• Sonuç bulunamadı

Türk Bankacılık Sektöründe Yaşanan Krizler ve Büyümeye Etkisi

Tarihi süreç incelendiğinde bankacılık krizlerinin genelde banka bilânçolarının kötüleşmesinden ve bilânço aktif yapılarının bozulmasından kaynaklandığı görülmektedir. Açık bir şekilde ifade etmek gerekirse geri dönüş yapmayan kredilerin çoğalması, menkul değerler piyasasındaki dalgalanmalar, reel sektörün daralması gibi nedenlerle bankaların aktif yapılarının bozulması bankacılık krizlerinin başlıca nedenleridir (Eren ve Süslü, 2001:664). Bankacılık krizlerinin başka bir tanımı da, bir veya birden fazla bankaya duyulan güvenin sarsılması, halkın aniden ve yaygın bir şekilde mevduatlarını çekmek için bankalara hücum etmesi olarak tanımlanmaktadır (Parasız, 1999: 53).

110

Türkiye’de ilk bankacılık krizi örneği, liberalizasyon sürecine girişle birlikte görülmektedir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de finansal liberalizasyon sonrasında bazı krizler yaşanmıştır. Bu krizlerin ortaya çıkmasındaki temel neden, makroekonomik istikrar sağlanmadan, yeterli yasal ve kurumsal altyapı ve düzenlemeler gerçekleştirilmeden finansal liberalizasyon uygulamasına başlanmasıdır. 24 Ocak Kararıyla birlikte başlayan bu süreçte, kredi ve mevduat faiz oranlarının serbest bırakılması, “Bankerler Krizi” olarak bilinen finansal sektör krizinin 1982 yılında yaşanmasına yol açmıştır (Erdoğan, 2002: 124-125).

1970’lerin sonuna doğru yaşanan ödemeler dengesi problemleri sebebiyle ortaya çıkan ekonomik durgunluk, sanayinin döviz ihtiyacını da karşılayabilecek yeni bir sanayileşme stratejisinin uygulanması zorunluluğunu ortaya koymuştur. Ekonominin ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için gerekli olan finansal piyasalarda liberalizasyon ve derinleşmenin oluşturulmasına yönelik olarak, 1980 yılından sonra çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmıştır (Erdoğan, 2002: 125).

1980 öncesi dönemde dışa kapalı, ithal ikamesine dayanan, sabit kur rejiminin izlendiği bir yapı mevcut iken, 24 Ocak 1980’de alınan kararlar ile finansal liberalizasyonu ve ihracata yönelik sanayileşme stratejisini başlatılmış, döviz kuru ve faiz politikalarında reform denilebilecek düzeyde değişiklikler yapılmıştır (Akyüz, 2003: 5).

Bu dönemde faizlerin serbest bırakılmasıyla birlikte bankerlik kuruluşları yasal düzenlemelerden uzak bir şekilde sayıca çok artış göstermiştir. Bankerler hem sermaye piyasası alanında, hem de banka dışı para piyasasında baş döndürücü bir hızla gelişmeye başlamışlardır (Akpınar, 2009: 1).

Serbest faiz ortamında çalışmak için yeni riskler oluşturulmuştur. 1 Temmuz 1980 tarihinde kredi ve mevduat faiz oranlarının serbest bırakılması (Temmuz Bankacılığı) tüketim harcamalarının azalmasına, tasarrufların banka ve bankerlere akmasına yol açmıştır. Bu durum en ufağından en büyüğüne kadar bütün sınai ve ticaret işletmelerini, ürettikleri ya da aracılık ettikleri malları satamaz duruma getirmiştir. Birçok firma, bankalara özkaynaklarının çok üstünde borçlanmış, bankalardaki kredi limitlerinin büyük kısmı aşılmıştır. Sistemde ağırlığı olan holding bankaları ise daha çok grup şirketlerini finanse etmeye çalışmış, diğer firmalara kredi vermeye yanaşmamışlardır. Bu durumda bankalardan kredi alamayacak hale gelen zor

111

durumdaki firmalar son çare olarak bankalara göre daha yüksek faiz öneren banker kuruluşlarının fonlarına yönelim göstermişlerdir (Boratav, 2002: 4).

