• Sonuç bulunamadı

TÜRK MÎLLÎ DİL AKADEMİSİ

Bahri Ulaş

Millet adı verilen genel topluluğun tarifinde, dil müessesesinin tamamlayıcı bir as­ lî unsur olarak hesaba katılması veya nazara alınmaması hususlarında müellifler ara­ sında tam ittifak mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen çeşitli görüşleri Milliyetler Prensibi ve Liberal Görüş olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür.

Milliyetler prensibine göre, milletin teşekkülü, varlığını muhafaza ve devammı sağlamak için gerekli ana unsurlardan ırk ile din birliği meyanında dil de bulunmak­ tadır. Liberal görüşe nazaran millet, ayrı ırktan, muhtelif dinlere salik ve çeşitli dilleri konuşan fertlerin aynı ruh ve duygu beraberliği uğrunda kaynaşmalardan müteşekkildir.

Fikrimizce, aynı ruh ve duygu beraberliğini uyandıran, geliştiren ve ölmezliğe gö­ türen âmillerin en önemlisi dildir. Şu halde, Türk millî ruh ve duygu beraberliğinin uyan­ masında, muhafazasında ve gelecek nesillere intikalinde vahdet tesis edip hâkimiyet sağlayan türkçedir. Bugün, Türk Milleti denildiği zaman, kahir ekseriyeti türkçe konu­ şanların teşkil ettiği Türk topluluğu anlaşılmaktadır. Bilhassa, Millî Türk Edebiyatı tâ­ birinin şümulünde yatan mâna, Türk dili ile meydana getirilmiş nesir, nazım ve diğer tarzlardaki millî âsarm, millî mahsulâtın bütününün ifadesidir. Bu millî servetin tahri­ fata uğratılmaksızın nesilden nesile intikalini temin hakikî Türk münevverinin en başta gelen millî vazifesidir; millî fikir ve san’at mahsulâtımızın devamlı bekçiliğinde ısrar ve titizlik göstermemiz bekamız için elzemdir.

Yıllardır, bazı ilerici öncüler (!) tarafından dilimizin soysuzlaştınlması yolunda gösterilen gayretler malûmdur. Yeni dil, yeni şiir, yeni edebiyat... teraneleri ile “ Al eli­ ne kalemi, yaz ağzına geleni” kaidesini tutturan kasıtlıların gayesi, yirmi yaşındakilerle kırk yaşındaki Cumhuriyet neslinin irtibatını kesmektir.

Kelimeye tilcik, şiire yır, edebiyata gökçe-yazm... gibi uydurma karşılıklar takıp bilmece çözmeğe tahammül ve zamanımız kalmamıştır. Türk dilinin tabiî akışının ger­ çek yönünü tâyin edecek olan Türk Millî Dil Akademisinin bir an önce kurulmasına şid­ detle ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü, Atatürk’ün bu gaye ve hüviyetle kurduğu ve bu­ gün aslî gaye ve hüviyetinden uzaklaştırılmış olan Türk Dil Kurumu yıllardır işin için­ den çıkamadığı gibi canım türkçeyi de çıkmazlara sokup çirkinleştirmiş, anlaşılmaz bir hale getirmiştir; başarısızlığının baş sebebi de, işin başına gelenlerin dil alanında ehli­ yet sahibi bulunmamalarıdır.

Sağlam temellere bina olunup tarafsız dil otoritelerinden kurulacak Türk Millî Dil Akademisi, soylu dilimizi demirbaş bayraktarların yarattıkları keşmekeşlikten kurtarıp vuzuh ve asalet kazandıracaktır.

İLİM VE MEYVASI

Ulunay

Meşhur bir hikâye vardır: Harun-ür-reşit ihtiyar bir adamın bir hurma ağacı dik­ tiğini görmüş.

— Sen, demiş, yaşlı bir adamsın. Diktiğin ağacın meyvesini yemeğe ömrün yeti­ şecek m i?

İhtiyar :

— Bizler, bizden evvelkilerin diktikleri ağaçların meyvesini yiyoruz. Bizden sonra­ kiler de bizim diktiklerimizin meyvesini yerler.

Halife cevabı beğenmiş, Veziri Cafere emretmiş: — Şu ihtiyara bin altın ver-

ihtiyar, paralan almış.

— Gördünüz mü efendim? Diktiğim ağaç hemen meyvesini verdi. — Cafer! İhtiyara bin altın daha ver-

İhtiyar :

— Efendim her ağaç senede bir defa meyve verir, benimki iki defa verdi- Harun bin altın daha verdikten sonra Vezirine:

— Yürü gidelim, demiş, herif hâzineyi boşaltacak!

Bir ağaç daha vardır ki meyvesi mevsime tâbi değildir. Çürümez, dökülmez, lezze­ tinden hiçbir şey kaybetmez. Yenildikçe çoğalır, gelişir. Ordular yese bitmez-

Bu ilim ağacıdır. Meyvesi de ilimdir.

