• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

3.1. l3 Hatırat-ı Maziden Bir Levha

3.1.25. Son Bûse (mâ’bad)

- Geçen nüshadan mâ’bad – Bu ölü kim idi? ..

Bir âilenin meş’ale-yi saâdet!. Evet; bir kadının, bir bî-çâre vâlidenin nedîm-i rûhu, bir yavrunun, bir ma’sûmun pederi!

Zevcesinin iki dest-i sevdâ-kârânesi arasında, evlâdının etvâr-ı melekânesi karşısında bahtiyâr olurken; şimdi bir mağrib-i fenâda siyah, kışın beyaz karları ile incimâd etmiş toprakların zîr-i zulmet-nâkında hâb-ı ebediyyesine dalmış uyuyan işte bu ölü!

Herkesin fevk-al-âde nazar-ı dikkatini celb ederek, esâssız lâkırdıların zuhûruna bâis olan işte bu ölü”

Bir çocuğu yetim, bir kadını dul bırakan, acı tâkat-fersâ gözyaşlarına gark eden hep.. hep bu ölü!

Amân yârab!..

Bir taraftan – ölü için – feryâd-ı iftirâk işitirken, diğer taraftan esâssız lâkırdılar, eğlenceler ile karışık masallar duymak.. Bir tarafta bitmek tükenmek bilmeyen dumû’-ı be’s-âver ile karışmış bir çehre-i istimdâd-cû, diğer tarafta ubûsetlerle bulaşmış mütemâdî temessüh eden bir vechi görmek ne kadar acayib!...

Hakîkaten bir cihetten birçok kişinin ağzından dökülen : “İyi saatte olsunlar, onlara riâyet etmemiş de boğulmuşlar!... Yâ mutlaka ondan oldu.. Adamcağız sapsağlam idi!..”

Yollu sözler.. Ve sonra rakıdan o zehr-i âlûd mâyiden kısılmış, kahkahalar ile karışık boğuk seslerin: “Ya öyle mi?. Hû hû hû!.. Âh! O şeytan, perî yatağı!..” demekle mütehassıl gürültüleri… Oof şuâ’-yı medeniyetin, şuâ-yı zekânın nüfûz edemediği keşîf-i cehâlet tabakalarıyla dolmuş fikirlerin mahsûlleri duyulur.

Öbür cihetten de yaşamdan pek çabuk bıkan bir kişinin câlib-i merhamet nâleleri: “Halecân-ı kalb!.. Ölüm!” diye afâk-ı hakîkate akseder.

Evet; vâlide en ziyâde sevdiği zevcinin ebediyen gözlerinin kapandığını görmüş, o vakit gönlünde açılan cerihanın hîç.. hîç-ül-yetâm-pezîr olamacağını artık

hissetmiş.. Mini mini ma’sûm sebeb-i mevcûdiyeti olan pederinin hükm-i diğere intikâl ettiği zaman yanında bulunmuş, her şeyi anlamıştır.

Şimdi o; muhabbet-i peder-ânenin bahşettiği bûseler ile yanaklarının – bundan sonra ıslanmayacağını pek güzel biliyordu.

Yağan karlar ile beyazlar giyen bahçedeki harâbelere nâzır pencereden dışarı bakarken – merdiven başından her nasılsa gördüğü – kefenlere sarılmış babasını tahattür ediyor; ba’de küçücük beynini sıkan paralamak isteyen bu hâtıranın karşısında pek tâlisiz kaldığını birtakım ıztırâbât ile duyuyordu.

Âh! Bir gece, pederinin kendini terk ettiği zamandan tamam üç gece sonra ne kadar, ne kadar muztarib bulunuyordu:

Yatağına korka korka, titreye titreye girdiği vakit soğuk pek soğuk olan havanın te’sîrâtı a’sâbını bir kat daha şiddetle sarsmıştı.

Fikri; odanın karanlığı kadar muzlim düşünceler ile ihâta olunmuş fikri, birçok darbât-ı melâl ile eziliyor, muttasıl eziliyor; kalbini müthiş, mübhem bir helecân parçalıyor çıkmak istiyordu.

Sâmiasını – birdenbire – bir sadâ-yı meş’ûm tahrîş etmişti: Baykuş ötüyordu!.

Uğultulu bir fırtına yağmakta olan karları kamçılıya kamçılaya derîn, uzun iniltilerle dehşet-endâz oluyor, camlara çarpıyordu.

Zavallı, gözlerinin önünde uçuşan hayâlleri bütün korkunç şeylerin mahall-i ictimâi olan bu harâbedeki baykuşun acı sesinden tüyleri ürperdiği hâlde bir harf ve garâbetle temâşâ ediyordu.

Odanın zalâmı içinde siyahlara, al kanlar ile bulaşık kefenlere bürünmüş hayâller, bir çehre-i gusneb âlûd ile kahkahalar koparıyorlar. Kendisini uzun, kalın parmaklı elleriyle boğmak arzû ettiklerini gösteriyorlar. Sonra giryân, o derece ki ağlamaktan göz kapakları şişmiş, yeşil giymiş, nûrlar arasında bir hayat, ölmüş babasının hayâli kollarını açmış, kendisini der-âgûş etmek için koşuyor, koşuyor; hey-hât!.. Yine gelemiyor, yerlere yuvarlanıyor, ayaklarını bir dest-i mevhûm yakalamış bir pederin evlâdını sevmesine mümânaat ediyor!..

