi hareketlilik demokrasiye olan ilgiyi arttırmıştır. Bugün siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen, demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Öyle ki en otoriter diktatörler bile söylemlerinde demokrasiden bahsetmektedir. Ancak o kadar geniş bir alanı etkisi altına almasına rağmen demokrasi üzerinde yapılan tartışmalar nihayete ermemiş, ortak kabul gören bir demokrasi modeli benimsenmemiştir. Ülkelerin siyasi kültürleri, toplumsal yapıları birbirinden farklı demokratik sistemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Türkiye de 19. yüzyıldan itibaren bu demokratikleşme sürecinin bir şekilde parçası olmuştur. Kökleri Osmanlı’nın son dönemlerine rast gelen demokratikleşme çabası, merkezde biçimlenen, daha çok yapısal reformlar, toplumsal dönüşüm ile hukuki ve kültürel yapıda meydana gelen değişiklikleri ihtiva eden “pasif modernleşme”1

hareketlerinin ortaya çıkmasından sonra şekil almaya başlamış, Cumhuriyet’e intikal etmiştir. İlk ve temel hedefi devleti kurtarmak olan bu girişimler, Batı’daki gibi toplumsal ve ekonomik koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmamış, halk düzeyinde sınıf bilincinin bulunmadığı, daha çok sivil ve askeri aydınların öncülüğünde, Batılılaşmayı bir zorunluluk olarak görerek, paternalist, merkezin egemenliğini önceleyen, tepeden inşaa çerçevesinde kendini göstermiştir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkıp Cumhuriyet’e intikal eden ve pozitivist düşünce temelinde gelişen bu sistem, bilgili ve liyakatli bir azınlığın yönetmesi gerektiğini işaret eden, Aydınlanma’nın taşıyıcısı ve devletin koruyucusu seçkinci bir anlayışa dayanmış; devlet, tek, etkin ve yetkin bir siyasal aktör olarak halkın politik alanını daraltmıştır.

1 Yönetici elitler tarafından başlatılan, toplumsal ve tarihsel planda yapısal dönüşümün ifade edildiği,

(13)

Türkiye Osmanlı’dan günümüze kadar uzun bir dönem içinde büyük değişimlerden geçmiştir. Bu değişimlerden en az etkilenen, hatta zaman zaman bu değişimlerin daha da kapsamlı olarak ortaya çıkmasına engel olan unsur ise; Osmanlı’dan devralınan ve devam edegelen “güçlü devlet geleneği” ile onun ürünü olan, kısmi bir toplumsal dönüşüm hedefiyle yönetme meşruiyetine sahip olmadan, cari usullerle iktidara gelmeden iktidar araçlarını kullanma ve siyaseti dizayn etme gücünü elinde bulunduran “vesayetçi siyasi rejimdir”. Vesayetçi yapı, demokrasi bağlamında kurumsallaşmayı bazı kurumlarla kolaylaştırırken bazılarıyla da onun yerleşmesini güçleştirmektedir (Bağce, 2004: 209). Bunun da asıl nedeni, rejimin temellerinin neler olduğu konusunda toplumsal ve siyasal bir uzlaşının sağlanamamış olmasıdır. Bu uzlaşmazlık ortamı bürokrasi, aydın ve orduya kadar uzanan toplumsal aktörlere hareket alanı açmış, “koruyucu entelijansiya” olarak tanımlanabilecek bu seçkinci kadro, toplumu oluşturan diğer unsurlardan üstün gören bir anlayış çerçevesinde kendisini rejimin koruyucusu olarak siyaset yapmakla yükümlü addetmiştir. Zira Türk toplumunun yaşamış olduğu ve her on yılda bir gerçekleşen askeri müdahaleler, askeri yapılanma ve bürokrasi içinde mevcut bir darbecilik eğiliminin değil, devletin korunması inancının bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum “askeri vesayetin” zaman içerisinde aşamalı olarak daha etkin bir şekilde kurumsallaşmasına ve dolayısıyla askerin siviller üzerindeki denetiminin güçlenerek devam etmesine yol açmıştır.

Askerin bu tutumunda, tek parti cumhuriyetinde yaşanan siyasi gelişmelerin katkısı önemlidir. Bu süreçte demokrasi girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış, ordu da yaşanan süreçten Atatürk ve İnönü’nün tutumlarıyla gerekli birikimi edinmiştir. 1946 yılında çok partili sistemle tanışan Türkiye, alt yapı düzeyinde meydana gelen gelişmelerle “aktif modernleşme2 sürecine” girmiş; fakat siyasi anlamda yaşanan

sıkıntılar bu süreci koruyamamış, kendilerini rejimin koruyucusu olarak gören ordu, sisteme müdahalede bulunup kaybetmeye başladığı etkinliğini yeniden kazanarak, “muhafız” rolüyle siyaseti yeniden şekillendirmiştir.

Bu tez, şimdiye kadar sayısız çalışma yapılan ve farklı alternatiflerle tartışılan; ama halâ güncelliğini korumaya devam eden “Türkiye’nin demokrasi sorununu” farklı bir pencereden tartışarak, “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir.

2 Siyasal merkezin icra ettiği yukarıdan aşağıya modernleşme modeline karşı çıkan, toplumsal dönüşümün

daha çok kentleşme ve sanayileşme ekseninde yürüyen ve genel olarak gelir-refah düzeylerinin artmasına denk düşen modernleşme tipi bkz. (Kahraman, 2010: 180).

(14)

Demokrasinin tam anlamıyla pekişmemesinde, yani bir siyasal sistem olarak tüm kurum ve kurallarıyla özümsenememesinde, yukarıda işaret edilen vesayetçi, güçlü devlet geleneği oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Kurucu bir aktör olan ordunun, muhafız rolüyle sistem içerisindeki bu varlığı, darbe sonralarında anayasalara konan çıkış güvenceleriyle elde edilmiştir. Sisteme müdahalede bulunan ordunun, iktidarı yeniden sivillere devrederken kendisini güvence altına almak ve kurulacak olan demokratik sivil yönetimlerde koruyucu bir aktör olarak etkinliğini mümkün olduğu ölçüde sürdürebilmek için, yasalarla elde edilen bu çıkış güvenceleri ülkenin demokratik gelişimine ciddi etkilemiş ve olumsuz bir rol oynamıştır.

Çıkış güvenceleri meselesi daha önce farklı çalışmalarla ele alınmıştır. Bunların başında Samuel P. Huntington’un Türkçe’ye “Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratikleşme” başlığıyla çevrilen çalışması yer almaktadır. Türkiye, Portekiz, Brezilya, Şili, Nikaragua gibi pek çok ülkede yapılan araştırmaları değerlendiren yazar, güçlü askeri yönetimlerin normal bir anayasal demokraside anormal sayılacak ayrıcalıkları, geçiş ve sonrası dönemde de sürdürmeye teşebbüs ettikleri yargısına ulaşmıştır. Çıkış güvenceleri olarak tanımlamadığı bu ayrıcalıkları Huntington özetle, ordunun bazı temel değerleri koruma sorumluluğunun kendisine verilmesini ve bunun da anayasal hükümlerle belirtilmesi, askeri rejimin uyguladığı eylemlerin geri dönülmez hale getirilmesi, askerin kontrolünde yeni kurumların yaratılması, askeri rejim liderlerinin oluşacak olan yeni siyasal düzende önemli görevlere getirilmeleri ile askere özellikle personel ve mali işlemlerde özerklik verip, sivil yönetimler karşında “güvence elde etmesi” gibi beş grupta ortaya koymuştur.

