• Sonuç bulunamadı

Silahlı Kuvvetlerin Yönetime İlk Müdahalesi 27 Mayıs 1960

1.7. DEMOKRASİ VE EKONOMİ İLİŞKİSİ

2.1.3. Silahlı Kuvvetlerin Yönetime İlk Müdahalesi 27 Mayıs 1960

27 Mayıs müdahalesi, hazırlıkları bir kaç subay tarafından 1954 yılından itibaren sürdürülen, ilk hedefi ordunun koşullarını iyileştirmek iken, daha sonra hükümeti devirmeye yönelen hiyerarşi dışı bir müdahaledir. 27 Mayıs darbesi hiyerarşi dışı bir müdahale olması hasebiyle, askeri kurumsal işleyişi ve disiplini zedeleyen birçok sonuca yol açmıştır. Öncelikle askeri, siyasal düzene müdahale etme ihtimali ve imkânı ile tanıştırmıştır. Hiyerarşi dışı bir örgütlenme olarak siyasal sisteme müdahale etmiş olması dolayısıyla, kendisinden sonra birçok darbe teşebbüsünü harekete geçirmiştir (Ete, 2010: 136).

1950 yılında iktidara gelen DP, ilk iktidar döneminde öncelikle vaat ettiği konular üzerinde çalışmalar yapmıştır. Arapça ezan yasağı kaldırılmış, genel af yasası çıkarılmıştır. Bu dönemde, Kore’ye 4500 kişilik bir tugayın gönderilmesi, 1952’de NATO üyeliği ve Türkiye’nin öncülüğünde Balkan Paktı’nın kurulması gibi gelişmeler dış politika da ön plana çıkmaktadır. DP iktidarının ilk yıllarında başarı daha çok, iklim şartlarının da elverişli gittiği göz önünde bulundurulacak olursa, tarım alanında görülmüştür. Ekonomideki bu büyüme ve dış politikadaki hareketlilik sandığa da yansımış ve DP’yi % 56’lık bir oy oranı ile ikinci kez iktidara taşımıştır. DP iktidarının tarım dışında iktisadi alandaki teşebbüsleri ile milli gelirin %15 oranında artması, yol ve köprü inşaatlarına önem verilmesi, başarısının arkasındaki önemli etkenlerdir. Köylünün yaşayışını büyük ölçüde değiştiren şeker, çimento ve dokuma alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bütün bu gelişmeler özellikle köylü ve tarım kesimi arasında DP’ye gönülden bağlı bir kitle yaratmıştır ki bu bağlılık gelecek yıllarda AP’yi de iktidara taşımıştır. Bütün bunların yanı sıra DP bürokrasi baskısına son veren parti olarak tanınmıştır. Bütün bu gelişmeler DP’nin popülerliğini arttırmakla birlikte aslında sonraki yıllarda su yüzüne çıkacak bir takım olumsuzlukların emareleri de bu dönem de görülmeye başlamıştır.1954-1957 arasındaki dönemde ekonomik sıkıntılar baş gösterirken DP’nin uygulamaları da sertleşmeye başlamıştır. Meclis içinde büyük

çoğunluğa ulaşan iktidarın elde ettiği bu güç adeta bir zaaf haline dönüşmüştür. Hiçbir eleştiriye tahammül edemez hale gelen DP iktidarı sırasında muhalif gazeteciler tutuklanırken parti içinde de hoşnutsuzluklar baş göstermiştir. Muhalif milletvekillerinin ihraçları gündeme gelmiş, istifalar birbirini izlemiştir. Bu huzursuzlukların baş göstermesinde ekonomik sıkıntılar kadar dış politika da ortaya çıkan sorunlarda etkili olmuştur (Bulut, 2009: 73-79).