Daha çok para toplayabilmek maksadıyla büyük bankerler, kendileriyle işbirliği yapan holding bankaları ve büyük kredi talebi olan anonim şirket gruplarıyla çalışıp tasarruf sahiplerine %60 civarında faiz ödüyorlardı. Küçük bankerlerin faizleriyse %140’lara kadar varmaktaydı. Bankalar ve bankerler arasındaki bu faiz farklılığı tasarruf sahiplerinin paralarını bankacılık sisteminden çekmesine ve bankerlere yönelmesine neden olmuştu (Akpınar, 2009: 1).

Bankerlik sisteminin zayıf tarafı, sürekli para girişi gerektirmesiydi. İlk para yatıranın faizinin, ikinci para yatıranın parasıyla ödenmesi gerekiyordu. İflas edeceği baştan belli olan bu sisteme yönelik devlet yeterli düzenleme ve denetleme yapamamıştı. Nitekim sistem çok geçmeden tıkandı. Bankerlere ödenmeyen faizler ve anaparalar, bankerlerin de tasarruf sahiplerine faiz ödemelerini aksatmasına sebebiyet verdi (Akpınar, 2009: 1).

1981 yılının Eylül ayından itibaren, bankerlerin mevduat sertifikası satmaları yasaklandı. 4 ay içerisinde 250 banker battı, yaklaşık 200 bin tasarruf sahibi mağdur oldu. Paralarını bankerlere kaptıran halk isyan etti, bazı bankerler öldürüldü, bazıları tutuklandı, bazıları da yurt dışına kaçtı (Akpınar, 2009: 1).

Bankerlerin iflası, kaçısı ve tasfiyeleri ile neticelenen bu deneyim, finansal alandaki yasal düzenlemelerin yeterli düzeyde olmadığı ve yapısal önlemler alınmasının şart olduğu kanaati her kesimde yerleştirmiştir. 1983 yılının Ağustos ayında çıkarılan “Bankerzedeler Yasası” ile devlet hiçbir haklı gerekçe olmaksızın bankerzedelere 1 yıl içerisinde 200’er bin lira ödenmesini kararlaştırmış, bu yolla halkın maduriyetini bir miktar azaltması amaçlanmıştır (Demir vd. 2008: 8).

1982 yılındaki krizin bankacılık sektörü açısından başlıca sonucu, mevduatın dağılımının bankalar arasında değişmesi olmuştur. Yaşanan kriz döneminde mevduat özel bankalardan kamu bankalarına doğru kaymış ve bu durum etkisini uzun bir dönem sürdürmüştür. Bu dönemde özellikle bankerlerde başlayan krizin ardından yaşanan mevduat çekilişleri sırasında, Merkez Bankası “son kredi mercii” görevini başarılı bir şekilde yerine getirmiş ve sistemin tıkanmasını ya da bir sorunun hissedilmesini önlemiştir. Sonuç olarak kriz, sistemik bir kriz yaratmamıştır (Akpınar, 2009: 1).

112

1989 yılında döviz işlemleri ve sermaye hareketleri serbest bırakılması suretiyle tam liberalizasyon sağlanmıştır. Döviz işlemlerinde ve sermaye hareketlerinde yapılan liberalizasyon neticesinde yurtdışından borçlanma ile sağlanan fonlar, bankalar için mevduat yanında önemi artan bir kaynak haline gelmiştir (Akpınar, 2009: 1).

Hükümetin 1993 yılında faiz oranlarını düşürmesiyle birlikte fonlar döviz ve borsaya yönelmiş bunun neticesinde, döviz kurları yükselmiştir. Merkez bankasının müdahalede başarılı olamaması, belirsizlik ve dalgalanmaları beraberinde getirmiş, 1993 yılında borçlanmanın sınırına ulaşılmış ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa toplam vergi gelirleri, iç borç taksit ve faiz ödemelerini karşılayamamıştır. 1993 yılının sonlarından başlayarak biraz da yerel seçimlerin etkisiyle Merkez Bankası’nın iç varlıkları hızla artarken dış varlıkları azalmıştır. Gerçekleşen bu kriz sinyallerine rağmen, Ocak 1994’de TL’nin değerinin yeterince düşürülmemesi ya da faiz oranlarının yeteri kadar yükseltilmemesi, ekonomiyi 5 Nisan’da krize sürüklemiştir (Yülek, 1997: 12).