Bir diğer çalışma Myron Weiner ve Ergun Özbudun editörlüğünde yayınlanmış olan Competitive Elections in Developing Countries adı çalışmanın giriş bölümünde yer alan ve Myron Weiner tarafından kaleme alınan “Emprical Democratic Theory” adlı makaledir. Weiner, ordunun hangi şartlarda iktidardan çekilmesinin daha muhtemel olduğunu tartışırken bazı önermeler sıralamıştır. Seçim ve siyasi parti sisteminin yeni bir krize yol açmayacak biçimde yeniden düzenlenmesi, iktidardaki eylemlerinden dolayı kovuşturulmama garantisinin elde edilmesi, silahlı kuvvetlerin bütçe, personel ve benzeri işlerle ilgili geniş özerk alanlara sahip olması, Weiner tarafından belirtilen hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Samuel Valenzuela ise demokratik hükümetler üzerindeki ordunun etkisine değindiği “Democratic Consolidation in Post Transitional Settings: Nation, Process and Facilitating Conditions” adlı çalışmasıyla bu güvenceleri “çıkış

(15)

garantileri” olarak adlandırıp vesayet yetkisi, mahfuz alanlar ve seçim sürecinin yönlendirilmesi başlıklarıyla üç grupta ele almıştır. Ergun Özbudun ve Serap Yazıcı da “Military Regimes, Extrication from Politics: Exit Guarantees” adlı ortak çalışmayla konuyu ele alarak söz konusu güvenceleri vesayet yetkisi, mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri eylem ve işlemlerin iptal edilmezliği, af ve bağışık yasaları olarak beş başlıkta tartışmıştır. Son olarak Serap Yazıcı “Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri” adlı çalışmasıyla konuyu gündeme getirmiştir. Kendisi demokrasiye geçiş yollarıyla çözümlemesine başlamış; ancak askeri müdahalelerin nedenlerini, şartlarını ya da ordunun politikadaki rolüne değinmeyerek, sivil-asker ilişkilerini tüm yönleriyle ele almayı tercih etmemiş, daha çok hukuk temelinde konuyu tartışarak Türkiye özelinde askeri müdahalelerin anayasalara olan etkileri üzerinde durmuştur.

Arap Baharı temelinde Mısır’da yaşanan siyasal süreç ve askeri darbe, sonrasında anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu konuda Ergun Özbudun’la 21 Temmuz 2012 tarihinde yaptığım bir söyleşide kendisi, söz konusu çıkış güvenceleri kavramının Mısır için de önemli olduğuna işaret etmiştir. O nedenledir ki bu çalışma, çıkış güvencelerini yukardaki eserlerden farklı olarak Türkiye’nin demokrasi sorununu ve sivil-asker ilişkilerini önceleyen bir anlayışla tartışmayı amaçlamaktadır. Yani ülkenin ideal bir demokrasiye ulaşamama nedenlerinden biri olarak sivil-askeri ilişkilerine odaklanan, bunu da ülkemizde koruyucu, seçkinci bir anlayışın varlığı üzerinden hareket eden, kendi yasal dayanağını ise çıkış güvencelerine bağlayan bir yapının varlığını açıklamayı hedeflemektedir.

Çalışma giriş ve sonuç bölümleriyle birlikte toplam beş bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde demokrasi tüm yönleriyle tartışılarak, çağdaş demokrasinin temel nitelikleri belirtilmiş, konumuzu ilgilendiren ve toplumun kendi kendilerini yönetme yeterliliğine sahip olmadıklarını savunan koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri üzerinde durulmuştur. Söz konusu modellerde güçlü bir aktör olarak görülen ordunun varlığına işaret edilmiş, sivil- asker ilişkileri ile askerin sisteme müdahale nedenleri ele alınmıştır. Konu bu alanda eser üreten bilim adamlarının kavramsal tespitleriyle değerlendirilerek, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler özelinde örneklerle irdelenmiştir. Çıkış güvenceleri konusu ise demokratik sistemde askerî vesayetin temini başlığı altında açıklanarak, giriş yapılmıştır.

(16)

İkinci bölümde konu tarihsel bir arka plan içinde ele alınmıştır. Türkiye’de sivil-asker ilişkileri açıklanırken sivil-askerin duruşunu belirlemek üzere tarihsel etmenleri öne çıkaran bir bakış açısı üzerinden meseleye yaklaşılmıştır3.Türkiye’de modernleşme ve

demokratikleşme çabalarına yer verilerek seçkinci anlayışın tohumlarının atıldığı ve ordunun belirleyici bir aktör olarak içerisinde yer aldığı 31 Mart, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı Âli Baskını gibi örnekler üzerinde durulmuştur. Bu minvalde 19. yüzyıl Osmanlı siyasal gelişmeleri sivil-asker ilişkileri temelinde tartışılmış, cereyan eden olaylar Cumhuriyet öncesi dönemde çıkış güvencelerine kaynak teşkil eden siyasi gelişmeler olarak açıklanmış ve değerlendirilmiştir. Yine bu bölümde Cumhuriyet dönemi üzerinde durularak Atatürk’ün demokrasi anlayışı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) gibi sınırlı plüralist denemeler tartışılmış, ordunun sistem içindeki konumu da detaylıca ortaya konmuştur. Atatürk’ten sonra yönetimi devralan İsmet İnönü’nün demokrasiye ve askere bakış açısında Atatürk dönemine benzer uygulamalar tespit edilmiş, kendisine tesir eden Osmanlı Batılılaşma çabaları ile İttihat ve Terakki düşüncesi üzerinde durulmuştur. Akabinde ülkeyi etkileyen iç ve dış siyasal gelişmeler ortaya konarak, çok partili hayata giriş yapılmıştır.

Üçüncü bölümde ise çıkış güvencelerini anayasal rejimimiz içine alan siyasi gelişmelere yer verilmiştir. Konu, kapsam olarak ordunun ilk müdahalede bulunduğu 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile son müdahale olan 27 Nisan 2007 e-muhtıra dönemleri içinde tartışılmıştır. İlk olarak 1960 askeri müdahalesinin hemen akabinde yürürlüğe giren 1961 Anayasası’nda yer bulan çıkış güvenceleri, Türkiye’nin sonraki siyasal sürecini derinden etkileyerek askeri vesayetin ilk yasal dayanağını oluşturmuştur. Yine arkasından yaşanan 12 Mart ve 12 Eylül darbe süreçleri de ordunun muhafız rolünün bir tezahürü olarak sistem üzerindeki ağırlığını arttırarak vesayetin kurumsallaşmasına, anayasalarda yer bulan ilave maddelerle katkı sağlamıştır. 28 Şubat 1997’de bu sefer ilk kez 1961 Anayasası’nda çıkış güvencesi bağlamında yer bulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) etkili bir aktör olarak müdahalede bulunmuş, teşvik ettiği “silahsız kuvvetler” de süreçte önemli roller üstlenmişlerdir. Ordu, son teşebbüsünü önemli bir çıkış güvencesi kurumu olan cumhurbaşkanlığı makamının seçimi arifesinde yaşanan 27 Nisan e-muhtırası ile ortaya koymuş; ancak siyasi iradenin göstermiş olduğu refleks bu sorunu bertaraf etmiştir. Türkiye’nin yaklaşık 65 yıllık çok partili demokrasi tecrübesine rağmen

3 Özellikle Türkiye’de askerin devlet üzerindeki egemenliğini belirlemek için tarihsel etmenlere odaklanan

“theory of historical institutionalism” kuramı, demokrasinin yerleşebilmesini veya yerleşememesinin nedenlerini açıklayabilecek kuramlardan biridir bkz. (Heper, 2011: 303).

(17)

hürriyetçi demokrasiyi pekiştirememesinde, bu mekanizmanın küçümsenmeyecek tesiri olduğuna, sistemin bir parçası olarak muhafaza edildiği dönemde yarattığı probleme dikkat çekilmiştir. Siyasi rejimimiz demokratik rejimin bir türü olan seçimsel demokrasinin özelliklerini ihtiva etmekle birlikte bir tasnife göre “kısmen hür” olarak nitelendirilmiş, sorunun kaynaklarından biri olan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesi için atılması gereken adımlar konusunda öneriler sıralanmıştır.

