• Sonuç bulunamadı

1.2. Kentleşme Olgusu

1.2.1. Kent

1.2.1.1. Kentlerin Tarihsel Gelişimi

1.2.1.1.1. Sanayi Öncesi Kentler

Tarihçiler ve toplumbilimciler, kentlerin ortaya çıkışına uygarlıkların doğuşu gözüyle bakarlar (Keleş, 1996: 20). Her kentin kendi tarihi olmasına karşın, insanlığın tarihi büyük ölçüde kentlerin ve kentsel yaşamın tarihidir (Hatt ve Reiss, 1951: 175).

Toplumların tarih öncesi çağlarda karşılaştıkları güçlük ve açmazları çözme yolundaki çabalarıyla biriken bilgi ve tecrübelerin, üzerinde yaşanılan yeryüzü parçasının özelliklerine bağlı olarak farklı ilişkilere yol açtığı bilinen bir gerçektir. Bu çerçevede insan topluluklarının çözmek için gayret sarf ettikleri ilk ve temel sorun varlıklarını sürdürebilmektir. Bunu anlayan insanlar hayatta kalabilmek için, tek tek kendilerinde bulunmayan, ancak toplum halinde elde edebildikleri güçlerini, sorunların ortadan kaldırılması için kullanmışlardır. İnsanların tek başlarına çözemedikleri sorunların, toplum içinde gerçekleştirilen ilişkilerle çözümlenmek istendiğini ve bunun başarıldığı her durumda da daha ileri bir toplumsal birlik aşamasına ulaşıldığını kabul edersek, tarihte ilk kentlerin ortaya çıkışını bu yaklaşım içinde değerlendirebiliriz (Tuna, 1987: 74-75).

Kent, bir yerleşme türü ve bir toplumsal-ekonomik biçimlenme olarak insan toplumlarının gelişme süreci içinde son aşamada ortaya çıkan bir olgudur. Toplayıcılık ve hayvancılığa dayanan göçebelik şeklindeki örgütlenmenin ardından üretim tekniği alanında yüzyıllarca süren birikim, insanların başta saban olmak üzere geliştirdikleri araçlarla tarım ekonomisine geçip doğayla yeni ilişkiler kurmalarına yol açmıştır. Araç kullanan iş gücünün doğayı değerlendirmesi, üretime geniş boyutlar kazandırarak emeğin verimliliğinin artmasına ve nüfusun aynı doğa kesiminden sürekli yararlanacak şekilde yoğunlaşıp toprağa yerleşmesine olanak sağlamıştır (Sencer, 1979: 11-12).

İnsanlık tarihinin gelişimi içerisinde, bir yerleşme biçimi olarak kentlerin İlk Çağa kadar uzandığı görülmektedir. Bu çağda kentler genellikle akarsu ve göl kenarlarında kurulmuştur. Bunun nedeni bu bölgelerin tarıma elverişli olmalarıdır (Özer, 2004: 5). İlk kentsel yerleşim yerlerinin Fırat ve Dicle nehirleri ile bereketlenen Mezopotamya’da ve Nil Nehri’nin hayat verdiği Mısır’da ortaya çıkmış olmaları tesadüf değildir. Özellikle Fırat ve Dicle nehirlerinin akışlarının düzensiz,

kabarma zamanlarının belirsiz olması, bu bölgede yaşayan insanları su kanalları ve setler yapmaya zorlamıştır. Yaşamsal öneme sahip kanallar sisteminin kurulması ve bakımının çok sayıda insanın düzenli çalışmasını gerektirmesi, köy örgütlenmesini aşan yeni bir yönetim organizasyonunu zorunlu kılmıştır (Sander, 1989: 8). Bu yeni örgütlenme, toplumların o zamana kadar bilinçsiz ve düzensiz olarak sürdürdükleri tarım faaliyetlerini denetim altına alarak ve devamlı bir zenginlik üreten düzeye çıkararak kendi varlık şartını teşkil eden artık ürünü ve bunu sağlayan ilişkileri ortaya koymuştur (Tuna, 1987: 83-84). İnsanın kendi gereksinmesinin üstünde bir üretimde bulunmasıyla yaratılan fazla ürün, zanaatkarlık ve ticaretin bağımsız uğraşlar olarak tarımdan ayrılmasına olanak sağlamıştır (Sencer, 1979: 12). Ulaşım ve taşımacılıktaki gelişmeyle birlikte de, bu ürünlerin değişik bölgelerde depolanması, dağıtımı ve değişimi için yeni teşkilatlar kurulmuştur (İsbir, 1986: 9).

Doğuda ve batıda kentlerin ortaya çıkış nedenleri ve örgütlenme biçimleri birbirinden farklıdır. Doğu toplumlarında kentlerin ortaya çıkışında tarım ve sulamada karşılaşılan zorluklar ve bunları aşma çabası etkin olmuştur. Batıdaki kentlerin ilk ortaya çıktığı yerler olan Kıbrıs, Girit, Batı Anadolu, Ege Adaları ve Yunanistan Yarımadası’nda ise, tarım için fazla elverişli toprağın bulunmayışı nedeniyle, bakır, mermer, kereste vb. üretim faaliyetleri ile zeytincilik ve bağcılık gibi uzmanlaşmış tarımsal faaliyetler etrafında bir merkezileşmenin başlaması kentlerin çekirdeğini oluşturmuştur (Erkan, 2002: 39). Ekonomik gücü tarımsal üretimden çok ikincil endüstriye ve mamul mal ticaretine dayanan bu kentler deniz aşırı ticaret yoluyla giderek gelişip zenginleşmişlerdir (Childe, 1983: 233).

