• Sonuç bulunamadı

İhtisasları dil dışında olanlar :

(Tarih, Felsefe, Etnoloji, Hukuk, Tıp, Matematik v.b.) 6. Üniversite dışındaki dilci, edip-sanatçı ve fikir adamları. Bugünkü anlayışa göre dil, millî bir konu olmakla beraber aynı za­ manda İlmî bir mesele de olduğuna göre, üniversitelerimizde “Türk Di- li”ne hususî kürsüler tahsis edilmiş ve her öğretim üyesinin çalışma sa­ hası kanun ve tüzüklerle açık olarak sınırlandırılmıştır. Üniversitelerde, dil kürsüsüne mensup bir profesör veya doçent edebiyat kürsüsünde ders veremediği gibi, bir edebiyat hocası da dil kürsüsünün işlerine karışamaz. Bu yüzdendir ki, dil işlerimizin “İlmî bir yola sokulmasından bahsedilir­ ken, bu işin İlmî idaresinin en başta Türk Dili Kürsüsü öğretim üyeleri­ nin eline teslim edilmesi gerektiği anlaşılmalıdır. Kurumun Yönetim Ku-

ralunda birçok değerli profesör ve doçentlerin bulunduğu şüphesizdir, fa­ kat Türk Dili profesör ve doçenti olarak kaç kişi vardır, mühim olan bu. Çünkü, Türk Dilinin işlenmesinde, en başta söz sahibi olacak kimseler bunlardır, yukarda sıraladığımız diğer bilim dallarına mensup kimseler de hiç şüphesiz dil işimizde kendi sahaları ile ügüi olarak yardımcı ola­ caklardır, fakat işin başına Türk Dili uzmanlan getirilmedikçe bu iş tam olarak düzelemez. Köprüleri mühendisler yapar, hastayı doktor tedavi eder, hayvanlara baytar bakar; bizde ise, Türk Dilinin herşeyden evvel Türk Dili uzmanlan tarafından tedavi edümesi gerektiği hususunda he­ nüz bir karara varılamamıştır. “Batılıyız, ilericiyiz, medeniyet yolunda­ yız, ilim yolundayız” diyoruz da, ilmin bu icabtnı yerine getirip getirme­ mek hususunda, hâlâ orta zaman zihniyetiyle tereddüt göstererek kendi kültür kalkınmamızı baltalamakla meşgulüz. Batılı olmanın, medeniyet yolunda yürümenin en başta gelen şartlarından biri de, hiç şüphesiz ilme ve ihtisasa saygı göstererek onun icaplarını yerine getirmektir. Dil inkılâ­ bı bu icabın dışında bırakılamaz, bırakılırsa, bunun neticesi kendi kendi­ mizi baltalamak olur. Atatürk şöyle diyor: “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir.”

APOLİTİK

Falih Rıfkı Atay

Bir başka fırsatta anlatmıştım: Türkiye’de İngiltere Büyükelçiliği eden Sir George Clarck Birinci Dünya Savaşında İngiliz Dış Bakanı Edvard Gray’in özel Kalem Müdürü imiş. Bakan bir gün :

— Londra’dan çıkıp bir yere gidelim. Hiç harbten söz etmiyelim. Briç oynıyarak vakit geçiririz, demiş.

İki oyuncu daha bulup şehir çevresinde bir yere gitmişler. Oyunda iken, Almanlar tam o gün ilk defa Londra’yı bombardıman etmesinler mi ? Büyükelçi derdi ki :

— Sözünü tutarak harbten hiç söz etmedik ama, Bakan iki defa renonce yaptı. Renonce oyunda dalgınlıktan kâğıt alıp verme yanlışlığı yapma demek. Söz söz ama kafalar harbte idi. Sizin de aklınız yarında ise de biz gazeteciler aklınızdan çıkmı- yanın dışında konular aramakla görevliyiz.

Meselâ benim sevimli dostum Ataç neden “ kelime” yi yabana bulup ona "tild k ” di­ ye bir karşılık uydurmuştur da köy’e köy, mal’a mal, adam’a adam, pencere’ye pencere, hava’ya hava, duvar’a duvar demiştir ? Şemseddin Sami Osmanlıca için :

— Farsça, arabca ve türkçeden yapılma bir dildir ki Aceme söylesen anlamaz, Araba söylesen anlamaz, Türke söylesen anlamaz, demişti.