Güyâ hurâfât perilerinin ahfâdı ellerindeki mumlarla duvarda bir raks icrâ ediyorlar,sonra hepsi o şem’aları söndürerek ve o kara duvarda beyaz boynuzlarını tahrîk ede ede gayr-ı mer’î bir girdâba doğru acayib acayib tavırlar irâe ederek dalıp

gidiyorlar; işte o zaman küre-i şems kadar parlak bir çehre, o zalâm-ı kasvet-efzâ arasında kendisine: “Bed-baht çocuk! Sen de ölmelisin!” diyor. Bâ’de felâketin pek acı sadmelerinden alt kapakları mor bir halka ile ihâta olunmuş gözleri, içeri doğru çökmüş; dudakları, rûhunu pek şedîd yakan ateşin te’sîrâtıyla – rengini, tarâvetini gâib ederek – aşağı doğru sarkmış, yanakları birçok seneler yaşamış insanlarınki kadar buruşmuş, vücûdu muharrib bir hastalıktan henüz kalkmış gibi bir zaafa dû-çâr olmuş mahzûn, girye-nâk bir cism-i nûrânî, şüphesiz ki vâlidesi : “Yavrum yâlnız emelim kaldı ki o da sensin! Sen ölürsen ben ne yaparım?..” diye feryâd ediyordu.

Baykuş halâ ötüyordu!

Pederinin, vâlidesinin periler hakkında: “Yok herkesin dediğine inanma!.. Onların hepsi yalandır!” demeleri kendisine, korkmaması için acabâ bir teselli miydi?

Çünkü şimdi onlar, bütün efvâc hayret-âverâneleriyle peşinde tecessüm edip gâib oluyorlardı!.

Öyle mi idi?.. Âh! Yoksa bunların, bunların cümlesi düşüncelerinin nazarında husûle getirdiği hayâlet mi idi?

Yâzık !.. Daha bu senede bu kadar azâb yâzık!..

Odada hafîf bir mışıltı işitiliyordu. Dinledi: Vâlidesi kim bilir nasıl bir uyku uyuyordu?.. Yorganını başına çekti. Gözlerini sımsıkı yumdu, ve “Uyuyayım!..” dedi.

Bir kâfile-yi fenâ arasında bir tabût, o kapalı gözlerinin önünden geçti. Üzeri karla örtülmüş bir mezar, yine orada da açıldı.!.

Of!. Of!. Artık bu hayâller teselsül ediyordu o kadar teselsül etti ki daha birkaç saat devâm eyledi. Bî-çâre çocuk nihâyet yavaş yavaş korkulu bir uykuya daldı.

Vâlide nısf-ül-leyide uykudan gözlerini açtığı vakit pencere taraflarının tutuşmuş, cayır cayır yanmakta bulunduğunu görmüştü. Bir heyecân ile yataktan fırladı, yavrusunu kucağına aldı.

Alt kattan – her nasılsa – ateş çıkmış, şimdi alevler (alâv) bulundukları odanın içine istilâ etmeye başladı.

Yangının boğucu dumanları arasında tıkanma derecelerine geldiği hâlde sofaya çıktı. Merdivene doğru nâ-gehân-ı kuvvetten mahrûm kalmış, mütemâdî titremekte

Merdivenin aşağıdan üç dört basamağı yanıyordu, geçmek adîm-ül-imkân idi. O merdivenin yanında, ateşin daha sirâyet etmediği bir yerde, zemînden iki buçuk, üç arşın yükseklikte bir pencere vardır. Asabî bir lerzişin te’sîriyle sarsılan elleriyle cama yumruk vurdu. Cam, parça parça oldu; elleri kan içinde kaldı.

Baykuş; yangının alevleriyle başka bir dehşet kesb eden harâbede halâ ötüyordu.

Zavallı vâlide; yedi sene agûş-ı şefkatini açtığı yavrusunu, bir kere – bir hiss-i derûnî sevkîyle – kemâl-i iştiyâkla öptü ve : “Önce sen.. Sonra ben!..” dedi! Evet; dedi de çocuğu pencereden aşağı bıraktı! Olanca metânetini toplayarak pencereye doğru sıçradı; havf ile barışık bir nazarla arkasına baktı.

Amân yârabbi!.. Bütün etekleri tutuşmuş idi. Beyninin içinden bir yıldırım geçti. Gayr-ı ihtiyâri bir tâkatsizlikle: Âmân!..” dedi gözleri birdenbire karardı; göz kapakları sâkin-âne kapandı; bir cism-i bî-rûh gibi lavlerin içine yuvarlandı, gitti.

Ey kari’! Şimdi bir konağa besleme sıfatıyla kabûl olunan bu mini mini mahlûka, bu yavruya şefkat-i mâder-ânenin nihâyeti bir bûse olmuştu ki bî-çâre o son bûseden tatlı, hakîkî bir şefkate hayf, sad-ı hayf ki – bu hâkdân-ı fenâda – artık nâil olamayacaktı.

Son

(Mehmed Muhlis, Son Bûse, Mecmûa-ı Lisân, n.45, s.332-333-334-335)

Benzer Belgeler