Tez kaleme alınırken demokrasi ve sivil-asker ilişkilerini irdeleyen pek çok yerli ve yabancı eserden ciddi olarak istifade edilmiştir. Çıkış güvenceleri konusunun yer bulduğu ve yukarıda zikredilen eserler, konunun teorik alt yapısının oluşturulmasına destek sağlamış, siyaset bilimi özelinde siyaset teorisi, siyaset sosyolojisi, anayasa hukuku, Türk siyasi tarihi gibi farklı disiplinlerinden yararlanılmıştır. Çıkış güvencelerinin nasıl bir ortamda ve hangi gerekçelerle gerekli görüldüğü Kâzım Öztürk tarafından 1966 yılında yayımlanmış olan üç ciltlik “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası İzahlı, Gerekçeli, Ana Belgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları” çalışmasının taranmasıyla elde edilmiştir. Çıkış güvenceleri özelinde 12 Mart müdahalesi sonrasında gündeme gelen anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasası’nın hazırlık çalışmaları meclis tutanaklarının online taranmasıyla ortaya çıkarılmıştır. Yaşanan siyasal gelişmelerin basında nasıl karşılık bulduğu gazete arşivlerinin irdelenmesiyle ortaya konmuştur. Bu bağlamda tüm sayılarına online erişim imkânı bulunan Milliyet gazetesi başta olmak üzere diğer yazılı basın kaynaklarından yararlanılmış, ayrıca olaylara tanıklık etmiş olan birçok siyasi figürün anı çalışmaları da, tecrübe edilen sürecin ayrıntılarını ortaya koyması bağlamında bu çalışmada yer bulmuştur. Prof. Dr. Ergun Özbudun’la yapılan görüşme de çalışmaya zihinsel manâda destek vermiştir. Tez izleme komiteleri ve danışman için hazırlanan taslak metinlere ve sunulan raporlara verilen geri bildirimler de çalışmanın özgünlüğüne ciddi etki etmiştir.

(18)

BİRİNCİ BÖLÜM DEMOKRASİ VE ORDU

1.1-Demokrasi Kuramı

Tüm siyasi topluluğun üyelerinin veya vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olan demokrasi, Oxford Klasik Sözlüğü’ne göre ilk olarak Atina’da bir tiranlar hanedanlığını iktidardan indiren ayaklanmaların ardından, İ.Ö. 5. yüzyıldan İ.Ö. 4. yüzyıla geçilirken ortaya çıkmıştır. Demokrasi genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen özellikle eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. En başından itibaren partizan, çatışmalı, siyasi yönetim felsefelerini ve toplumsal sınıfları ayıran bir sözcük olarak kabul edilip, iyi bir siyasi yönetimin zorunlu koşulu olmakla birlikte, yeter koşulu olmaktan uzak olduğu belirtilmiştir (Crick, 2012: 21). Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir.

Asıl dönüm noktasını 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız İhtilali ile yaşayan demokrasi, özellikle insan hakları, özgürlük ve eşitlik anlayışı konusunda oldukça önemli konuları dünya gündemine taşımıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde bütün insanların özgür doğup yaşadığı, devletin görevinin bu özgürlükleri korumak ve herkesin eşit olarak yararlanmasını temin etmek olduğu hükmü yer alırken, bu özgürlüklere dokunan devletin kendi varlık nedenini yitireceği, böyle bir devlete karşı ayaklanmanın da hem bir hak hem de ödev olduğu vurgulanmıştır.

Bugün artık siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Çok sayıda farklı tanımı yapılan demokrasinin, Diamond’ın (1996: 21) belirttiğine göre, Collier ve Levitsky tarafından 550 farklı biçimi ortaya koymuştur. Bu kadar farklı demokrasi biçiminin olmasının nedeni siyasal rejimlerin demokrasiye referansla kendilerini meşrulaştırma çabası içinde olmalarıdır. Finer 1962 yılı sonunda kaleme aldığı “At Sırtındaki Adam” adlı eserinde, askeri diktatörlerin bile rejimlerini süsledikleri resmi etiketlere demokrasi kelimesini eklediklerini söylemiştir. Kendi şekillendirdiği rejimi, Başkanlık Demokrasisi olarak niteleyen Nasır’ın yanı sıra, Eyüp Han Temel Demokrasi, Sukarno Güdümlü Demokrasi, Franco Organik Demokrasi, Stroessner Seçici Demokrasi

(19)

ve son olarak Trujillo rejimi Yeni-Demokrasi gibi kavramlarla nitelemiş, kendi yönetimlerine demokratik nitelik kazandırmak istemişlerdir (Crick, 2012: 16). Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok, hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır.

Halkın kendi kendini yönetmesi ya da diğer bir tabirle ülke yönetiminde halk iradesinin ağır basması veya yönetimi oluşturan siyasilerin halk tarafından denetlenmesi anlamlarına (Meydan Larousse, 1987: 514) gelen demokrasi rejimini Kışlalı (2003: 17), azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve günü geldiğinde çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak tanımlamaktadır. Demokrasi, Crick’e göre özgürlük hatta liberalizm ya da bireycilik anlamına gelmektedir. Ona göre yasalar bireyi devlete karşı korumalıdır (Crick, 2012: 17). Diğer taraftan Maurice Duverger gerçek demokrasinin daha mütevazı ve daha gerçekçi bir şey olduğunu, bunun her şeyden önce, devrim sonrası Fransa’nın 1793 Kurucu Meclis’inde denildiği gibi “halk için ve halkın her kesimi için özgürlük” olarak tanımlanması gerektiğini vurgulamıştır (Duverger, 1993: 538). Lijphart ise bir rejimin demokratik olabilmesi için, halk bütününün arzularına cevap vermesi gerektiğine inanmaktadır. Ona göre böylesine halkın eğilimlerinin tamamına cevap verebilen bir yönetim hiçbir zaman olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır (Lijphart, 2002: 112). Sartori’ye göre demokrasi, çoğunluğun egemen olduğu bir baskı rejimi değildir. Diğer bir ifadeyle, çoğunluk düşüncesinin hâkim olup, diğer düşüncelerin baskı altına alınmasının, demokrasi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Üstelik bu azınlığın çoğunluk tarafından istibdat altına alınması anlamına gelmektedir. Demokrasi, azınlıkta kalan düşüncelerin baskı altına alınması da değildir. Diğer taraftan çoğunluk karşısında azınlıkta kalan düşünceler, çoğunluk üzerinde “bilimsel doğruluklarını”, “tarihsel haklılıklarını” ya da başka benzer gerçekleri ileri sürerek, çoğunluğun yerine geçme iddiasında bulunamazlar (Sartori, 1996: 8). Alain Touraine, demokrasiyi “en çok sayıda bireye en büyük özgürlüğü veren, olası en büyük çeşitliliği tanıyan ve koruyan siyasal yaşam biçimi” (Touraine, 2011: 25) olarak tanımlamaktadır. Przeworski (2012: 10) ise demokrasiyi siyasal partilerin seçim kaybettikleri bir sistem olarak tanımlarken seçimlerin yapıldığı, muhalefetin iktidara gelme şansının olduğu bir rejim olarak kabul etmektedir.

Tilly’e göre demokrasi her zaman tamamlanmadan kalan ve sürekli olarak tersine çevrilme riski bulunan dinamik bir süreçtir (Tilly, 2007: 9). Nitekim 1989 yılında

(20)

Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle başlayan demokrasi dalgası, konu hakkında araştırma yapan akademisyenlerin dikkatlerini, Doğu Avrupa ülkelerine yöneltmelerine neden olmuş, liberal demokrasinin küresel yükselişi de demokratikleşme çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştır. Bugün ise demokratikleşme hareketi, Arap dünyasındaki diktatörlerin yıkılmaya başlamasıyla yeni bir sürece girmiştir.