Türk iktisat tarihinin en önemli krizlerinden biri olan 1994 krizi, Türk ekonomisini derinden etkilemiştir. 1994 yılında borç stokunda kamu açıklarından kaynaklanan artış ve yükselen faizler güven ortamının kaybolmasına neden olmuştur. 5 Nisan 1994 kararları ile başlangıçta devalüasyon sonucunda döviz kuru kontrolü sağlanmış, cari ve bütçe açıkları azaltılmış ve enflasyon hızı yavaşlamıştır. Bununla birlikte hedeflenen finansal reformlar gercekleştirilemediğinden, finans sektöründeki sorunlar artmıştır (Fırat, 2008: 15).

Kısa vadeli hedeflere ulaşmada başarılı olan 5 Nisan kararları, ekonomide yapısal dönüşümü gerçekleştirmede yetersiz kalmıştır. Kararlı adımlar atılmadığından, uzun vadeli hedeflerin gerçekleştirilmesi sağlanamamıştır. Makroekonomik istikrarın yakalanamaması sonucunda, 1997 yılında yeni bir kriz daha yaşanmıştır (Yılmaz, 2005: 61).

Bu yıllarda devlet iç borçlanmaya ağırlık verdiği için finansal sistem kaynak arayışını mevduattan bono gelirine yöneltmiştir. 1996 yılı sonuna kadar bu şekilde reel getiriler elde edilmiştir. 1997 yılında devlet bono ihalelerinin vadesini uzatmış ve getirisini de enflasyona endekslemiştir. Bu durum piyasa ve devlet açısından farklı sonuçlar doğurmuştur (Yılmaz, 2005: 61).

113

Piyasa açısından arz talep dengesi bozulmak zorunda kalmış, kısa vadeli yüksek getiriler ile kredi taleplerini karşılayan bankaların nakit akışı bozulmaya başlamıştır. Devlet ise yükümlülüklerini bono ihaleleri ile yapmayınca, hazineyi devreye sokmuştur. Hatta Ziraat Bankasının bu maksatla kullanılması (Somcağ, 2007: 52) bankanın likit açığı yasanmasına neden olmuş ve yükümlülüklerini yerine getiremeyen banka, sistemin tıkanmasına neden olmuştur. Merkez Bankasının devreye girmesiyle bankalar arası piyasa işlemleri ancak gerçekleşebilmiştir.

Yüksek reel faiz sunan Türkiye’ye, 1996-1998 yılları arasında yıllık ortalama 6 milyar dolar net sermaye girişi olmuştur (Somcağ, 2007: 53). Böylelikle cari açık kapatılmış ve ekonomiye de ek kaynak aktarılmıştır. İlaveten reel kur hedeflemesi yapıldığı için sanayide ihracat problemi de yaşanmamıştır. İstihdam artışı getirmesede ihracata dayalı bir büyüme gerçekleşmiştir. Bu dönemde büyüme hızları sırasıyla, %7,9, %7,4 ve %8 olmuştur.

1995–1999 yılları arasında 1994 krizine yol açan ekonomik veya siyasi faktörlerde herhangi bir iyileşme yaşanmamış, dengesizlikler yapay tedbirlerle bastırılmaya çalışılarak doğabilecek krizler geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu süreç içerisinde yaşanan Asya, Rusya ve Brezilya krizleri ile 1999 Ağustos ayında yaşanan Marmara depreminin getirdiği ekonomik daralma, 1999 yılı sonunda Enflasyonu Düşürme Programı’nın yürürlüğe konulmasına neden olmuştur. Uygulanan program, dengesizlikleri sürdürülemeyecek kadar artmış ekonomi ile uluslararası rekabet gücü azalmış reel sektör yapısını düzeltmeyi hedeflemiştir. Ancak üç yıllık bir dönemi kapsayan bu dezenflasyon programı henüz başlangıç aşamasındaki hatalar ve uygulama sürecindeki aksaklıklar nedeniyle kendisinden bekleneni gerçekleştirememiştir (Çayırlı, 2012: 1).

