• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

3.1. l3 Hatırat-ı Maziden Bir Levha

3.1.21. Bahar Kokuları Gelirken

Bahar kokuları gelirken…Senin gözlerinden parlak senden güzel olmayan güneş hafâgâh-ı latîfinden bir ihtişâm-ı uzmet-nümûn ile çıkarak fecrin bir âşık münevverinin kendine nekâb olmak üzere maşrıkta yâdigâr bıraktığı mâi, pembe, sarı tüllerin o sehâib renklerinin arasından kâinâta handeler, şu’leler saçmaya başlarken sana kalbimi bir pençe-i âhenîn ile parçalayan bir dest-i ateşin içinde yakan bu zavallı aşkımı; beyaz çiçekler açmış, beyaz çiçekler takınmış bir ağacın altında mor menekşelerin, kırmızı şebboyların, mâi minelerin, pembe sümbüllerin yanında- ilk

defa olarak – i’tirâf ederken, bilmem nasıl halecanlarla bilmem nasıl istirhamlarla karışmış acı gözyaşlarıyla beyâna çalışırken, semâ kadar sâf, nesîm kadar latîf, şükûfeler kadar dil-rubâ-yı vechin karşısında neler hissetmiştim. Ne kadar titremiştim!...

Bilmem o yaşlı gözlerim nasıl görmüştü?

Bir katre-i sirişk uzun kirpiklerinin üzerinde zuhûr etti; orada titredi, titredi. Düşmek için tereddüd ediyordu. Dudaklarımı hatta ellerimi bile daha saniye, bir saniyecik olsun temâs ettirememiş, dokunduramamış olduğum bir gülün renk-i alını ten-tayr eden yanaklarını, bir kucak sırmayı andıran saçlarını okşayan, bûs eden hafîf sabah rüzgarı nihâyet o gözlerini de öptü; rûh-perver bir nefesiyle saçlarını da ihtizâza getirdi. Oraya hiç yakışmayan o jâleyi düşürdü.

Oh bu bir damla gözyaşı!...

Bunun, bir bahr-ı bî-pâyân kadar büyük, bir şi’r-i gırra kadar mâ’nîdâr bu bir katre gözyaşlarının içinde ben neler, âh, ne hazîn sevdâlar görmüştüm, ne hazîn sevdâlar okumuştum. Senin altın rengindeki saçlarına beyaz çiçeğini uzatarak yakıştırmaya çalışan ağacın ince bir dalında kanatlarına ziyâ-ı tulû’ serpilmiş bir kuş, bir mürg-i zerrîn sallana sallana neşîdeler okurken. Sevdâlı, küçük bir kelebek başının üstündeki beyaz çiçeğe konmaya çalışırken bütün bu güzellikler, bütün bu muhabbetler arasında bahar kokuları gelirken…

Kamer, donuk ziyâların, âsmân-ı letâfet beyâda, uzaktan bir ateş cüvâlin etrâfına savurduğu şerâreler kadar gözüken ahterân arasında semânın siyâh eteklerini muzlim ufuklarda öpen denize serpiyordu.

O vakitler ikimiz de ne kadar mes’ûd idik. Nazarımda hayat gibi, senin gibi bütün bu hâk-dân-ı fenâda ehemmiyetli, kıymetli, ger-enbihâ hiç.. hiçbir şey yok idi. Sen benim idin; sen benim olmuştun.