1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri

Çağdaş demokrasinin ne tür özelliklere sahip olması gerektiği, siyaset bilimcilerce günümüzde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Demokrasinin birçok uygulama biçiminin olmasına rağmen üzerinde uzlaşılabilecek niteliklerin sayısı da sınırlıdır. Bunun en önemli nedeni sosyal bilimlerde yoğun olarak yaşanan kavram kargaşaları ve demokratik rejimin uygulama aşamasında ortaya çıkan sorunlarıdır. Bu karmaşıklığa rağmen demokrasilerde bulunması gereken nitelikleri Kışlalı, şöyle sıralamaktadır: Siyasal iktidarın özgür ve genel seçimlerle oluşması, gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı, farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil eden siyasal partiler, farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran, dernekler ve sendikalar gibi kitle örgütleri, yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme haklarını sağlayacak özgür kitle iletişim araçları (Kışlalı, 1994: 250). Demokrasiyi bir denge ve uzlaşma rejimi olarak niteleyen Kışlalı (1994: 208) ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar demektedir. Demokrasinin olabilmesi için her şeyden önce toplumların ulusal bütünlüğünü sağlanmış olması gerekmektedir. Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğünün bulunmadığı; toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olduğu; toplumda çoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyine sahip olması ve insanların eşitlik, özgürlük, hoşgörü ve uzmanlaşmaya dayalı bir sistemin, ulusa egemen olması gerekmektedir (Kışlalı, 1994: 211). Dahl ise ideal demokrasiyi tanımlarken beş kritik etkenden bahsetmektedir. Ona göre;

1- “Bir ülkedeki demokratik kurumlar başka bir ülkenin müdahalesine maruz kalıyorsa orada demokrasinin gelişmesi mümkün değildir”.

2- “Asker ve polis güçleri, demokratik yollarla seçilmiş resmi görevlilerin tam denetimi altında olmadığı sürece demokratik siyasi kurumların gelişmesi ya da varlığını sürdürmesi mümkün değildir”.

3- “Yine, demokratik siyasi kurumların, keskin farklılıklar gösteren ve çatışan aktörlerin olduğu bir ülkeden çok, kültürel açıdan yeterli derecede homojen olan bir ülkede gelişmesi ve varlığını sürdürmesi daha yüksek bir ihtimaldir”.

(21)

4- “Hemen hemen bütün ülkeler er ya da geç politik, ideolojik, ekonomik, askeri, uluslararası ciddi krizler yaşarlar. Eğer demokratik sistem ayakta kalacaksa bu tür krizlerin neden olacağı zorluklarla ve karmaşayla başa çıkması gerekmektedir”.

5- “Demokratik bir kültürün gelişmesi piyasa ekonomisiyle yakından ilgilidir. Diğer bir deyişle demokratik kurumlar için çok elverişli olan bir durum, özel sektörün sahip olduğu yani sosyalist ya da devletçi ekonomiden ziyade kapitalist olan bir piyasa ekonomisiyle mevcuttur; fakat bu aynı zamanda bir paradoksa da neden olmaktadır. Çünkü ekonomik açıdan eşit olunan bir toplumda siyasi manada da eşitlikten söz etmek çok güçtür. Bu nedenle demokrasi ile kapitalist piyasa arasında sürekli bir gerginlik vardır. Ama diğer taraftan da kapitalist toplumun ortaya çıkardığı ekonomik büyümenin demokratik siyasi kurumları geliştirmek ve sürdürmek için çok elverişli koşullar olduklarını da göz ardı edemeyiz”.

Yazara göre bu beş koşulun hepsinin de var olduğu bir ülkede demokrasinin konsolide olması ve korunması neredeyse kesindir. Bu beş koşulun tamamından mahrum olan bir ülkede demokrasinin pekişmesi veya korunması oldukça zordur (Dahl, 2010:162-174).

Demokrasi konusunda kafa yoran Dahl, ideal bir demokratik yönetim için bazı kriterleri ortaya koymuş; fakat bunların sağlıklı bir şekilde uygulanacağına ve sağlıklı bir demokratik süreç ve yönetimin gerçekleşeceğine inanmadığını belirtmiştir. Ona göre bu standartların ilki toplumu oluşturan üyelerin, politikanın ne olması gerektiği konusunda görüşlerini diğer üyelerin dikkatine sunan ve etkin imkânlara sahip olma anlamına gelen “etkin katılımdır”. Politikanın ne olacağıyla ilgili karar verildikten sonra her üyenin oy vermek için eşit ve etkin hakka sahip olması anlamına gelen “oy kullanma eşitliği” de ikinci standart olarak görülmektedir. Her üyenin ilgili alternatif politikalar ve onların sebep olduğu muhtemel sonuçlar hakkında “bilgi edinmesi”, üçüncü standart olarak ileri sürülmüştür. Dördüncü standart olan “gündemin kontrolü” ise üyelerin gündeme konacak maddelerin hangilerinin olacağı konusunda karar verme haklarının olmasıdır. Dahl’ın bahsetmiş olduğu son standart ise sürece “bir ülkede sürekli olarak ikamet eden erişkinlerin” diye tabir edilen yetişkinlerin dâhil edilmesidir (Dahl, 2010: 47-48).

Yine Dahl’a ilaveten günümüzde ideal demokrasiyi tanımlamada kullanılan ve hangi ülkelerin demokratik hangilerinin olmadığı konusunda uluslararası örgütlerin hazırlamış olduğu bir takım veriler de, referans kaynağı olarak dikkat çeker. Bunların içinden belki de en önemlisi New York merkezli, demokrasiyi izleme örgütü olan Freedom House olup her yıl, araştırma kapsamına aldığı devletler hakkında, sivil özgürlükler ve siyasal haklar yönünden birden yediye kadar derecelendirme yapmaktadır.

(22)

Freedom House siyasal haklar bağlamında ülkeleri incelerken; adil seçimlerin yapılıp yapılmadığı, insanların ordu, dış güçler, totaliter partiler, dinsel hiyerarşiler ve ekonomik oligarşilerin tahakkümü altında olup olmadıkları, kültürel farklılıklara ve azınlık haklarına saygı, tartışmaya imkân tanıyan politik sistemin varlığı, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü, siyasi örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, kişisel özerklik, mülkiyet haklarının güvence altında olup olmadığı, cinsiyet eşitliği gibi (Tilly, 2007: 16-17) konuları incelemektedir.

Tilly ise demokratik rejimleri, yüksek kapasiteli demokratik olmayan, düşük kapasiteli demokratik olmayan, yüksek kapasiteli demokratik ve düşük kapasiteli demokratik olmak üzere 4 gruba ayırmaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik olmayan yönetimde söz hakkına önem verilmeyen, devletin güvenlik güçlerine her türlü kamu politikasına girme hakkı sağlanan, yukarıdan müdahale veya alttan kitle isyanlarıyla yapılan rejim değişiklikleri uygulamaları görülmektedir. Yazar’a göre İran ve Kazakistan bu grup içerisinde yer alan ülkelerdir. Düşük kapasiteli demokratik olmayan yönetimlerin özelliği ise iç savaş gibi sıkça yaşanan şiddet içeren mücadelelerin görülmesi, siyasi aktörlerin dâhil birçok kişinin öldürücü şiddete başvurmasıdır. Somali, Kongo bu grupta yer almaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri ise sık görülen toplumsal hareketler, çıkar grubu faaliyetleri, siyasi parti hareketlilikleri, rekabete dayalı seçimler ile devletin kamu politikalarını görece düşük düzeylerdeki politik şiddetle birleşmiş yaygın gözetimidir. Norveç ve Japonya bu grubun içinde yer almaktadır. Yine sık görülen toplumsal hareketlilik, çıkar grubu faaliyetleri ve siyasi parti hareketliliğine ek olarak daha az etkin devlet gözetimi, yarı yasal ya da yasal olmayan aktörlerin kamu politikalarına daha fazla müdahalesi ve kamu politikalarında fazla ve yüksek düzeyde öldürücü şiddet, düşük kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri olup Jamaika örnek olarak verilmektedir (Tilly, 2007: 41-44). Her ne kadar demokrasi farklı gruplar altında incelenip ülkeler kategorize edilerek anlamlandırılmaya çalışılsa da üzerinde durmamız gereken bir diğer husus, demokratik sisteme geçişin farklı modellerinin bulunmasıdır.