2000 yıllarına gelindiğinde Türkiye, ödemeler dengesi problemi bulunmayan, bununla birlikte kronik enflasyonu yaşayan, kamu iç borcu sorunu ağırlaşmış ve kırılgan bir bankacılık yapısına sahip bir görünüm çizmektedir. Bu şartlarla birlikte, IMF ile döviz kurunu nominal çapa olarak kullanan para ve kur politikasını destekleyen sıkı maliye politikasından oluşan üç yıl süreli bir istikrar programı uygulamaya konulmuştur (Mangır, 2006: 459-472).

Krize yönelik Merkez Bankası tarafından yapılan müdahaleler kapsamında, kamu bankaları ve TSMF’ye devreden bankalar için likidite desteği sağlanmış, devlet

114

borçlarının çevrilmeme riskini daraltarak, faiz oranlarının düşmesini kolaylaştırmak ve bankaların açık pozisyonlarını kapatmalarına yardım etmek maksadıyla iç borç takası yapılmış, bütçeyi finanse etmek için IMF kredisi kullanılmıştır (Serdengeçti, 2002: 36). 1989’dan bu tarafa yürütülen sıcak para-iç borç politikası sonucunda fazla Hazine bonosu stoku ve açık döviz pozisyonu yaşayan bankacılık sistemi, bu krediyle biraz olsun rahatlamıştır.

Enflasyonu Düşürme Programı’nın uygulanmaya başlamasıyla birlikte faiz oranları hızla düşmeye başlamış, enflasyon son 14 yıldan bu yana ilk defa %30'un altına düşmüş, üretim ve iç talep canlanmaya başlamıştır. Fakat TL’nin beklentilerin üzerinde reel değer kazanması, iç talepte görülen hızlı canlanma, ham petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının fiyatlarının artması ve Euro/Dolar paritesindeki gelişmeler neticesinde, 2000 yılı itibari ile cari işlemler açığı beklentilerin üzerinde artmıştır (Atamtürk, 2007: 85).

Bununla beraber yapısal reformlarda yaşanan yavaşlama, kamu bankalarına ilişkin düzenlemelerde gerçekleşen problemler, siyasi belirsizlikler ve küresel sermayenin gelişen piyasalara karşı daha kaygılı yaklaşması, Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin 2000 yılının son döneminde azalmasına yol açmıştır. Yaşanan bu gelişmeler neticesinde 2000 yılı Kasım ayında kriz yaşanmıştır. Gerçekleşen krizin ardından, finansal piyasalardaki riskler ve ekonominin krize karşı duyarlılığındaki artış, 2001 Şubat’ında yeni bir krizin ortaya çıkmasına ortam hazırlamıştır (Yiğitoğlu, 2005: 7).

Bankalar açık pozisyonlarını kapatma temayülü içerisinde olduklarından, dövize olan talep artmış ve piyasadaki TL likiditesi kâfi derecede olmadığından bankalar arasındaki faizler yükselmeye başlamıştır. Yerli bankalar açık pozisyon kapatma kaygısı içinde, yabancılar da yıl sonu hesaplarını kapatma kaygısı içinde olunca döviz talebi artmış, bu gelişme de doğal olarak faizleri bir miktar yukarlara çekmiştir. Yaşanan kısa vadeli sermaye çıkışı neticesinde cari işlemler açığı artmış ve bankacılık sektöründeki bozulma Türkiye’yi çıkmaza sokmuştur (Fırat, 2008: 45).

Meydana gelen bu gelişmeler neticesinde pek çok küçük ve orta ölçekli banka Mevduat ve Sigorta Fonu'na devredilmiş, ekonomide ve bankacılık sektöründe yapısal düzenlemelere gidilmiştir. Özel bankaların mali yapılarının güçlendirilmesi için “Yeniden Yapılandırma Programı” adı altında çok özel bir denetime tabi tutulmuştur.

115

Kamu bankalarının ise bilanço yapıları güçlendirilmiş ve bu bankaların faaliyet verimliliğinin artırılmasına özel bir ehemmiyet verilmiştir. BDDK kurularak, bankacılık sektörüne belirli düzenlemeler ve sınırlamalar getirilmiş, yapısal reform yapılmıştır (Öztürk, 2005: 1).

