• Sonuç bulunamadı

3. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

3.2. Sivil Toplum Kavramının Tarihsel Gelişimi

1990’lı yıllardan sonra siyasal ve toplumsal hayatta sıklıkla kullanılmaya başlayan

“sivil toplum” kavramı, felsefe ve siyaset bilimi tarihinde üzerinde farklı tartışmalar yapılmış tarihsel bir kavramı ifade eder (Tamer, 2010: 89).

Devleti ön plana alan sivil toplum düşüncesinin devamı niteliğinde 1576’da

“Devlet’in Altı Kitabı” adlı kitabında Jean Bodin devleti “birçok ailenin ve onların ortak mallarının egemen güç tarafından yönetilmesi” şeklinde tanımlayarak sivil toplumu da

“en yüksek egemenliğin örgütlenme biçimi” olarak ifade eder. Ona göre sivil toplum,

“parlamento, halk meclisi, korporatif heyetler, ekonomik ve sosyal gruplardan müteşekkil ve devletin izni olmadan hiçbir şekilde faaliyet gösteremeyen bir yapıdır” (Sarpaşan, 2008: 14).

16. yüzyılın sonlarında sivil toplumun sosyal sözleşme çerçevesinde ele alındığı görülmektedir. Toplum kuramcılarına göre bu geçişin nedeni insanların toplum halinde yaşamaya geçişle birlikte yaşamanın kurallarını belirledikleri toplumsal bir sözleşme yapmaya duydukları ihtiyaçtır. Bu doğrultuda sivil toplum “insanlar arasında barışçıl bir düzen oluşturmak üzere yapılan bir anlaşma” olarak ifade edilmiştir. Kuramın öncü düşünürleri olarak ilk akla gelenler ise Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’dur. Thomas Hobbes sivil toplumu doğa halinin zıttı olarak değerlendirir ve sivil ya da siyasi toplumun ancak doğa halinden çıkmakla varlık kazanabileceğini iddia eder. Hobbes’a göre insanlar doğuştan eşit olarak yaratılmış varlıklardır ve herkesin başkalarıyla eşit haklara sahip olduğu düşüncesi, sürekli bir çekişmeye, insanlar arasında çatışmaların ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu çatışma halinin nihayete ermesi için güçlü bir politik otoritenin ortaya çıkması gereklidir. Bu otorite Hobbes’un

‘Leviathan’ olarak belirttiği devlet şeklidir. ‘Leviathan’ın ortaya çıkışı ile herkesin her şey üzerinde hak iddia edebildiği doğa durumundan devletin müsaade ettiği şeyler dışında kimsenin hiçbir hak iddia edemediği topluma geçilir. Bu sözleşme ile ortaya çıkan devletli toplum ise, sivil ve politik toplumdur (Öztekin, 2010: 56; Gönenç, 2001: 13;

Çaha, 2003: 27; Kaya, 2008: 12).

Toplum Sözleşmesi adlı eseriyle ideal toplum ve devlet anlayışını ortaya koyan John Locke, birey ve bireyler arası sözleşmeye dayandırdığı sivil toplum kuramında, doğal yaşam halinde yaşayan insanların mutlak bir eşitlik ve özgürlük ortamı içinde

50 mülkiyet hakkı, yaşam hakkı ve özgürlük hakkı gibi çeşitli kutsal haklara sahip olduklarını belirtmektedir. Locke, doğal yaşam halinde bulunan insanlar arasında hak ihlalleri olduğunda insanların birbirlerini cezalandırma yoluna gideceklerini ve bu durumun kargaşaya neden olabileceğini ifade ederek bu noktada sözleşme yoluyla yargılama yetkisinin, siyasal topluma yani devlete devredileceğini belirtmektedir. Bu durumda ortaya çıkacak olan toplum yalnızca siyasal değil aynı zamanda sivil toplumdur (Türköne, 2008: 350; Göze, 2000: 156).

Jean Jacques Rousseau ise Hobbes ve Locke’dan farklı olarak doğa durumundan devletli(siyasal) ve sivil topluma geçişin mülkiyetin ortaya çıkmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Rousseau’ya göre insanlar mülkiyetin neden olduğu çatışma ve kavgaları engellemek için bir otoritenin boyunduruğu altında topluca yaşamayı kabul etmiş ve bir sözleşme ile doğa durumundan sivil ve politik topluma geçmişlerdir (Kaya, 2008: 8).