1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları

Demokrasiye geçiş yollarına değinmeden önce demokrasinin oluşmasındaki toplumsal dinamiklere değinmekte fayda var. Moore’un Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri adlı yapıtı, modern sanayi toplumuna gidişin üç temel yolu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunların ilki İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Fransa’da tecrübe edilen liberalizmle liberal demokrasinin birlikte harmanlandığı

(23)

demokratik yoldur. İkincisi Almanya ve Japonya’da görülen militarist anlayışa dayanan tepeden devrim, üçüncüsü ise Rusya ve Çin örneklerinde görülen komünizmdir. Moore, Marx’ın değer ve sömürü paradigmasından hareketle sınıf temelli yapısal analizlerle demokrasiye geçişi İngiltere, Fransa ve Almanya örnekleriyle kategorize etmektedir. Ayrıca, her ülkenin modernleşme ve demokrasi sürecinde rol alan unsurların farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu da her ülkenin kendine has toplumsal yapılarına, sınıflar arası ilişkilerdeki farklılıklara dayandırmaktadır.

Moore’a göre demokratik gelişmenin koşulları güçlü bir kral veya gereğinden daha bağımsız bir toprak aristokrasisini engelleyebilecek bir dengenin oluşması; elverişli bir ticari tarıma doğru yönelme; toprak aristokrasinin güçsüzleşmesi; köylü ve işçilere karşı bir aristokrat burjuva koalisyonun önlenmesi ve geçmişle devrimci bir biçimde bağları koparmak biçiminde özetlenmektedir. Moore’un analizinde tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş sürecinin demokratik veya demokratik olmayan biçimleri arasındaki en temel fark, demokratik gelişimin güçlü bir burjuvaziye dayanmasıdır. Ona göre burjuva yoksa demokrasi de yoktur (Moore, 2012: 418).

Örneğin 19. yüzyılın İngiltere’sinde tecrübe edilen siyasal gelişmeler, günümüz demokrasinin en temel kaynaklarını oluşturmaktadır. Nitekim orta düzey bir parlamento, kendi ekonomik temellerine oturmuş ticaret ve endüstri çıkar çevrelerinin varlığı, ciddi bir köylü sorunun bulunmayışı ile toprak aristokrasisinin direnmeyişi, hızla gelişen endüstri kapitalizmi ve burjuva, İngiltere’nin demokratikleşmesinde ciddi katkılar sağlamıştır (Moore, 2012: 65-70).

Moore’un, 19. yüzyılda feodaliteden başlayarak gelişen ve parlamenter demokratik kurumların yerleşmesini tarihsel sürecin nihai evresi olarak gördüğü Fransa’da ise özellikle 14. Louis döneminde, bürokratik devletin inşa edilmesi ve aristokrasinin bürokrasiye entegre edilmesi farklı gelişmelere neden olmuştur. Moore “çağdışı rejim’in şiddet yoluyla yıkılmasını, Fransa’nın demokrasiye doğru giden yolda attığı çok önemli bir adım” olarak görmektedir. Ona göre Fransız toplumu burjuva öğelerini de içinde barındıran İngiliz tarzı bir toprak beyleri parlamentosu yaratmadı. Üst sınıflar liberal demokrasinin düşmanı olarak algılandı. O nedenle Fransa’da demokrasinin zafere ulaşması için bazı kurumların kaldırılması gerekiyordu. Nitekim Fransa kanlı devrimle karşılaştı. Devrim “burjuvazinin çeşitli kesimlerinin, iktidara, düzenin ve krallığın yıkılmasının ortalığa salıverdiği kentli plebler arasında güçlenen radikal akımların sırtında yükselmesini sağlayacak yolda ilerledi” bu durum aynı zamanda

(24)

devrimin geriye doğru yönelmesine de engel oldu. Köylüler de bu durumdan senyörlük düzeninin yıkılmasına katkı sağlayarak çıktılar (Moore, 2012: 147-149).

Almanya ise farklı bir organizasyon ile bu gelişmeye ayak uydurdu. Köylünün, toprak soyluluğunun ve burjuvazinin gelişme için yeterli olmaması, geri kalmışlığın da vermiş olduğu acelecilik, güçlü bir lider karakterini ortaya çıkarmıştır. Bismarck toprak sahipleri ile cılız burjuvaziyi birlikte hareket ettirerek sistemi devlet eliyle yukarıdan aşağıya inşa etme yoluna girişti. En temel dayanak noktası ise sistemin, aristokrat sınıfın uzantısı olan ordunun kesin hâkimiyet politikasına dayandırılmış olmasıdır. Nitekim Almanya, Bismarck’ın öncülüğünde tepeden inmeci bir anlayışla kısa bir zaman içerisinde ulus devlet bilinci ve ekonomik gelişmeyle baş döndürücü bir başarıya ulaşmıştır (Belge, 2011: 230-240).

Görüldüğü üzere bu ülkelerde burjuva, aristokrasi, soylu, kentli veya güçlü lider gibi farklı toplumsal dinamikler harekete geçerek demokrasi yolunda mesafeler almıştır. Bizim burada üzerinde duracağımız husus ise otoriter rejimlerden demokrasiye geçerken nasıl bir süreç yaşandığıdır. Nitekim demokrasiye geçiş konusunda çalışan birçok yazarın ileri sürdüğü ortak noktalardan biri, demokrasiye geçişte izlenecek yolun bağımsız bir değişken olarak kurulacak demokrasinin niteliğini etkileyecek önemli bir faktördür (Yazıcı, 1997: 18). Bu geçişi çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkündür. Genel olarak reform, kopma ve sözleşme olarak tabir edilen bu geçiş yöntemleri Huntington tarafından dönüşüm, yerine geçme ve değiştirme olarak tanımlanmaktadır. Ben ise demokrasiye geçiş yöntemlerini değiştirme, kurtulma ve mutabakat olarak ifade etmek istiyorum. “Değiştirme” olarak adlandırılan yöntem, demokrasiye geçişin bizzat otoriter rejimler tarafından başlatılması ve sürdürülmesi ile açıklanmaktadır. Alfred Stephan bunun üç şekilde zuhur edeceğini varsaymıştır (akt. Yazıcı, 1997: 19). Bunlar;

a) Demokratikleşmenin sivil veya sivilleşmiş siyasal liderler tarafından başlatılması,

b) Demokratikleşmenin askeri yönetimlerce başlatılması,

c) Demokratikleşmenin kurum olarak Silahlı Kuvvetlerce başlatılmasıdır. Bu tür yönteme en güzel örnek İspanya olabileceği gibi, Türkiye’nin 1945 yılındaki demokrasiye adım atması veya her askeri müdahale sonrası ordunun iktidarı sivil otoritelere devretmesi örnek olarak gösterilmektedir.

(25)

“Kurtulma” olarak tasvir edilen geçiş yöntemi ise otoriter rejimin devrim, dış yenilgi, halk ayaklanması gibi nedenlerle aniden çöktüğü ve bu nedenle eski rejimin yöneticilerinin demokrasiye geçişte hiçbir rol oynamadıkları durumlarda ortaya çıkar. Geçmişte İran, Nikaragua ve Küba’da bugün ise Arap Baharıyla Tunus’ta yaşanan model buna örnek teşkil eder. Yalnız bu modelde yıkılan otoriter rejimlerin yerine yeni otoriter rejimlerin kurulma olasılığı her zaman saklıdır, Mısır en canlı örneği olarak karşımızda durmaktadır.