Biz türkçüler dilde ırkçı değildik. Türkçeleşen sözleri, Türkleşen yabancılar gibi, Türk sayardık. Anlaşılmıyan bir dilden ikinci bir anlaşılmıyan dile geçmeyi düşünmez­ dik. Türkçeyi Arab ve Fars gramer köleliğinden kurtarmak, türkçe ekleri yeniden di­ riltmek, Türk ek ve kökleri ile ilim terimleri yapmak: Ülkümüz bu idi. Kavuştuk. Türkçe durmadan değişecek. Gelişecek. Ağaç yaprakları gibi kelimeler düşecek, yenileri yeşe­

recek. Ama bugünkü türkçeyi bugünkü Türkler lûgata bakmadan, yarınki Türkler ya­ rınki türkçeyi yanındakine sormadan anlıyacaklar. İlim terimleri bunım dışında: Ben müselles diye okudum, oğlum üçgen diye. Benim hendese kitabımı o, onun hendese ki­ tabım ben lûgata bakmadan anlıyamayız. Bu da pek gerici bir güçlük. Fakat romanı ve tiyatroyu anlamamak! Yeni kuşaktan bir kızla sevişip ona aşkınızı bildirmek için lûgata bakmak!

Bu da rahmetli Süleyman Nazif’in Osmanlı belâgatciliği gibi yeni bir “inşa” hasta­ lığı. “ Na huda-yı hudâ Na-şmas” yollu acayiplikler yapmak!

Edebiyatta konuştuğunuz kelimelerle yazınız, yazdığınız kelimelerle konuşunuz. Farsça Rîçale’yi reçel yapmışız. Tatlı tatlı da yiyoruz. Aşk, sevgi, muhabbet nedir, o da sevgi. Ya dost ve dostluk?

Arabistan’dan gelene sormuşlar : — Koyunun arabcası nedir? — Ganem!

— Ya kuzunun?

Adamcağızın arabcası üç beş sözlük. Cevap da vermese olmaz: — Efendim, Arablar bir yıl bekleyip ona da ganem derler, demiş.

Bizim flört sözüne bile ihtiyacımız var. Türk işinde ırkçılık, türkçe işinde özleştir­ mecilik yok.

Hepimiz durmadan yazımızı daha anlaşırlığa doğru geliştiriyoruz. Eserlerimizi ye­ niden bastırdığımızda bir hayli kelime değiştiriyoruz. Fakat ilk şart “ anlaşılmak!”

Eskiden dil komisyonunda türkçeleştirme ve özleştirme üzerine çok tartıştıktı. Ben uydurmacılığa ve zorlamaya karşı idim. Bugün de öyleyim. Terbiye eve girmiştir. Eği­ tim pek iyi bir çevirme. Ama terbiyesiz yerine eğitimsiz diyebilir miyiz? Kalb yürek de­ mektir. Kalbsiz yüreksiz mi demektir?

Şurası var ki Türkiye gibi türkçe de bağımsızlığına kavuştu. Sağa sola doğru aşı­ rılıklar bu gerçeği değiştirmez.

Rahmetli Besim Atalay önceleri pek özleştirmeci idi. Benim başkanlık ettiğim lü­ gat komisyonunda bir gün :

— Beş yüz türkçe söz mü vardır? Beş yüz sözümüz var, başkasını kullanan idam­ dır, derim, diye haykırmıştı.

Demek ki öfkesinden “ idam” sözünü kullandığı için önce onu ademe yollamak ge­ rekecekti.

Arabcada kafa, ense demektir. Türkçede ense ense, kafa da kafa! Osmanlı cellâdı insanın kafasını ensesinden keser.

1950 rejiminin türkçe Anayasayı eski Teşkilât-ı Esasiyye Kanununa çevirmesine ve çevirenlerin başında sözde Türkçü bir profesör bulunuşuna ne kadar şaştımdı. Kara- manoğlu Mehmet Bey 1277 de :

— Bugünden sonra divanda, dergâhta, barigâhta, mecliste, meydanda türkçeden başka dil kullanılmıyacaktır, emrini vermişti.