İlk kez sivil toplum-devlet ayrımı yapan düşünür ise Hegel’dir. Etik yaşamı aile, sivil toplum ve devlet olmak üzere üç kategoriye ayıran Hegel sivil toplumu, aile ve devlet arasında yer alan ahlaki hayatın ve toplumsal çatışmanın alanı şeklinde görür. Sivil toplumu; “ekonomi alanında rekabet edebilmek için aile birliğini terk eden bireylerin dünyası” olarak kavramsallaştırır. Ayrıca “kazanç, kişisel mutluluk ve kişi statüsünün korunması gibi hayat kesitlerinin toplu olarak yansımış şeklinin ifadesi” de onun için sivil toplumdur. Dolayısıyla sivil toplum, aynı zamanda iktisadî faaliyetin özel alanıdır. Hegel, sivil topluma olumsuz bir anlam yüklemiş ve bu sebeple de sivil toplumdaki özgürlüklerin toplumsal düzeni bozmadan sürdürülebilmesi için sivil toplumun güçlü bir devlet tarafından kontrol edilmesi gerektiğini vurgulamıştır (Şen, 2005: 34; Canikoğlu, 2009:

17; Kabasakal, 2008: 13).

Tarihsel süreçte sivil toplumu tanımlayan bir diğer düşünür, Marx’tır. “Ekonomik ilişkileri üreten ve sınıf ilişkilerini doğuran bir alan” olarak tanımlayan Marx’a göre göre sivil toplum iktisadî faaliyetler alanı olarak ön plana çıkar. Marx, sivil toplum-devlet ilişkisini alt yapı-üst yapı bağlamında incelemekte ve buna göre sivil toplum alt yapıyı, devlet ise üst yapıyı temsil eder. Dolayısıyla Marx’ın teorisinde sivil toplum, devleti belirler (Haşlak, 2010).

51 Bir diğer görüş Marxist düşünür Gramsci’ye aittir. Ancak Gramsci’nin ele aldığı sivil toplum kuramı Marx’tan farklıdır. Gramsci, sivil toplumu bir üst yapı alanı olarak tanımlar. Sivil toplum kavramını hegemonya kavramı bağlamında açıklayan Gramsci’ye göre hegemonyanın politik olanını devlet, kültürel olanını ise sivil toplum oluşturmaktadır. Buna göre sivil toplum, siyasal toplumun dışındadır (STEP, 2011: 50).

1980’li yılların sonlarına doğru Güney Amerika, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde liberal demokratik rejimlere dönüşüm süreci ve özgürlük istekleri bağlamında yeniden şekillenen devlet-toplum ilişkileri sivil toplum kavramını tartışılan önemli konulardan biri haline dönüştürmüştür. Bu dönemde sivil toplum, devletten bağımsız bir yaşam alanı olarak, bireysel hak ve özgürlüklerin kazanım mücadelesinin ve despotik devletten demokrasiye geçişin anahtarıdır (Canikoğlu, 2009: 17; Keyman, 2012).

Sivil toplum kuramcısı John Keane, sivil toplum kavramının modern tanımına kavuşmasının 18. yüzyılın ortalarından itibaren başladığını ve sivil toplumun devletten ayrılma sürecinin dört safhadan geçtiğini belirtir. İlk safhada, sivil toplum devletin üyesi olmakla özdeşleşen anlamından kurtulmuştur. İkinci safhada, sivil toplum içindeki bağımsız toplulukların kendilerini devlete karşı savunmalarında meşru olduğu inancı yaygınlaşmıştır. Üçüncü safhada, sivil toplumun içerdiği özgürlüğün toplumsal çatışmaların kaynağı olduğu ve devlet müdahalesinin bu çatışmaları önleyici faktör sayıldığı bir anlayışı benimsenmiştir. Dördüncü safhada ise, devlet müdahalesinin sivil toplumu yavaş yavaş boğacağı korkusu hâkim olmaya başlamıştır (Keane, 2004: 48-52;

Tosun, 2001: 31).

Modern sivil toplum tartışmalarında Jean Cohen ve Andrew Arato’nun görüşleri ön plana çıkar. Onlara göre sivil toplum, çoğulcu ve özerk yapısı ile farklı yaşam biçimlerine olanak sağlayan aileler, informel gruplar ve gönüllü kuruluşlardan meydana gelir. Kültür ve iletişim kuruluşları ile kamusal hale gelen sivil toplum kişisel gelişim için önemli bir ahlaki seçim alanıdır ve çoğulculuğu, mahremiyeti ve kamusallığı devletten ve ekonomiden ayırmak için gereken genel yasaları ve temel hakları içermektedir. Liberal demokrasi alanının önemli düşünürü Larry Diamond da sivil toplumu, “gönüllü, kendi kendini oluşturan ve destekleyen, devletten bağımsız ve genel anlamda yasal bir düzenleme veya ortak kabul gören kurallar tarafından tanımlanan örgütlü toplumsal hayat alanı” olarak değerlendirir. Sivil toplum kuruluşları, günümüzün en tartışmalı

sosyo-52 politik ve ekonomik konularından biridir. Neoliberal ideoloji de sivil toplum kuruluşlarını, refah devletin boşalttığı alanların baş aktörleri olarak ifade etmektedir. Bu yönüyle sivil toplum kuruluşları, refah devletin sosyal politikalar yoluyla sağlamaya çalıştığı piyasanın olumsuzluklarını en aza indirmeye çalışmaktadır (Şiriner, Çetin ve Önver, 2005: 9).