Demokrasiye geçişte görülen son model ise “mutabakat” yöntemidir. Bu modelde eski rejimin yöneticileri ile iktidarın yeni temsilcileri arasında demokrasiye geçiş yönünde bir eğilimin olması gerekmektedir. Model değiştirme ve kurtulma yöntemleri arasında yer alan bir ara formül niteliğindedir. Bu mutabakatta demokrasiye geçiş yapmak üzere olan ülkede ordunun hukuksal statüsü, demokrasinin sınırları, seçim sistemi, ekonomik yöntem gibi özel hususlar da yer alabilir. Türkiye 1960 darbesinin hemen ardından yapılan genel seçimler sonucunda benzer bir mutabakat tecrübesi yaşamıştır. Tarihe “Çankaya Protokolü” olarak geçen bu mutabakatta, yeni bir askeri müdahaleden çekinen siyasi parti liderleri cumhurbaşkanının öncülüğünde demokrasiye geçişte ortak tavır sergilemişlerdir.

1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk

Demokrasi, sahip olduğu tüm erdemlerine rağmen birçok açmazlara maruz kalmış ve eleştirilere açık hale gelmiştir. Acaba demokrasinin karşı karşıya kalabileceği tehlikeler nelerdir? Toplumsal ve siyasal yaşamda gerçek ideal bir demokrasiye ulaşılabilir mi? Ya da demokrasi sahip olduğu enstrümanlarla bir çoğunluk diktatörlüğüne dönüşebilir mi? Tüm bu sorular, birçok toplum bilimci ve siyaset bilimci tarafından tartışılmakta ve çözüm önerileri aranmaktadır. Tocqueville, demokraside asıl tehlikenin, yönetenlerden çok yönetilenlerden geldiğine inanmaktadır. Yönetilenler bozulduğu takdirde sistemin de bozulacağını ortaya koyarak, demokrasinin aslî unsuru olan ‘asıllara’ güven duymadığını ortaya koymuştur (Göze, 1987: 251).

Demokrasinin bir diğer sorunu, seçimle iş başına gelmiş olan yönetimin zamanla tiranlığa kayma ihtimalinin olmasıdır. Yani halkın seçtiği bir siyasi partinin ülkeyi ve siyasal sistemi tek adamlığa çevirebilecek, kısmen paradoksal bir anlayışa sahip olması tehlikesinin her daim var olma ihtimalidir. Örneğin Hitler, demokratik süreci kullanarak iş başına gelmiş bir diktatördür. Bu paradoksun farklı bir örneği Cezayir’de 1989’da yapılan seçimlerde İslam -demokrasi ilişkisi çerçevesinde yaşanmıştır.

(26)

Demokrasiyle ilgili diğer bir açmaz da istikrar ve adalet ilkeleri arasındadır. Demokratik ilkelere göre, halkın siyasal sistemde kendisini adil bir şekilde temsil etmesi gerekir. Temsil adil bir şekilde gerçekleştiğinde demokratik iktidar sorumluluklarını kaçınılmaz olarak yerine getirmekte zorlanacaktır. Ancak toplumda yer alan bütün eylem ve çıkarların adil bir şekilde temsil edilememesi, yönetimde istikrarsızlığa ve sonuçta karar alamayan ve kararlarını icra edemeyen bir iktidara neden olabilmektedir. Bu durum da sistemi “yönetemeyen demokrasiye” götürmektedir (Türköne, 2006a: 209). Kışlalı da demokrasinin sorunlarına ve çelişkilerine değinirken iktidarın yargı yoluyla denetimi ve iletişimin önemine vurgu yapar: Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa, sadece seçim demokrasiyi değil, olsa olsa “çoğunluk diktası”nı yaratır. O nedenle hem sistemi hem de seçilmiş iktidarı hem de yönetilenleri koruma adına yargısal manâda bir denge ve kontrol sisteminin varlığı elzemdir. Bu da demokrasinin, ancak hukuk sistemi içinde sağlıklı işleyebilmesiyle mümkündür. Demokrasinin işlemesi açısından, haber alma ve düşünce özgürlükleri ön sırada gelir. Özgür bir haber alma ortamı yoksa, insan özgür bir biçimde düşünemez (Kışlalı, 1994: 245).

Bütün bu tespitler demokrasinin işleyiş meselesi olarak dikkat çeker, sayıca demokrasi eleştirileri artırılabilir. Ancak her halükârda bu rejimin de aslında bir azınlık rejimi olduğunu öne süren yaklaşımlar da vardır. Schumpeter ise demokrasiyi halkın siyasi kararları almak ve rasyonel tercihleri yapmak için gerekli yeteneklere sahip olmadığı için eleştirmektedir. Ona göre demokrasi bir amaç değil halk tarafından onaylanan, halkın güvenini ve desteğini kazanan kadroları, toplumu yönetecek mevkilere getiren bir yönetim modelidir. Bu modelde halk politika yapma, tercih yapma yetkisini, onayladıkları siyasilerin tercihlerine bırakır. O nedenle gerçekte yönetim ve karar alma yetkisi, bir azınlığın yani siyasal seçkinlerin elindedir. İktidar halk tarafından değil küçük bir azınlık tarafından kullanılır (Schumpeter, 2014: 349-350, 372).

Demokrasinin karşı karşıya kalabileceği bu sorunlar, sistemin sağlıksız işlemesine neden olabilir. O nedenle var olan sistemin korunması ile Schumpeter’in yukarıdaki tespiti yani iktidarın halktan ziyade küçük seçkinci bir azınlık tarafından kullanılması, bizi “koruyuculuk” kavramına yönlendirmektedir. Birçok farklı kılıf altında ve bilinen tarihi süreç içerisinde dünyanın birçok farklı bölgesinde çok çeşitli siyasal düşünüre ve öndere çekici gelen koruyuculuk anlayışı, Platon’un Devlet adlı yapıtında ortaya konmuştur. Demokrasiye karşı ileri sürülen bu yönetim anlayışına göre, sıradan insanların kendi çıkarlarını ve içinde yaşadıkları toplumun çıkarlarını anlayıp savunabileceklerini

(27)

kabul etmek oldukça güçtür, onların kendi kendilerini yönetecek nitelikte olmadıkları açıktır. O nedenledir ki üstün bilgi ve yetenek isteyen yöneticilik görevi, bu niteliklere sahip bulunan bir azınlığa verilmelidir (Dahl, 1993: 63-64). Tamamen liyakatli, ehliyet sahibi uzmanlardan oluşan, toplumun geri kalan kısmı üzerinde hüküm süren, ortak iyiye ve herkesin çıkarına göre yönetim gerçekleştiren, halkın kendi kendini yönetmesi haline göre ondan çok daha iyi bir biçimde yönetim sergileyeceği varsayımına dayanan bir azınlık görüşü olarak da değerlendirilmektedir.

İnsanların kendi kendilerini yönetme yeterliliğine sahip oldukları varsayımına karşı çıkan bu anlayış, bazı insanları siyaset sanatı bakımından üstün görmektedir. Modern zamanlarda Leninist öncü parti, koruyuculuğun çekiciliğini ortaya koyması bakımından yakın tarihin ilginç bir örneğini teşkil etmektedir. Partinin üyeleri dikkatli bir biçimde devşirilerek eğitilmiş, işçi sınıfının kurtuluşuna erişme ve uzman olmaları nedeniyle seçilmişlerdir. Bu düşünceye göre sadece yüksek düzeyde bir insan grubunun yasalara tabi olan herkesin iyiliğine hizmet etmek için gereken bilgi ve yeteneğe sahip olduklarına inanmak akla en uygun düşen anlayıştır.