Atatürk osmanlıcayı yazı dili olmaktan çıkaran, ilim ve edebiyat dili kılan büyük devrime liderlik etmekle dilimiz tarihinin ikinci büyüğü olmuştur.

Karagöz halk, Hacivat inşacı idi: Yüzyıllarca halk divan ve medrese Osmanlıcası ile alay etmiştir. Kendi şiirlerini kendi dilinde yazmış, kendi masallarını kendi dilinde söylemiştir.

Bugünün Hacivat'ı da uydurma ve özleştirme inşacı ve belâgatcısı. Bunlara da bir karagöz gerek!

ERMENİCEDEN GELEN KELİME : "ÖRNEĞİN”

Hikmet Bil

Bundan en aşağı yirmi küsur yıl önce yazdıklarıma zaman zaman baktıkça, bugün yaşıtlanma oranla pek çok yeni kelimeye cümlelerim arasında yer verdiğimi görüp se­ vindiğim olur.

Annmış bir türkçe, herkesçe benimsenmiş ve oturmuş kelimeler için, bu sebeple hiçbir diyeceğim elbette ki yoktur. Ancak güzel türkçemizi, konuşurken sanki hamamda takunye ile yürürmüş gibi kakafonik hale getiren öylesine uydurma kelimeler de var ki, bir öz türkçecinin bile bunun karşısında çileden çıkmaması imkânsızdır.

Bu acaip ve anlamsız uydurma kelimelerden biri de, son zamanlarda bazı aşırıların İsrarla üzerinde durdukları "örneğin" saçmasıdır. Sanki “meselâ"nın suyu çıkmış gibi, "örneğin” uydurması niye?

“ Örneğin” bize kalırsa, ne yapılırsa yapılsın, ne kadar İsrar edilirse edilsin, hattâ birçoklarının iddia ettikleri gibi, güzel türkçemizi Türkler arasında anlaşılmaz bir dil yapmak ve bunda kendi çıkarlarını aramak sevdasında olan aşırı solcuların TRT nıik rofonlarında bile sık sık tekrarlamalarına rağmen gene tutmıyack ve milletçe benimsen- miyecektir.

Bunun iki gerekçesi vrdır: Birincisi aslen arapça olan meselâ kelimesinin, bugün Araplar tarafından bile anlaşılmaz bir şekilde türkçeleştirilmiş oluşudur. Araplar binaen, tesadüfen, istinaden gibi meselâ yerine de mesel sözünden üretilmiş olan "meselen ’ derler. Meselâ kelimesi, belki yanlış olarak dilimize girmiş fakat bize uygun bir anlam­ da yerleşmiş ve türkçeleşmiştir. Hattâ ona, araplıkla artık alâkası bile kalmamıştır da denebilir.

İkinci gerekçe, en önemli olanıdır: Çünkü dilcilerin ileri sürdüklerine göre, “ örnek” kelimesi, ermenice bir şeye benzemek anlamma kullanılan “ORNAK” aslından alınmış ve nasılsa türkçede kendine yer bulmuş, türkçenin âhenk kuralına uyarak da daha in­ ce bir şekilde kullanıla kullanıla "örnek” olmuştur. Aslı ermenice olan bu örnek kelime­ sinden, yüzde yüz türkçeleşmiş meselâ yerine, “ örneğin” diye bir uydurmayı, söylemesi güç, kullanılması anlamsız bir saçmayı, güzelim Türk diline öz türkçe adı altmda sokma­ nın ne âlemi vardır?

Yoksa en ulu dillerden biri olan gerçek türkçenin kaynağı bitti de artık ermeniceye mi muhtaç kaldık?

Türkçeyi gerçekten sevenler, örneğin uydurması bir yana, bize kalırsa, önce örnek kelimesini dilimizden çıkarmanın yolunu bulmalıdırlar. Zaten gerçekten arınmış türkçe ile yazanlar örnek yerine çoktandır “benzer” , “ benzeri" gibi kelimeler kullanmıyorlar m ı? Amma örneğin kelimesinde İsrar edenler, bize kalırsa galiba Türkten çok türkçeye düşmana benzeyenlerdir.

(Yeni Gazete, 15.6.1966)

Benzer Belgeler