27 Mayıs darbesine giden süreçte en sorunlu alan hiç kuşku yok ki iktidar- muhalefet ilişkilerinde ortaya çıkmış ve bu ilişkilerin seyri darbe sürecine ciddi bir katkı sağlamıştır. DP iktidara gelmeden önce, yani muhalefette iken CHP’nin izlediği muhalefeti yok sayıcı, sindirici, gelişmesini önleyici ve ona tahammül edilemeyen politikanın bir benzeri DP tarafından CHP ve diğer muhalefetteki partilere uygulanmıştır. 10 yıllık DP iktidarının ordu açısından endişe yaratan ilk özelliği, 1954’ten itibaren muhalefet ile gittikçe artan kutuplaşmadır. İktidarın “iktidar”, muhalefetin “muhalefet” anlayış ve davranışları genç subayların çoğunda çok partili yaşama ilişkin büyük bir inanç erozyonuna neden olmuştur. İktidarın gittikçe siyasal gücünü artırmasına karşın, muhalefet cephesine karşı demokratik olmayan bazı engelleme ve kısıtlamalarda bulunmaktaydı (Tan, 2008: 219).

İktidar, muhalefet cephesinin etkili bir kanadı olan üniversite ile de ilişkilerini iyi tutamamıştır, aynı zamanda muhalefet cephesinin basın kanadıyla önce iyi ilişkiler geliştirmişken, bir süre sonra bu ilişkinin de bozulduğunu görüyoruz. 1953’den itibaren hükümetin basına karşı belirli önlemler almaya başladığı görülür (Tan, 2008: 230-231).

Askeri darbeyi gerçekleştiren subayların motivasyonu ile darbe sonrasında kurulan siyasal rejim arasındaki fark oldukça büyüktür aslında. Darbe yapmak üzere bir araya gelen cunta üyelerinin başlardaki motivasyonu orduyu ıslah etmek iken, daha sonra ordu ıslahı için hükümetin değiştirilmesinin gerekliliği fark edilerek darbe yapılmıştır. Bu da, darbecilerin asıl motivasyonunun, en azından başlarda, siyasal sistemi yeniden kurgulamaktan öte orduyu ıslah etmek olduğu anlamına gelmektedir. Açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer nokta, darbeyi gerçekleştiren subayların darbe gerekçeleri ile darbe sonrasında kurulan siyasal düzen arasındaki açıklıktır. Darbeyi gerçekleştiren subayların müdahale sonrasında verdiği mülakatlar ve hayatlarının son dönemlerinde yayınladıkları hatıralardan da anlaşıldığı üzere,

subayların darbe yapma gerekçeleri karmaşıktır ve birbirinden farklılık arz etmektedir. Bu gerekçeler, askeri personelin aldığı ücretin yüksek enflasyon karşısında değer kaybederek geçim güçlüğü vb. ekonomik gerekçelere dayandırıldığı gibi, aynı ekonomi- politik dolayısıyla statüsü yükselen tüccar sınıfı ve taşra esnafı karşısında bürokrasinin (özellikle de askeri bürokrasinin) toplumsal saygınlıklarının zayıflaması gibi sosyal kaygılara da dayanmaktadır. Bu açıklamalarda, komuta kademesinin siyasetin kuklası haline gelerek askeri özerkliklerini kaybetmelerinden duyulan kurumsal hassasiyetlere gönderme yapıldığı gibi Demokrat Parti iktidarının muhalefete tahammülsüzlüğü ile kendisini gösteren baskıcı rejimden de bahsedilmektedir. Geniş bir yelpazeye yayılan bu gerekçelere bakıldığında, gerçekleştirilen müdahalenin askeri ve kişisel öncelikleri, siyasi gerekçelerinden daha fazladır. Ancak darbe sonrasında kurulan siyasal düzene bakıldığında, darbenin, esasında yeni bir siyasal düzen kurgulamak için gerekçe kılındığını ve belki de darbeyi gerçekleştiren subaylardan bağımsız ve onların amaçlarını aşan bir şekilde darbeye bir siyasal restorasyon işlevi yüklendiğini söylemek mümkündür (Ete, 2010: 137-138).