Bu koruyuculuk anlayışı Aristo’ya göre demokratik bir rejimde basit bir değişiklik değil, demokrasiye alternatif olan bir rejim türüdür. Ona göre koruyuculuk devletin, yetişkinler içinde bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan insanlardan oluşan liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilen bir yönetim şeklidir. Tıpkı kendi çıkarlarının farkında olmayan çocukların, ebeveynleri tarafından yönlendirildiği ve korunduğu gibi sıradan insanlar da kendi çıkarlarını anlayamaz, o nedenle bu insanların yönetme kabiliyeti açısından yeteneksiz olduğu kabul edilmeli ve yöneticilik eylemi liyakatli, seçilmiş kişilere bırakılmalıdır (Dahl, 1993: 69-70). Aristo üstün bilgiye sahip bu azınlığın, seçkinler grubunun ya da aristokrat bir zümrenin ülkeyi yönetebileceğine inanmaktadır.

Peki, bu anlayış yönetimde devamlı olabilecek midir? Aristo’ya göre belirli bir siyasal rejimi haklılaştırmak için koruyuculuk fikrine başvuranlar, söz konusu yönetim modelini sadece geçici bir dönem için tercih ettiklerini belirtmektedir. Fakat aslında planlanan geçici; ama muhtemelen uzun bir süre var olacak olan, en azından kendi ideolojik fikirlerinin temellerini hiç değişmeyecek derecede atabilecek kalıcı bir yönetim oluşmasını sağlamaktır. Tarih bu vaatlerle gelmiş; ama kalıcı olmuş koruyucu yönetim modellerinin tecrübesiyle doludur. Birçok askeri rejim, özellikle Latin Amerika’da, iktidarlarını geçici olduğunu söyleyerek haklılaştırmışlardır. Örneğin 1973’ten sonraki

(28)

Pinochet Şilisi, demokratik bir hükümetin restorasyonu için zorunlu şartların yaratılmasına hizmet edeceği iddiasıyla, ya da ileride detaylıca inceleyeceğimiz siyasi hayatımızdaki “vesayet” tecrübesiyle Türkiye, söz konusu anlayışı vurgulayıp ancak çekildikten sonrada kalıcı yapılarla ve mekanizmalarla dikkat çeken ülkelerdir. Steven Cook bu tartışmaya modernite ve otorite ilişkisi açısından yaklaşarak katılmaktadır. Koruyuculuğu otoriter bir sistem olarak ele alan Cook’a göre, “modernleşme için bilimsel bilgiye önem veren yüksek modernizmin dünya görüşü ‘doğası gereği otoriterdir’. Yüksek modernistlere göre, yalnızca belirli tür becerilere sahip olanlar, yani bizzat kendileri, siyasi gücü kullanma gücüne sahip olabilir” (Cook, 2008: 55).

Dahl, koruyuculuğun modern zamanlarda bile var olduğunu belirtmektedir. Modern ülkelerde alınan kararlar, izlenen siyaset ve çıkarılan yasalar, çoğunlukla referandum veya diğer doğrudan demokrasi biçimlerine göre belirlenmemektedir. O kadar ki siyasalar seçimlerin dolaysız bir sonucu olarak bile ortaya çıkmamaktadır. Siyaset daha çok istisnai ölçülerde uzmanlık sahibi yüksek nitelikli insanların çalıştığı yürütme ve idari organların süzgecinden geçerek şekillenmekte, devlet yetişkinler içinde bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan insanlardan oluşan liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilmektedir. Örneğin bürokrasi, modern zamanlardaki koruyuculuğu temsil eden ciddi bir kurum olarak göze çarpmaktadır. Bürokratlar, halkın ve parlamentonun denetiminden kaçmayı becerebilen bir tür yöneticilik faaliyetini yerine getirmektedirler (Dahl, 1993: 69-70).

1.1.4- Seçkinci Demokrasi

Yukarıda belirtilen bu zaaflar farklı demokrasi modellerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bugünün dünyasında tek tip bir demokrasi modeli görmek imkânsızdır. Her ülke kendi toplumsal ve ekonomik yapısına göre uygun demokrasi modelleri geliştirmiş veya geliştirilen demokrasi modellerinden birini tercih ederek modernleşme yolunda mesafeler kaydetmiştir.

Geliştirilen bu modeller temsili demokratik modelin eleştirisi üzerine inşa edilmiş kuramlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Tekeli, 2001: 126-127). Bunların ilki Friedman tarafından ortaya konan 18. ve 19. yüzyılda toplumda özgürlüğün asıl amaç ve bireyin asıl varlık olduğunu vurgulayan, “bırakınız yapsınlar” ilkesini de ülke içinde devletin ekonomik rolünü azaltıcı, bireyin rolünü geliştirici bir araç olarak destekleyen, ülke dışında da serbest ticarete destek veren, siyasal bağlamda temsili hükümetin ve

(29)

parlamenter kurumların gelişmesinden yana tavır koyan, devletin keyfi gücünün azaltılmasından yana olan ve tamamen bireyin özgürlüğünü referans alan (akt. Yılmaz, 2003: 117) “liberal demokrasi kuramıdır”. İkincisi Shively (1991: 57) tarafından gündeme getirilmiş olan, sanayi devriminin ve onun ortaya çıkardığı güçlü bir işçi sınıfının etkisiyle ortaya çıkan ve liberalizmin kurulu düzenini sarsan, imtiyazlıların hâkim olduğu bir dünyada tüm insanların eşit olduğu anlayışını savunan aynı zamanda da işçilerden de destek görmüş olan “sosyal demokrasi kuramıdır”.

Üçüncüsü Arend Lijphart tarafından ortaya atılmış olan daha çok oy çokluğu ilkesini referans alan, çoğunluğun arzularına göre yönetimin cevap verdiği, çoğunluk tercihlerinin esas kabul edildiği “çoğunlukçu demokrasi modelidir”. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme eserinde yansıyan bu anlayış, çoğunluğun oyunu alanların mutlak yönetme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bir diğeri kararların oluşturulma sürecinin karar alma sürecinden daha önemli olduğu temel görüşünden hareket eden, daha çok oy kullanma hakkına sahip olanların, çevresini genişletme ve oy verenlerin kamusal işler konusunda söz alması, irade beyan etmesi ve karar verme sürecinde katılımını yaygınlaştırma ve yoğunlaştırma amacını güden (Schmidt, 2001: 164) “güçlü (katılımcı) demokrasi kuramıdır”.

Sartori ise “akılcı demokrasi” ve “deneyci demokrasi” modellerini ortaya koymaktadır. Her ikisi de halk egemenliğini kendilerine çıkış yolu olarak almaktadırlar. Deneyci demokrasiler doğal olarak gerçekçi, genellikle geribildirimlerden doğan ve bu anlamda tümevarımlı öğelerden oluşurken, akılcı demokrasiler gerçekliğe karşı eğilimli olup “usavurma zincirinin halkalarını birbirine olabildiğince bağlayarak, çok katı bir öncül ve sonuç ilişkisi içinde tümdengelimli kurulmuşlardır”. Ona göre Fransa bir devrimci patlamadan doğduğu için ve “yalnız halk egemenliğini baskın kötülüklere karşı tam çare saydığı için değil (…) genel soyut ilkere duyduğu saygıdan ötürü” akılcı tipi demokrasiye, Anglo-Amerikan tipi ise yavaş ve genellikle sürekli olan, tecrübeye dayanan bir tarihsel gelişmenin sonucu olduğu için deneyci demokrasiye örnektir ” (Sartori, 1996: 55-58).