2000 yılı içinde uygulanan “Döviz Kuru Çapasına Dayalı Enflasyonu Düşürme” programının arka arkaya yaşanan iki krizle birlikte çökmesinin ardından, ilk önce “Yeni Ulusal Program” daha sonra da “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP)” 15 Mayıs 2001 tarihinde kamuoyuna duyurulmuştur. 2001 yılında uygulanan istikrar programının temel hedefleri, sürdürülemez boyutlara varan kamu kesimi iç borç dinamiğinin ortadan kaldırılması, ekonominin dış desteğe muhtaç olmadan güçlü ve sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve bu amaca uygun olarak finansal piyasaların yeniden yapılandırılarak bankacılık kesimine işlerlik kazandırılması olarak belirlenmiştir (Yiğitoğlu, 2005: 7).

1990’lı yıllardan bu yana Türkiye ekonomisinde sık olarak yaşanan krizlerde dışsal etkenlerin de rolü olmakla birlikte, krizlerin başlıca nedenleri; sürdürülemez iç borç dinamiği oluşması ve başta kamu bankaları olmak üzere finansal sistemdeki sağlıksız yapının kalıcı bir çözüme kavuşturulamamış olmasıdır (Atamtürk, 2007: 85).

1990–2008 döneminde Türkiye ekonomisi yıllık ortalama % 4,1 dolayında büyümüştür. Türkiye’nin gelişme düzeyi dikkate alındığında, bu oranın düşük olduğu söylenebilir. Türkiye ekonomisinin büyüme oranı, görece düşük olmasının yanında, oldukça istikrarsız bir seyir izlediği, Şekil 2’deki GSYH ’ nin % değişiminin gösterildiği grafiktende anlaşılmaktadır (Yiğitoğlu, 2005: 7).

116 Şekil 2: Ekonomik Büyüme Oranları (%)

Kaynak: (www.tcmb.gov.tr), (Yazar tarafından oluşturulmuştur.)

1989-1994 arasında büyüme hızı görece yüksek seyretmiş, 1996-2001 arasında ise milli gelir neredeyse aynı düzeyde kalmıştır. 2002 yılıyla birlikte büyüme hızının önemli ölçüde arttığı görülmektedir. 2002-2007 dönemindeki yıllık ortalama büyüme oranı % 6,7 olarak gerçekleşmiştir. İncelenen dönemde en yüksek büyüme hızına % 9,4 ile 2004 yılında ulaşılırken, ekonomi 1994 yılında yaşanan ekonomik kriz ile birlikte % 5,5 oranında, 1999 yılında yaşanan depremin etkisiyle % 3,4 oranında ve 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz sonucu % 5,7 oranında küçülmüştür (www.tcmb.gov.tr).

1995 ve sonrası dönemde pek çok gelişmekte olan ülke finansal kriz yaşamıştır. 1995 Meksika krizi ile başlayan, 1997 Güneydoğu Asya krizi ile devam eden ve nihayet 2001 Türkiye, 2002 Arjantin krizleri ve 2008 Küresel krizi ile şimdilik sona eren bu finansal krizler dizisi diğer krizlerden farklı bir grup olarak ele alınmayı gerektiren bir özelliğe sahiptirler. Bu krizlerin sonuçları ve onların incelenmesi neticesinde elde edilen bilgiler, 1980’li yılların başından bu yana devam eden bir paradigmayı yıkmıştır. Bu değerler dizisi, ana unsuru döviz kurlarının baskılanması olan bir politikalar demetiyle

-6 -4 -2 0 2 4 6 8 10 1988-2012 Büyüme Oranları

117

yurtdışı kaynak edinmede bir avantaj sağlamak ve sağlanan yurtdışı kaynakla hızlı bir şekilde büyüme anlayışına dayanıyordu (Arslan, 2006: 6).