27 Mayıs darbesi koşullarının oluşmasında önemli rol oynayan nedenlerden biri de DP iktidarının izlediği ekonomik ve sosyal politikaların ülke gerçeklerine uymadığı düşüncesidir. Aslında Menderes iktidarının ilk hükümet dönemi başarılı olmuştu. Sanayii özel girişime açan ve tarıma daha fazla kaynak aktaran bir ekonomik program bu dönemde iyi ürün vermişti. Örneğin 1950-1953 yılları arasında milli gelir sabit fiyatlarla %38.9 artmıştı. 1954’ten itibaren ise enflasyon oranı ve ödemeler dengesi açığı hızla büyürken ekonomik büyüme de yavaş yavaş düşmeye başlamıştı. Ekonomik büyüme %13 civarından %4 civarına düştü ve 1955’teki ticaret açığı 1950’dekinin sekiz katına çıktı (Tan, 2008: 239).

Hükümet buna rağmen ithalat ve yatırımlara devam etmiştir. Bunu da dış borçlanma ve Merkez Bankası’nın para basmasıyla karşılamıştır. Sonuçta enflasyon giderek artmış, 1950’de %3 olan enflasyon oranı 1958’de %20’ye çıkmıştır. Bu da daha çok kentlerdeki ücretli, maaşlı ve tüketicileri vurmuştur. Ağustos 1958’hükümet daha fazla dış borca o kadar aşırı gereksinim duyuyordu ki 1955’ten beri direndiği IMF’nin isteklerine razı olmuştur. Türk Lirası’nın değeri düşürülmüş, borçlar için yeni bir ödeme planı yapılmış ve fiyatlar yükseltilmiştir. Türk ekonomisi daralarak, küçülmüş ve sabit ücretlilerin ekonomik durumları kötüleşmişti (Tan, 2008: 240).

Cumhuriyet tarihindeki bu ilk askeri müdahalenin meydana gelmesinde ekonomik ve siyasal temeldeki sebeplerin yanında Cumhuriyet’in asker ve sivil elitlerinin statü ve itibar kaybının bu askeri müdahaleye zemin hazırladığı daha önce değinmiştik. Davut Dursun’a göre, Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar (çevre) arasındaki fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerinden yükselmesi ve her iki kesimin de temsilcilerinin demokratik tutumlara öncelik tanımaması darbeyi beslemiştir. 27 Mayıs’ın önderlerinden Alparslan Türkeş’in kişisel kanaati ise 1960 öncesi subaylık mesleğinin bir mahkûmiyet ve mahrumiyet mesleği haline getirildiğidir. Bu anlamda Türkeş’in, gittikçe artan ekonomik sıkıntının ve kötü siyasal gidişin darbeyi kaçınılmaz kıldığını belirtmesiyle bir bakıma bir asker olarak O’nun gözünde tüm suçun sivil liderlerde olduğu değerlendirmesine ulaşılabilir (Burak, 2011: 51-52).

Müdahalenin dış destek etkisini de ele alalım. 1950’den sonra ABD doğudaki sınır kapısı olarak Türkiye’ye NATO aracılığı ile büyük yatırımlar yapmıştır. Çünkü soğuk savaş teorisinde Türkiye’nin Rusya karşısında tampon olacak şekilde güçlendirilmesi gerekiyordu. Türkiye’nin tarımı, sanayisi ve genel olarak ekonomik yapısı ABD’nin büyük katkılarıyla beslenmiş ve büyütülmüştür. Ne zamana kadar? DP iktidarının Türkiye’yi, elde ettiği paralarla büyük bir sanayi ülkesi haline getirme çabasına girene kadar. Ne zaman ki Menderes iktidarı “biz sanayi yapmak istiyoruz, sanayimizi geliştirmek istiyoruz, Türkiye’yi kendi kendisine yetecek, kendi ayakları üstünde durabilecek bir sanayi ülkesi haline getirmek istiyoruz” demiştir, o zaman Menderes’le ABD’nin ilişkisi kötüye doğru gitmeye başlamıştır.Çünkü ABD, o dönemdeki IMF raporlarında Türkiye’yi bir tarım ülkesi olarak görmüş ve bir tahıl deposu olacak şekilde ekonomiyle yönetilen bir ülke olarak görmek istenmiştir. O dönemde Adnan Menderes, “Amerika bize istediğimiz desteği sağlamıyorsa, biz de gider Rusya’yla ya da dünyanın başka yerlerindeki dostlarımızla ilişki kurar, onlardan bu destekleri sağlarız ve kendi kafamızdaki modeli bu şekilde ortaya koyarız”, demiştir. Bu ne şekilde ortaya çıkmıştı? 1960'ların öncesinde o dönemin ClA’le çok yakından ilgili meşhur gazetecisi Cyrus Suizberger Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’de “Adnan Menderes iktidarı ateşle oynamaktadır” demiştir. Niye ateşle oynamakta? Çünkü sanayi yapmak istemektedir, çünkü Amerika’nın desteğine ihtiyaç duymadığını belli etmektedir. Cyrus Suizberger 1960 darbesinden önce Türkiye’ye gelmiş ve bu raporları