Çağdaş kentler, iş bölümündeki en ileri aşamanın anlatımı olarak tarımdan ayrılan etkinliklerin yoğunlaştığı ve bu nedenle kırsal yerleşmelere karşıt bir topluluk ve yerleşme biçimiyken, İlk Çağ kentleri, kırsal niteliğini koruyan ve tarımcı toplulukların yerleştiği merkezler olmaktan öteye geçememiştir. Başka bir ifadeyle, siteler, zanaatkarlık ve ticaretin tarımdan ayrıldığı bir iş bölümüne tanık olmuşlarsa da, temelde, tarımcı kabile üyelerinin birlikte oturduğu bir yerleşme olmaktan kurtulamamıştır (Sencer, 1979: 13).

İlk Çağ kentlerinin çoğu, art bölgeleriyle daha çok bütünleşmelerini sağlayacak üretken bir ekonomik düzen kuramamaları, vergileme gibi belirli kentsel-

siyasal-ekonomik sorunları çözmede güçlüklerle karşılaşmaları ve daha az kentlileşmişlerin saldırılarına karşı kendilerini savunacak bir sistem geliştirmede başarısız olmaları gibi nedenlerle yıkıma uğramıştır (Hatt ve Reiss, 1951: 176). Antik sitelerin çözülmesiyle oluşan feodal toplumla birlikte ortaya Orta Çağ kentleri çıkmıştır.

Feodal toplumun temel yerleşme biçimi, mülk sahibi olan senyörlerin yaşadığı korunaklı şatolardan ve toprağa bağlı serflerin üretimin iş gücü öğesi olarak barındığı köylük yerleşmelerden oluşmuştur. Senyör şatoları (bourglar) gelecekteki kentsel gelişmenin çekirdekleri olarak belirirken, köylük yerleşmeler kır topluluklarının hareket noktası olmuştur. Tarımda insan gücü veriminin artarak ürün fazlası yaratması, bir yandan tarıma bağlı bir uğraş niteliğindeki zanaatkarlığın bağımsızlaşarak gelişmesine, öte yandan fazla ürünün feodal birimler arasında değiştirilmesiyle ticaretin belirmesine yol açmıştır. Tarımdan ayrılan bu uğraşları üstlenmiş yeni toplumsal kesimlerin, savunması kolay ve ticarete uygun senyör şatoları çevresinde uzun süreler geçirmeye, sonra buralarda sürekli olarak yerleşmeye başlamaları pazar ilişkilerinin merkezileştiği yeni ve çağdaş bir yerleşme biçiminin başlangıcını teşkil etmiştir (Sencer, 1979: 14).

Orta Çağda kentlerin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesiyle, kırsal bölgelerin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesi arasındaki çelişki kadar keskin bir çelişki, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş; Orta Çağ burjuvazisi gibi tam anlamıyla kentsel bir sınıf daha önce hiç var olmamıştır (Pirenne, 2011: 104). Doğu uygarlıklarının tüccar ve zanaatkarları, öncelikle devlet görevlileri, toprak sahipleri ve yöneticiler gibi toplumun üst tabakalarına hizmet eden kişiler durumundaydılar. Yukarıdan düzenleme ve vergilenmeye alışmışlardı ve bunun karşılığında savunma gereksinimleri karşılanıyordu. Avrupa’nın saldırgan, acımasız ve kendi kendine yeterli tüccarları ile doğudakiler arasında tam bir zıtlık vardı. Böylesine tüccarlar tarafından kurulan Avrupa kentleri, bir kere yaşamsal ekonomik ve askeri sorunlarını çözünce, üstün bir uygarlığın çıkış noktası olmuşlardır (Sander, 1989: 42).

Sanayi öncesi kentleri incelerken, Gideon Sjoberg’in, sanayileşmenin girmediği toplumlarda kentlerin yapısal niteliklerini belirlemeye çalıştığı

“Preindustrial City” (Sanayi Öncesi Kenti) isimli çalışmasını kısaca ele almak yerinde olacaktır.

Sjoberg’e (1951: 179-188) göre, sanayi öncesi kentler varlıklarını dışarıdan aldıkları gıda mallarına ve hammaddelere dayandırdıklarından birer pazar merkeziydiler. Bu merkezler el yapımı maddelerin üretildiği, aynı zamanda siyasal, dinsel ve eğitimle ilgili işlevleri de gerçekleştiren yerlerdi. Tarımda makineleşmeye geçilmemiş olması, ulaşımda hayvan gücünün kullanılması, elverişsiz gıda saklama ve depolama yöntemleri kentsel nüfusun gereksinimlerini karşılayacak gıda stokunun büyümesini sınırlamıştı. Sanayi öncesi kenti, malların üretilmesi ve hizmetlerin sunulmasında canlı (insan ya da hayvan) enerji kaynağına bağımlıydı; işlerde çok az farklılaşma ya da uzmanlaşma vardı. Pek çok ticari etkinlik biçimsel açıdan bir örgütlenme olmaksızın yürütülürdü. Sanayi öncesi kentin toplumsal örgütlenmesi ise, organik enerjiye dayanan ekonomik yaşantıya uygundu. Kentin sosyal yapısını tanımlayan katı tabakalaşma sistemi, aile, din ve eğitim örgütlenmeleri güçlü sosyal kontrolün varlığını duyurmaktaydı.

Her ne kadar, insanlık tarihinin gelişimi içerisinde kentlerin ortaya çıkışı İlk Çağa kadar uzansa da, gerçek anlamda modern kentler Sanayi Devrimi ile birlikte boy göstermiştir. Konumuz gereği üzerinde duracağımız kentleşme olgusu, ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel yapıyı kökünden sarsan Sanayi Devrimi’nin bir ürünüdür.