En önemli sorunlardan biri, önce kısmen sonra tamamen mevduat garantisi getirilmesi, bankacılık sisteminin bütününde sistemik bir kriz ortaya çıktığında hatalıydı. Kriz genelleşerek tüm bankacılık sistemine yayıldığında, mevduat garantisinin tamamen ve olası maliyetleri gözardı edilerek uygulanması gerekirdi. Mevduat garantisinin kendisinin bir güvenilirliğinin olması ise ancak halkın bu garantinin aktif işlediğini görmesinden sonra gerçekleşmişti.

Türkiye açısından bu durum, yukarıda ele alınan ülkelerdeki koşulların bir kısmı ile paralellik göstermektedir. Kamu maliyesinde artan dengesizlikler ve bu dengesizliğin finans kesiminde bazı zafiyetlere neden olması, dış kaynak kullanımının artan risk ve yüksek belirsizlik dâhilinde azalması, buna bağlı olarak büyüme eğiliminin azalması gibi olgular benzerlik göstermektedir (Ertunç, 2010: 2-5).

Güneydoğu Asya ülkeleri tarafından uygulanan sıcak para politikalarının oluşturduğu finansal risk, genellikle reel kesim firmaları üzerinde kalmış ve bu durum dış kaynak kullanımını azaltırken ekonomik faaliyetteki yavaşlama eğilimini hızlandırmıştır. Türkiye’de ise bahsedilen finansal risk genellikle bankacılık sistemi üzerinde yoğunlaşmıştır. Buna rağmen Türkiye’de ekonomik faaliyetlerde yavaşlama bağlamında ortaya çıkan sonuçlar, Güneydoğu Asya ülkelerinden farklı olmayacaktır. Zira Türkiye’de finans kesiminde ortaya çıkan bir krizin, parasal aktarım mekanizmaları kanalıyla reel kesimi etkileyeceği bilinmektedir. Mekanizması farklı olsa dahi dış tasarruflardaki azalmanın büyüme üzerindeki baskın negatif etkisi de benzer yönlerden biridir (Arslan, 2006: 6).

2007 yılına gelindiğinde ise ABD mortgage piyasasındaki çöküş ve diğer sanayileşmiş ekonomilerde konut patlamasının tersine dönmesi, tüm dünyaya kısa sürede yayıldı. Verdikleri kredileri tahsil edemeyen bankalar kaynak zaafı içine girmişler ve finansal piyasalarda oluşan güvensizlik ortamı neticesinde bankalar birbirlerine borç verme konusunda çekingen davranması, likidite sorununu doğurarak mali sistemin bozulmasına yol açmıştır (Demir vd. 2008: 8). Mortgage krizi olarak ortaya çıkan bu durum bir likidite krizine dönüşmüştür.

118

2008’in Ağustos ve Eylül ayında gelişmiş ülkelerin Merkez Bankaları, finansal piyasalardaki tedirginliği azaltmak için piyasalara yüklü miktarlarda likidite sağlamışlardır. Alınan önlemlere karşın endişeler giderilememiştir. 7 Eylül 2008 tarihinde Fannie Mae ve Freddie Mac’in yönetimini Federal Emlak Finansmanı Otoritesi (FederalHousing Finance Agency-FHFA) devralmış, 16 Eylül 2008 tarihinde American International Group (AIG) adlı dünyanın en büyük sigorta şirketinin hisse senetleri % 60 değer kaybetmiş ve ABD Merkez Bankası (FED) tarafından yüksek miktarda mali destek sağlanmıştır (TCMB 2008b: 1). Bunların yan sıra ABD’de 2007 yaz ayında ABD’nin en büyük yatırım bankalarından biri olan ve 158 yıllık bir geçmişe sahip bulunan Lehman Brothers’in çok yüksek düzeye çıkan borçlarını ödeyememesi sonucu 15 Eylül 2008’de iflasını açıklamasıyla kriz şiddetini arttırmış ve diğer piyasalara yayılarak global bir krize dönüşmüştür (Melvin ve Taylor 2009: 1243–1245).

2008 krizi yasal bir zeminde düzenli olarak işleyen fakat zamanla sistemden kaynaklanan sorunların önlenemeden büyümesi ve konut kredi sisteminde oluşan bozulmalar sonucu ortaya çıkan bir kriz olarak göze çarpmaktadır (Akdemir vd., 2009: 24).