Ayrıca Balkan Paktının istenilen sonucu vermemesi, 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs sorununun gündeme gelmesi gibi meseleler DP iktidarını oldukça yıpratmıştır. Dış ticaret rejimi kayıt altına alınmış, ödemeler dengesi açığını kapatmak için ABD’den ek kredi istenmiş, Menderes ekonomik destek bulabilmek için birtakım dış geziler yapmıştır. DP’den ayrılan milletvekilleri ise Hürriyet Partisini oluşturmuşlardır. Parti içindeki anlaşmazlıkların alevlendiği bu dönemde DP’ye yöneltilen en önemli suçlama “demokrasiden uzaklaşmak” olmuştur. DP’nin kurucularından Fuat Köprülünün 1957 seçimleri öncesinde istifa ederek muhalefete destek vermesi ise parti için en büyük darbe olmuştur (Bulut, 2009: 78).

1960 ‘a gelindiğinde ise iktidar ve muhalefet arasındaki gerginlik iyice artmış, muhalefet DP’yi baskı rejimi kurmakla suçlarken, DP iktidarı ise muhalefeti “ihtilal” çığırtkanlığı yapmakla suçlamıştır. Siyasi ortamın giderek gerginleştiği bu dönemde DP meclis grubunun “CHP’nin yasa dışı yöntemlerle siyaset yaptığı ve bazı basın organları tarafından da desteklendiği” iddiası ile on beş kişilik bir soruşturma kurulu oluşturulmasını kararlaştırmıştır. Kurulan Tahkikat Komisyonu siyasi faaliyetlerle beraber kendi çalışmalarıyla ilgili haber ve değerlendirmelere de yasak getirmiştir. 27 Nisan da bu kurulun yetkilerini genişleten yasanın çıkması ile birlikte İstanbul ve Ankara’daki öğrenci olayları hükümetin tutumunu daha da sertleştirmiştir. Sıkıyönetimin ilanına rağmen dinmeyen tepkiler ve ordunun açık bir şekilde ortaya koyduğu hoşnutsuzluğa rağmen iktidarın sorunlara çözüm bulamaması 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile neticelenmiştir (Bulut, 2009: 79).

27 Mayıs ile birlikte Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) 1 sayılı kararıyla TBMM feshedilirken; TBMM’nin bütün hak ve yetkileri MBK’ye verildi. 27 sayılı tebliğ ile Cemal Gürsel’in Başbakanlığı’nda 3 asker ve 14 sivilden oluşan MBK Hükümeti kurulmuştur. DP kapatılmıştır, Anayasayı ihlalle suçlanan DP, aynı isimle açılamayacaktır. MBK, 13 Ocak 1961 günü siyasi faaliyetleri serbest bırakmıştır. DP’nin kapatılmasından sonra DP’nin oylarına sahip olmak maksadıyla, merkez sağda 11 Şubat 1961’de Ragıp Gümüşpala’nın genel başkanlığında Adalet Partisi, 13 Şubat’ta Ekrem Alican’ın genel başkanlığında Yeni Türkiye Partisi kurulmuştur (Çavuşoğlu, 2009: 166).

Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülke yönetimini ele alması ve 1961 Anayasası ile birlikte Türk siyasi hayatı yeni bir dönemece girmiştir. Anayasa yapma yetkisine sahip olan Kurucu Meclise DP yanlısı kişiler alınmamış ve Temsilciler meclisinde de bu görüşün temsilcileri yer almamıştır. On yıl boyunca mecliste ağırlıklı bir oranda temsil edilmiş bir siyasi iradenin anayasa yapma sürecine katılamaması bu anayasanın kabullenilmesini oldukça zorlaştırmıştır. 1980 müdahalesine kadar Türkiye gündeminden anayasa tartışmaları eksik olmamıştır (Bulut, 2009: 73-79).

1960 Müdahalesini gerçekleştiren Darbeci subayların açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, darbe sonrasında nasıl bir rejim kurgulayacaklarını bilemeyen darbeciler, CHP döneminin siyasal seçkinlerini (bürokrasi-aydın) göreve davet etmiş ve onlar da ilk iş olarak, CHP’nin muhalefetteyken temel ilkelerini belirlediği anayasal düzeni yeniden inşa etmişlerdir. Ortaya çıkan anayasa, CHP’nin 1959’da İlk Hedefler Beyannamesi ile büyük benzerlikler göstermektedir. Anayasa yazımından sorumlu Kurucu Meclis, büyük oranda, CHP’lilerden ve tek parti döneminde CHP’nin kurduğu elit koalisyonunda yer alan zümrelerden oluşmuştur (Ete, 2010: 138).

2.1.4. 12 Mart 1971 Müdahalesi

1961 Anayasası’yla birlikte Silahlı Kuvvetler, anayasal bir kurum olan MGK aracılığıyla Bakanlar Kurulu’na eş düzeyde bir konuma yerleştirilmiştir. Böylece MGK Bakanlar Kurulu ile askeri bürokrasi arasında bağlantı da kuran bir kurum durumuna getirilmiştir. Öte yandan bu yeniden yapılanan sosyal, ekonomik ve siyasal yapının dışında, ordudaki müdahaleci hareketler de hala devam etmekteydi. 22 Şubat 1962’de ve 20 Mayıs 1963’te Talat Aydemir darbe girişimlerinde bulunmuş fakat başarılı olamamıştı. Özellikle 1962 ve 1963 arası dönemde çeşitli komplo hareketleri gözlemlenmektedir. Ancak yeni bir müdahale vuku bulmamıştır. 1963’teki başarısız darbe teşebbüssünden sonra göreli bir asker- sivil uzlaşısından söz etmek mümkündür. Genel olarak muhtıra öncesi bu dönem, Türkiye ekonomisinin ve karakterinin çok büyük bir değişim geçirdiği yıllara tekabül etmektedir, zira liberal siyaset dışında, Türkiye’nin 1960’lardan önceki ağırlıklı tarımsal ülke olma niteliği de değişmiştir ve on yılın sonunda güçlü bir sanayi sektörü oluşmuştur. Sermayenin gayrisafi milli hâsılaya

göç olgusu izlemiştir. 12 Mart Muhtırası’nın en önemli sebebi 1969 seçimleri olarak görülebilir. Bu seçimler sol kesimin demokrasiye ve parlamentarizme karşı daha da soğuk olmasına neden olurken askerleri mevcut çerçeveyi korumaya yöneltmiş, böylece 1961 sonrasında birlikte hareket edenler, birbirlerine ters düşmüşlerdir. 1969 sonrası, AP ve diğer sağ partilerin demokratik yollarla iktidardan uzaklaştırılmasının hayli güç olduğu anlaşılınca, sol kesimdeki darbeci eğilimler yoğunluk kazanmıştır ve demokratik gelişmeyi savunanlar, solda oldukça azalmışlardır (Burak, 2011: 56).