Elem, keder, girye, felâket yerine bizi bahtiyârlık, agûş-ı nâzında besliyordu. Meh-tâba mir’ât-ı in’ikâs olmuş denize, gündüz şemsin parlak ziyâları altında bir teşa’şu’-ı beşûşâne arz ederek yine başka bir letâfetle gözleri kamaştıran deryâ-yı sâfe.. Daha beride geceleri şuâât-ı kamerle gümüşlenmiş zannolunan ağaçların mühteziz gölgeleri altında yine o bahre kadar imtidâd eden bir sâha-i nîm-fâma nâzır odanın penceresi önünde işte o gecede oturmuştuk:

Mâh-ı âlem-ârâ, karanlıklar arasında bir şelâle-yi nûr gibi dökülen şuââtıyla bizim o hâlimize, o saâdetimize bir şehr-ı âyîn icrâ ediyor, kim bilir, hangi tarafa yığılmış vahşî çalılıklar içinde saklanan bülbül, bu tabîat şâiri, mûsîkî-i Şinasî vecd- âver şiirleriyle, şarkılarıyla… Otların, yaprakların arasına, öteye beriye birikmiş suların içine gizlenen böcekler, kurbağalar, boğuk, ma’afîh hazîn sesleriyle bizi, bahtiyârlıklarla karışan sevdâmızı tebrîk eyliyordu.

Ben sana, bütün muhabbetimden, mes’ûdiyyetimizden bahsediyordum. Bizi tebrîk eden ayın onurları. Senin bu def’a sevince mütehassıl göz yaşlarını kirpiklerinde parlatıyordu. Sırma saçların serin serin esen rüzgârın hafîf na’meleriyle kalbimin en mütehassis en rakîk ısâbı gibi ihtizâz ederken.. Deniz, bir levha-yı tâb- dâr-ı teşkîl ederken.. Bütün bu güzellikler, bu muhabbetler arasında bahar kokuları gelirler…

Birdenbire ne oldu, anlayamadım! Pek acı, pek müthiş bir darbe, gönlümde mâhî bir yara açtı; ve beni şiddetle sarstı. Adetâ bî-hiss, bî-hayât kaldım oof!.. Tefekkür etmek semâ-yı sâf ve müşâ’şanda lem’a-yı nisâr olmaya başlayan ümîdlerim o şümûs-ı hayatım, bir zulmet-i nâ-gühânı arasında söndü, mahvoldu. Bana her yeri her tarafı neşvelere müstağrık, görünen tebessümler eden bu âlem artık bana bir zindan, musîbet-hâne oldu.

Âh sen, evet; sen gittin , sen benden ebediyen iftirâk ettin!... Gittin, gittin!... Fakat nereye!.. Aman yârabbi! Ne kadar acı hakîkat, ne kadar müthiş felâket!!!... İncinmesin diye elimi dokunduramadığım vücûdun.. Güzellik perilerine gıbta-âver vücûd-ı latîfin, şimdi siyah rutûbetli, zâlim toprakların dest-i bâridinde çürüyor, mahvoluyor değil mi?... Âh! Pek parlak pek câzibe-dâr gözler ki bir setre-i siyah; vücûd-ı nâzenîn ki bir hâk-ı hûn-în yakışır mıydı?.. Sen de nûr idin!.. Sana bir magrib-i fenâ lâyık mıydı?

İşte şimdi, güneş soluk baygın huzemât-ı ziyâiyyesini büyük hüzn-âver servlerin küçük aralıklarından nüfûz ettirerek senin kabrinin üzerini tenvîr ediyor!.. Bir karga, bu meşcere-yi emuâtta boğuk sesiyle ciğer-sûz bir mersiye okuyor… Ben, senin mezârının ayak ucunda hüngür hüngür ağlıyorum; ressâmlara hayret-bahş çehreni, nermîn ellerini, pamuk ayaklarını, tekmîl tekmîl vücûdunu örten, mahvetmeye çalışan mezârının topraklarına gözyaşlarımı akıtıyorum : Kabrinin

yanakların gibi pembe bir şükûfe, biraz şiddetlice esen rüzgârın tes’sîriyle saçların gibi hafîf hafîf ihtizâz ederken, yeşil, küçücük evrâkı arasında titrerken… Bütün bu hüzünler, bu giryeler arasında bahar kokuları gelirken…

(Mehmed Muhlis, Bahar Kokuları Gelirken, Mecmûa-ı Lisân, nu.44, s.323- 324)

Benzer Belgeler