Mortgage sistemi birçok ülkede uygulanan bir sistem olmasına rağmen, Türkiye'de bu konuyla ilgili yasa Şubat 2007’de meclisten geçmiştir. Türkiye'de ABD’deki gibi bir mortgage sisteminden söz etmek mümkün olmadığı için Türkiye’de bir mortgage krizinden bahsetmek olanaksızdır. 2008 yılının üçüncü çeyreğinde etkisini arttıran global kriz Türkiye’yi doğrudan etkilenmemekle beraber, krizin etkileri Türkiye’de sınırlı bir negatiflik oluşturmuştur. Krizle beraber finansal piyasalarda başlayan tedirginlik ve yurtdışı borsalarında yaşanan kayıplar, İMKB’ye de olumsuz yansımış ve düşüşlere neden olmuştur. Türk Lirası’nda, yabancı yatırımcıların artan dolar talebi nedeniyle kayıplar görülmüştür (Apak ve Aytaç, 2009: 218-219).

Kriz döneminde risk algılaması olumsuz etkilenmiştir. Böylece gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yatırımcıların risk almalarında ki azalma sonucu sermaye çıkışları yaşanmış ve yabancı kaynak bulmak zorlaşmıştır (Ünal ve Kaya 2009: 4). Yanı sıra para birimlerinde ve yatırım araçlarında önemli derece de değer kayıpları olmuştur. Finansal koşullardaki sıkışıklığı önlemek için Kasım ve Aralık ayları içerisinde kısa vadeli faiz oranlarında toplam 175 baz puanlık bir indirime gidilmiştir.

119

Krizin Türkiye’deki bir başka olumsuz etkisi, insanların likidite daralmasından dolayı aşırı borçlanmalarına neden olmuştur. Bunun sonucunda bilinçsiz kredi kartı kullanımları halkın ödeme imkânlarını aşan düzeylere ulaşmıştır (Ertuna, 2003: 1).

Krizin Türkiye’deki diğer bir etkisi ise sorunlu kredi oranını arttırmasıdır. Toplam krediler içinde, sorunlu kredilerin payı giderek artmaktadır. Kriz sonrası süreçte bankaların, geri ödenemeyen krediler dolayısıyla el koydukları malların sayısı büyük oranda artmıştır. Bu dönemde küresel kredilerin azalması, kredi maliyetlerinin artması ve yurtdışı pazarlarının daralması sonucu krizden reel kesimde fazlasıyla etkilenmiş ve büyük kayıplar yaşamıştır. Reel kesimin daralması işsizlik oranlarını arttırmış ve işsizlik 2008 yılında ortalama % 11 olmuştur (Alptekin, 2009: 2).

2008 yılı üçüncü çeyreğinde Türk bankacılık sektörünün kârlılık performansı azalmıştır. Bunda ise tahsili gecikmiş alacakların artırmasının etkisi büyüktür. Sektörün sermaye yeterlilik rasyosu ise, öz kaynakların artışı ve risk ağırlıklı aktiflerin artış hızının yavaşlaması sonucu artmıştır. Bankacılık risklerinin arttığı bu dönemde sektörün sağlamlığının göstergesi olarak takip edilen Finansal Sağlamlık Endeksi; kârlılık, sermaye ve faiz riski endekslerindeki azalış sonucu Eylül 2008’de gerilemiş olmasına rağmen, olumlu seviyesini korumuştur. Küresel krizin etkileri sonucu finansal piyasaların geleceği açısından, risklerin etkin bir şekilde yönetilmeleri gerekmektedir. Bu nedenle, mali disiplinden taviz verilmemeli ve kamu otoritelerinin gereken tedbirleri zamanında alması sağlanmalıdır (TCMB, 2008a: 1).

Türk bankacılık sektörü krizin etkilerini hissetmesine rağmen bazı gelişmiş ve diğer gelişmekte olan ülkelere oranla krize çok daha hazırlıklı ve güçlü girmiştir. Bu da krizde Türk finansal sisteminin sağlam kalabilmesinde en büyük etkendir (Bastı 2009: 89-103). Türkiye’nin kriz karşısında bu kadar güçlü olmasının en büyük nedeni; 2001