12 Mart muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen dördüncü, başarılı olmuş ikinci ve emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askeri darbe eylemidir. 12 Mart Muhtırası, 12 Mart 1971 tarihinde; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur’un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra vererek hükümetin istifaya zorlandığı askeri müdahaledir.15 Ekim 1961 tarihinde seçimleri; Türk siyasal yaşamında uzun süre devam edecek olan koalisyon hükümetlerinin başlangıcını oluşturmaktadır. Seçim sisteminin değişmiş olması nedeniyle, tek başına hiçbir partinin iktidar olması mümkün olmayınca 1961 yılında AP %34,8 ve CHP %36,7 oy alarak koalisyon hükümeti kurulmuştur. 26 Ekim’de yeni Meclis, Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı olarak seçmiştir. Gürsel, İsmet İnönü’yü başbakanlıkla görevlendirmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi ile Adalet Partisi ortak hükümeti 20 Kasım’da kurulmuştur. 20 Kasım 1961’de kurulan CHP ve AP koalisyonu, eski DP’lilerin bağışlanması ve iki parti arasındaki toplumsal ve ekonomik anlaşmazlıklar nedeniyle daha bir yılı tamamlamadan 30 Mayıs 1962 tarihinde bozulmuştu (politika dergisi.com).

27 Mayıs darbesinden sonra yapılan 1961,1965, 1969, 1973, 1977 seçimlerinden sadece 1965 ve 1969 seçimlerinde tek parti iktidarı söz konusu olmuştur (meclis araştırma raporu: 386). 1965 seçimleri milli bakiye sistemine göre yapılmıştır. Amaç küçük partilerinde parlamentoda temsilini olanaklı kılmaktır. Seçmenlerinden bir kısmının sola yöneldiği CHP, dönemde ‘ortanın solu’ olduğu belirten ancak her hangi sol temelli ekonomi anlayışının aslında yer almadığı bir tutum içine gitmiş ve halk tarafından komünistlik ile suçlanmıştır. 1965 seçimlerinde AP tek başına iktidara gelmiştir. Bu seçimin diğer bir özelliği ise Türk Solunun TBMM de yer alması idi.

Şimdiye kadar illegal yollarla örgütlenmek zorunda kalan TİP, artık meşru yollarla parlamentoda kendini ifade etme hakkı kazanmıştı (meclis araştırma raporu: 386-387).

1968 yılında seçimlerin yenilenmesi kararı alınmıştır. Ancak bu seçim dönemi oldukça gergin ve kanlı geçmiştir. Çıkan olaylarda 15 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmıştır. Isparta Şarkikaraağaç’ta AP ve CHP’liler arasında meydan kavgası çıkmıştır. Zaten kavgaların çoğu AP ve CHP’li seçmenler tarafından çıkarılmakta idi. 1969 seçimlerinin katılım oranı %64.35 olarak kayıtlara geçmiştir. Barajsız d’Hondt sistemi uygulanmıştır. Türk solu ağır bir yenilgiye uğramıştır ve AP tek başına sandıktan çıkmıştır (meclis araştırma raporu: 389).

1969 seçimlerinde AP’nin sandalye sayısı artış göstermiştir. Meclise 13 tane bağımsız milletvekili girmiştir bunlardan biri de Necmettin Erbakan’dır. 1970 yılında Necmettin Erbakan Milli Nizam Partisi’ni kurmuştur. 1969seçimleri sol açısından tam bir başarısızlık olmuştur denilebilir. Seçimleri AP’nin tekrar tek başına kazanması parlamento dışında muhalefeti arttırmıştır. Öğrenci grupları okul içinde ve dışında patlamaya hazır bir bomba görünümü kazanmıştır. Asıl ilginç olay AP’nin iktidar olmasını izleyen 100.günde yaşanmıştır. AP iktidar olduktan 100 gün sonra kendi içindeki 41 milletvekilinin 1970 bütçesinin onaylanması esnasında CHP ile hareket ederek olumsuz oy vermesi sonucunda istifaya zorlanmıştır. Bu durum Türk siyasal hayatında ilk kez görülen bir olaydır. Tüm bu gerginlik, üniversite olayları, ülke genelinde süren boykotlar eşliğinde 3. Demirel Hükümeti kurulmuştur. Ancak ülke içi karışıklıklar nedeniyle 1 yıl sonra muhtıra ile bitecek bir dönem ülkeyi beklemektedir (meclis araştırma raporu: 390).