Bunlara “düşük yoğunluklu demokrasi kuramı” ve “radikal demokrasi kuramı” da eklenebilir. Düşük yoğunluklu demokrasi kuramı özellikle az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinin siyasi arayışları karşısında daha çok II. Dünya Savaşı sonrası muhalefet akımlarının bastırılması ana fikrinden hareket ederek ABD tasarımı olarak ortaya konmuş olan yeni bir dünya düzeni anlayışı olarak oluşturulmuştur. Model gerek halk

(30)

hareketlerine geniş alanlar tanıyarak radikal taleplerin oluşmasına katkıda bulunması, gerekse yerleşik hâkim çıkarların tehlikeye düşmesinden endişe duyan ordu gibi seçkinci yapıların, Demokles’in kılıcı gibi siyasi aktörlerin üzerinde durmasıyla kırılgan bir yapı arz etmektedir. Diğeri ise klasik liberalizme ve Marksizm’e bir alternatif olarak sunulan, kişisel hakların daha da artmasını sağlayarak mülkiyet haklarını ve devlet iktidarının kullanılmasını demokratik hesap verme yükümlülüğü içerisinde ele alan, bireysel ve toplumsal ilişkileri siyasal ilişkiler olarak gören bir anlayışı temsil eden “radikal demokrasi kuramıdır” (Mouffe, 1994: 192-193).

Mevcut sistemin devamını arzu eden, toplumsal olarak bağımsız kişiliklerden oluşan bir elitin bütün ulusu temsilen konuşmasının daha uygun olduğunu düşünen, kamusal alanda halktan ziyade bürokrasiyi egemen kılan “seçkinci demokrasi kuramı”, bir diğer alternatif olarak kabul edilmekte, daha çok var olan siyasi düzenin değişmesinden endişe duyan, o nedenle de tam anlamıyla demokratikleşme sürecini tamamlayamayan ülkelerin tecrübe etmiş olduğu bir model olarak görülmektedir.

Türkiye gibi demokrasinin tam anlamıyla pekişmediği, gelişmekte olan ülkelerde ise halkın katılımının biçimsel kaldığı, daha çok vesayetçi bir anlayış sergileyen “seçkinci demokrasi modeli” ya da Freedom House’un raporuna göre “seçimsel demokrasi modelleri” görülebilmektedir4. Seçimsel demokrasi modelinin görülmesinin arka

planında birçok neden varsa da başta gelen sebeplerden biri ülkede var olan, orduyu da içine alan, seçkinci yapılanmalardır. Özellikle demokrasi bağlamında konsolide olamamış, Batı dışı bu toplumlarda görülen siyasi yapılarda ordunun aktif varlığı, farklı kesimlerle kurduğu ittifaklar, çoğu zaman karşımıza seçkinci demokrasi tecrübesi olarak çıkmaktadır. İleride söz konusu bu seçkinci yapının hâkimiyeti, vesayet ve ona sebep olan “çıkış güvenceleri” kavramıyla açıklanmaya çalışılacaktır. Bu seçkinci yapı, bazı demokrasilerde sistemin bekasını koruma ve sürdürmek üzere adeta “koruyucu” gibi hareket etmiştir.

Geçmişi John Locke ve David Hume’a kadar giden, öncülüğünü Pareto, Michels, Mosca ve Mills’in yaptığı seçkinci teori 1960’lı yıllarda gelişmiştir. Bu kişiler tüm siyasal sistemlerin sonuç itibariyle, bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını savunmakla demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak kabul edilmektedirler

(31)

(Runciman, 1986: 49-50). Bu yaklaşımın özünü, toplumun iktidar yapısını sayıca az fakat güçlü insanların teşkil ettiği düşüncesi oluşturur. Devlet iktidarı kaçınılmaz olarak bir grup insan tarafından üstlenilecektir. Bu söz konusu durum, ortaya ister istemez yöneten ve yönetilen ayrımını çıkaracaktır. Devlet iktidarını kullananlar kim olacaktır? Kimler arasından kimler tarafından seçilecek? Herkes, devletin olanaklarından eşit oranda faydalanma hakkına sahip midir? Toplumda ayrıcalıklı olanlar var mıdır? Bu sorular kaçınılmaz olarak seçkin kavramını ortaya çıkarmaktadır. İlk defa 17. yüzyılda üstün ve kaliteli malları tanımlamak için kullanılan elit (seçkin) sözcüğü daha sonraları anlam olarak genişlemiş, birinci sınıf askeri birlikler ya da soyluluğun yüksek mertebeleri gibi üst toplumsal kümeleri kapsamaya başlamış, toplumsal ve siyasi alanda yaygın kullanımı ise Avrupa’da 19. yüzyıl sonlarında İngiltere ve ABD’de Pareto ve Mosca’nın yazılarıyla ortaya konmuştur (Bottomore, 1997: 7-8).

Robert Michels tarafından 1911 yılında Avrupa ve özellikle Almanya’daki sosyalist partilerle işçi sendikaları üzerinde yaptığı çözümlemelere dayanarak kaleme alınan ve “Oligarşinin Tunç Yasası” olarak kavramlaştırılan seçkinci anlayış, elit teorilerinin içinde önemli bir yerde durmaktadır. Bu teoriye göre, amacı ve yöntemleri ne olursa olsun, bir sistemdeki birey sayısı belli bir miktarın üzerine çıktığında, bireyler arasında iletişim sorunu yaşanmaya başlayacak, bu sorunun üstesinden gelmek üzere gruplar oluşturulduğunda ise grupların kendi içindeki iletişim mekanizması bürokrasiyi doğuracak bu da sonunda oligarşiyi getirecektir. Gruplar arasında iletişimi sağlayan, karar ve kontrol mekanizmasını işleten zümre, bir süre sonra kendilerini olduklarından daha yetkin, temsil ettiklerinden daha seçkin, feda edilemez görecekler ve elit zümre olarak sisteme hâkim olacaklar demektedir.

Michels’e göre otoritelerin atanmasında başvurulan yol ne olursa olsun değişik kademedeki yöneticiler, iktidarlarını sürdürme eğilimi taşırlar ve kendilerinden sonra gelecek olanları bir çeşit kooptasyonla belirlerler, nitekim resmi seçimler de bu durumda onaylamanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Böylece örgütlerin tümü, hatta yapıları resmen demokratik olanlar bile bünyelerini fiilen oligarşiye dönüştüren ‘tunçtan bir yasa’ ya tabi olacaklardır (Duverger, 1998: 176).

‘Elitlerin birleşimi’ teorisini ortaya koyan Mills, Amerikan toplumunu elit sosyolojisi açısından ele almıştır. Toplumda iktidar ve egemenliğin gerçekte ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda paylaşıldığını ileri sürmekte ve bu üçlü yapının zamanla birbirine bağımlı hale geldiğini belirtmektedir (Mills, 1974: 15). Mills bu üçlü yapı ile

Referanslar

Benzer Belgeler

Yerde meyda- na gelen bir patlama, atefl topunun yere de¤meyece¤i bir flekilde yüksek- te meydana gelen bir di¤erine göre, daha fazla tozu ve topra¤›

Yeni sistemde, mevcut memurların durumu değişmeyecek; mevcut memurlar, çalıştıkları her yıla karşılık yüzde 3 aylık bağlama oranına (ABO) tabi olurken, yasa

Bu uygulamaların Solanum torvum tohumlarının çimlenme oranı (%), ortalama çimlenme süresi (OÇS), çimlenme indeksi, çimlenme hızı G50 (gün), çıkış oranı (%),

Yukarıdaki karmaşık sayı düzleminde tüm kutuplar (x) negatif yarı düzlemde olduğundan

5).. Alayuf!t ve ark.: Fallot Tetralojisi Tamiri Sonrasında Gelişen Sağ Ventrikiil Çıkış Yolu Anevrizması: Pulmoner Homogreft lle Reko11striiksiyon. Şekil

“ Türkiye’de demokrasinin yaşaması için geniş katkıları; Yunus Nadi’den gelen bir ya­ şam felsefesini ve dünya görü­ şünü ilke olarak ortaya koyma­ sı;

ra kardeşini ziyaret için gelen ünlü vatan şairi Namık Kemal’in to­ runu 78 yaşındaki Selma Ekren, Şiş- li’de bir restoran müdürü tarafından dövüldü,

Türk halkı 2001 yılında yaşanan ciddi ekonomik krizin sonucu olarak 2002 yılına da ağır bir yoksulluk ve yüksek iç-dış borç yükü ile girmiştir.. IMF’den sağlanan