Ne yazık ki bizim memleketimizde son zamanların san’atmı bilmeyen bahçivanları elinde bu ilim ağaçları günden güne kuruyor, meyveleri kurtlandı. Kurumağa yüz tutan ağaçların dibinde cehalet karıncası üşüşmüş meyveleri görenlerin içi yanıyor, çünkü bi­ liyorlar ki bir memleketin istikbali için en büyük felâket ilim yoksulluğudur ve bu yok­ sulluk nice devletleri inkiraza sürüklemiştir.

Böyle düşünürken telefon çaldı. Bir zat benimle görüşmek istiyor. Fakirhaneye gel­ mesini rica ettim, saatini kararlaştırdık, evvelki gün tâyin edilen saatte geldi.

Boylu boslu, ciddî tavırlı bir genç. Müsafaha ettik, yer gösterdim. Koltuğunun al­ tındaki çantayı masanın üzerine koydu:

— Ben, dedi, Amerika’da Mişigan Üniversitesinden Leksikolog olarak mezun ol­ dum. ismim Pars Tuğlacı’ dır.

— Leksikoloji-.• Yâni lügat ilmi.

— Evet... Mezun olduğum 1955 senesinden beri bu vâdide çalışıyorum.

Çantasını açtı. Dört kitap çıkardı. Bunlardan biri 600 küsur sahifelik fransızca, İn­ gilizce, türkçe İktisadî ve hukukî terimler lügatidir, İkincisi İngilizce, lâtince, türkçe (tıb lügati) dır, üçüncüsü İngilizce, türkçe, dördüncüsü de İngilizce, türkçe tâbirler lügatidir.

Kitapları karıştırdım. Lisan sadedir, uydurma kelime yoktur.

— Benim öztürkçe adı ile tahrip edilen güzel türkçemiz hakkındaki değişmez ka­ naatimi biliyorsunuz- Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?

Güldü.

— Dünyada hiç bir lisan yoktur ki başka bir dilden yardım görmesin. Lisan bah­ sinde bu gibi düşünceler dili fakirleştirir.

Onda bu düşünce birliğini görünce içim açıldı- Genç lisan âliminin bir gazeteye ver­ diği mülâkatı okudum:

"Dünyanın hiç bir ülkesinde diline karşı saygısız bir millet yoktur. Turist olarak gittiğiniz ülkelerde yanlış bir kelime kullanmağa veya kelimeyi yanlış telâffuz etmeğe kalkıştığınız anda bakkal, kasap, manav dahi müdahale edip onu düzeltmek ister.”

— Siz, dedim, İngilizce, fransızca, lâtince ve türkçe lügat yazıyorsunuz. Hiç türkçe bir lügat düşündünüz mü?

— Elbette düşündüm. Benim bu hususta misal olarak ele aldığım şahsiyet merhum Şemseddin Sami’dir.

Muhatabımın bu sözüne şaştım. Güzel türkçemizde yapılan tahribat “canbaz” gibi bir de “ dilbaz” lann meydana çıkmasına sebep olmuştu. Bu dilbazlar Şemseddin Sa­ mi yi Arnavut diye beğenmezler, bunlar bir milletin varlığının temeli olan lisanı bir

demagoji mevzuu yaparak keselerim doldurdular. Geçenlerde biri bana bu uydurmas­ yonca lisandan nümuneler verdi:

Tavuksal fırlangaçlı kısdırgaç = Yumurtalı sandviç. Ulusal otlak = Lokanta. Bunlar birşey değil de asıl hüznüme dokunan Dil Kurumu denilen geçim otlağının Atatürk’ün büyük nutkunu ne hale getirmiş olmasıdır. Atatürk, Türk gençliğine şöyle hitab ediyor:

“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asıl kanda mevcuttur.” Dil Kurumu bu güzel cümleyi şöyle yapmış:

“Bunun için gereken güç damarlarındaki soycuk kanda vardır.”

Türk dilinin en seçkin kelimeleri ile en güzel ifadesinin ölmez bir misali olan “nu­ tuk” bu suretle anlaşılmaz bir hale getirilmiştir.

Bizde tam mânasiyle türkçe lügat kitabını bir İngiliz müsteşriki olan Redhouse yaz­ mıştır. O beni bütün bizim lûgatçılarımızdan müstağni kılmıştır. Hele Naci lügati, lû- gattan başka her şeye benzer.

Bu genç âlimin eski bir GalatasaraylI olan babası ile galiba mektep arkadaşıyız- Benden dört yaş büyük olan bu zat Harun’ un fıkrasında olduğu gibi öyle bir ilim fidanı dikmiş ki memleket meyvesini yemeğe doyamıyacaktır.

(Milliyet, 2.6.1966)

Benzer Belgeler