• Sonuç bulunamadı

2.1. Kentleşme Sürecinde Göç ile Ortaya Çıkan Bazı Toplumsal Sorunlar

2.1.1. İşsizlik

2.2.1.4.8. Sosyal Kontrol Teorisi

Sosyal Kontrol Teorisi suç olgusunu, bireylerin toplumsal değerlere ve normlara olan bağlılık düzeyleri açısından ele almaktadır (Kızmaz, 2005: 165). Genel olarak bireyin kendi kendini veya harici sistemlerin bireyi kontrol altında tutması ile suçlu davranışın önlenebileceğini savunan (Dolu, 2012: 269) bu teoriye göre kişinin; aile, okul, arkadaşlık ve din gibi geleneksel kurum veya unsurlara bağlılık düzeyinin güçlü olması, suçlulukta engelleyici bir işlev görmektedir. Söz konusu geleneksel kurumlara olan bağlılık düzeyinin zayıf olması halinde ise kişinin suç işleme olasılığı artmaktadır. Bu teoride, “uyum” kavramı merkezi bir öneme sahiptir (Kızmaz, 2005: 165).

Her toplum, belirli değerlere bağlı olarak şekillenmiş normlara ya da kurallara sahiptir. Bütün sosyal gruplar ve toplumlar, normlara uygun olmayan eylemlere karşı çeşitli yaptırımlar uygulayarak düzeni sürdürmeyi amaçlamaktadırlar. Bu bağlamda, toplumsal değerlerin belirlediği kurallara uygun davranışları onaylama ve dolayısıyla teşvik etme yoluna gitmektedirler. Bireyden, toplumsal kurumların belirlediği normatif yapıya uyması beklenmekte ve birey, sosyalleşmeye başladığı ilk andan itibaren, çeşitli tezahürleri olan bu kurallara maruz kalmaktadır. Toplumun normatif yapısını oluşturan örfler, adetler, inanışlar ve hukuki düzenlemeler sosyal dengeyi sağlamak adına bireyler üzerinde bir kontrol mekanizması meydana getirmektedir. Bireyi uyuma zorlayan bu mekanizmanın yeterince etkin olmadığı durumlarda suçluluk kendine zemin bulmaktadır.

Suç ve suçluluğa ilişkin açıklamaların çoğu, uyumu insan doğasının normal bir hali gibi görmekte, suçlu davranışı olağandışı olarak değerlendirmektedir. İşte bu düşünce tarzına karşı çıkarak uyumu bir sorunsal olarak ele alan Sosyal Kontrol Teorisi, sapmaya dair değil de uyuma dair bir yaklaşım sunmaktadır. Burada temel soru, “niçin bazı insanlar suç işler?” değil; “birçoğumuz neden uyum sağlarız?” biçimindedir. Kontrol Teorisine göre suç ve sapma, bireysel ve sosyal kontrolün yetersiz olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır. Rasyonel aktör geleneğine sahip

Hobbes ve Benthan gibi düşünürlerin, insan doğasının esasen ahlak dışı ve bencil olduğu şeklindeki görüşlerini paylaşmayan modern Kontrol Teorisi kişilerin, sosyalizasyon boyunca içselleştirdikleri olumlu normların ve değerlerin bir neticesi olarak ahlaklı oldukları varsayımını reddetmektedir. Sosyal Kontrol Teorisi, olumlu sosyalize olmuş ve ahlaklı birey varsayımını kabul etmediğinden, sapmanın motivasyonunu izah ederken, “göreli yoksunluk”, “engellenmiş fırsatlar” ve “yabancılaşma” gibi yaklaşımlara muhtaç değildir. Bu teori suçu, sapmaya yol açan itkilerin kuvvetinden ziyade, bireyi dizginleyen güçlerin zayıflığının bir ürünü olarak görmektedir (Burke, 2002: 202).

Sosyal Kontrol Teorisinin varsayımlarına bakıldığında, insan davranışının denetimine, bu denetimle ilintili kurumsal unsurlara ve süreçlere odaklanıldığı görülmektedir. Diğer bir anlatımla, Sosyal Kontrol Teorisi suçluluğu açıklarken, bireylerin toplumsal değerlere, normlara ve kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluşan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır. Birey veya toplum üzerindeki sosyal denetimin yetersizliği veya başarısızlığı bu teori açısından suçluluğun önemli bir nedeni sayılmaktadır (Kızmaz, 2005: 165).

Sosyal Kontrol Teorisiyle ilgili ilk çalışmaları gerçekleştiren Nye, suçluluğun öğrenme sürecinin bir sonucu olduğunu ve sosyal kontrol eksikliğinden kaynaklandığını belirtmektedir. Ona göre sosyal kontrol sosyalizasyon sürecinin bir neticesidir. Bu süreç yoluyla birey kendi doğru-yanlış bilincini geliştirir. Nye’nin ifadesiyle bu, “içselleştirilmiş kontrol”dür. Bireyin dolaylı olarak sevgi ve şefkat bağlarının olduğu (ebeveynler gibi) kişiler tarafından da kontrol edildiği fikrinde olan Nye (İçli, 1994: 111), suçla ilgili dört kontrol faktöründen söz etmiştir (Reckless’dan aktaran Sümer, 2006: 131).

1) Cezalar, sınırlayıcılar ve disiplinden gelen doğrudan kontrol. 2) Vicdanın ilk kontrolü olan içselleştirilmiş kontrol.

3) Ebeveynlerin ya da diğer insanların isteklerine karşı gelmemeyi gerektiren dolaylı kontrol.

Sosyal Kontrol Teorisinin en çok bilinen izahlarından biri Walter Reckless’ın “Kısıtlama Kuramı”dır. Temel olarak, bireyleri suça çeken baskılara karşı koymada onlara yardımcı olan sosyal kontrol unsurlarına dikkat çeken bu yaklaşım ile Reckless (Korkmaz ve Kocadaş, 2006: 176), bireyin suç işlemesine neden olan iki temel güç olduğunu iddia etmektedir: a) Bireyi suç işlemeye teşvik eden “çekiciler”, b) bireyi suça sürükleyen dış baskılar veya “iticiler”. Bireyin suç işlemesini engelleyecek mekanizmalar da, a) güçlü iç kısıtlayıcılar ve b) bireyin uyum davranışlarını teşvik edip kuvvetlendirecek ve onu hatalı davranışlardan caydıracak dış kısıtlayıcılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Reckless’a göre bireyi, suça iten ve çeken faktörlerin etkilerinden koruyan iç ve dış kısıtlayıcılardır. İç kısıtlama, bireyin öz-kontrol mekanizmasının bir ürünü olan ve onu suç işlemekten alıkoyan uyum davranışlarını gösterebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Dış sınırlama ise, ailesi ve dostları başta olmak üzere bireyi çepeçevre saran sosyal ortamın onu suç işlemekten alıkoyarak davranışlarını kabul edilebilir sınırlar içinde tutabilme yeteneği şeklinde açıklanabilir (Dolu, 2012: 271-273).

Modern Kontrol Teorisinin gelişimine en önemli katkıyı Travis Hirschi yapmıştır. Suç fiilinin, birey ile toplum arasındaki bağ zayıfladığında veya koptuğunda ortaya çıktığını savunan Hirschi, bu sosyal bağın dört unsurunu; bağlılık (attachment), taahhüt (commitment), katılım (involvement) ve inanç (belief) olarak tespit etmiştir. Bağlılık, bireylerin diğer insanlarla, aileleriyle, akranlarıyla, okulla ve sosyal kurumlarla etkili ilişkiler kurabilme potansiyellerine atıfta bulunmaktadır. Bu bağlılıklar yeterince güçlü olduğunda, birey başkalarının fikirleri ve beklentileriyle ilgili daha fazla kaygı taşır ve onlara uyumlu davranışlar sergiler (Burke, 2002: 206). Bireyin çevresindeki insanlarla ve toplumsal kurumlarla herhangi bir bağının bulunmaması, her türlü ahlaki kuralın kısıtlayıcılığından kurtulmasına ve suçluluk duygusu hissetmemesine yol açar. Dolayısıyla bireyde vicdan gelişimi de sınırlı olur. Toplumla bağları zayıfladıkça birey, en dış halkadan başlayarak yakın çevresindeki insanlara doğru uzanan bir yabancılaşma ve izolasyon sürecine girer (Dolu, 2012: 275). Taahhüt kavramı, sapkın veya suçlu davranışa kalkıştığında bireyin, geleneksel sosyal düzen içinde edindiği kazanımları risk altına sokacağını hatta kaybedebileceğini ifade eder (Proctor, 2010: 71). Dolayısıyla taahhüt, bireyin davranışlarını toplumun değerlerine uygun olarak gerçekleştirmesidir. Birey başarıyı

elde etme yolu olarak geleneksel usullere riayet ederse, elde edeceği mükafatlar artacaktır (Korkmaz ve Kocadaş, 2006: 179). Katılım, geleneksel sosyal etkinliklerde bulunarak bütün enerjisini ve zamanını tüketecek olan bireyin sapma teşkil edecek eylemlere girişebilme imkanının kalmamasıdır (Dolu, 2012: 276). Son olarak inanç, bireyin toplumun değerlerine, inançlarına ve normlarına bağlılığı arttıkça, sapkın davranışlarda bulunma ihtimalinin azaldığını öngörmektedir. Değerlerin ve normların doğru ve gerekli olduğuna dair inançların zayıflaması, değerler dünyasına ve normatif yapıya bağlılığın azalmasına zemin hazırlar. Bu durum, antisosyal kişiliklerin yaygınlaşmasına ve suçluluğun artmasına sebep olur (Korkmaz ve Kocadaş, 2006: 180).