12 Mart muhtırası için üç öğenin bir araya geldiği söylenebilir. Birincisi, Demirel’in iktidarını yitirdiğine ve hükümetin bozulan kamu düzeninin ve siyasi terörizmdeki artışın üstesinden gelemeyeceğine üst düzey komutanların inanmasıydı. İkincisi, birçok subayın, hükümetin kabahati olarak gördükleri şeylerin sorumluluğunu yüklenmeye isteksiz olduğunu düşünmesiydi. Birçok subay, ancak27 Mayıs darbesini esinleyen toplumsal ve ekonomik reformizmin gerçekten uygulamaya konulması halinde huzursuzluğun temel nedenlerinin ortadan kaldırılabileceğini düşünmekteydi. Üçüncüsü, silahlı kuvvetler içinde, liberal demokratik bir sistemde gerçek hiçbir ilerlemenin sağlanamayacağı sonucuna varan kimi grupların varlığıydı. 1960-

1961’inradikalleri gibi bunlar da, Türkiye’yi daha eşitlikçi, daha bağımsız ve daha “modern” yapacağına inandıkları otoriter bir rejimin kurulmasını savunmaktaydılar. Daha önce olduğu gibi, üst düzey komutanların büyük çoğunluğu bu düşünceyi desteklememiş; fakat radikallerin yönetimi devralmasını önleme gayreti içine girmişlerdir ve salt önlerini kesmek için olsa bile, kimi önlemler almaları gerektiği kanaatine varmışlardır (Tan, 2008: 337).

1971 yılıyla birlikte olaylar değişik boyutlar kazanarak tırmanmıştır. Banka soymalar ve yabancı misyon adamlarını kaçırıp fidye isteme veya öldürme olayları hız kazanmıştır. Bu olaylar hız kazanırken iki örgütün ismi ön plana çıkmaktaydı. Bunlar; Türkiye Halk Kurtuluşu Ordusu (THKO) ve Devrimci Gençlik (DEV-GEÇN)’ti.Diğer taraftan, iki süper devletin kozlarını Orta Doğu’da paylaşmaya başlamaları,Türkiye bakımından yeni sorunlara neden olmuş ve bu mücadelede Türkiye’nin şu ya da bu şekilde kullanılması konuşulur olmaya başlamıştı. Geçmişe oranla Türkiye’nin daha az bağımlı bir dış politika izlemesi, bu dönemde ABD'nin Türkiye’ye karşı “kırgınlık” belirtileri göstermesine neden olmuştur. Ayrıca 12 Mart Muhtırası’nın altında imzası bulunan dört generalden biri olan HKK Muhsin Batur’un muhtıranın hemen öncesinde yanına karargâhtan kimseyi almadan ABD’ye yapmış olduğu ziyaret kafalarda soru işareti oluşturmuştur. 12 Mart 1971 öncesinde ABD’nin Türkiye’den haşhaş ekiminin yasaklamasını istemesi, bunu Demirel hükümetince ilke olarak reddedilmesi, ancak 12 Mart yönetiminin bu isteği kabul etmesi de dikkatten kaçmamıştır. İlginçtir ki, haşhaş ekimi yasağı, o yıllarda her konuda birbirine ters düşen Demirel ve Ecevit’in üzerinde görüş birliğine vardıkları ender konulardan biridir. Ve her ikisi de haşhaş ile 12 Mart arasında bağlantı kurarak müdahalenin ABD ile bağlantısını doğrulamaktadırlar. Bu konuda Ecevit şu açıklamayı yapmıştır; “ Gerek CHP Genel Sekreteri olarak gerek daha

Benzer Belgeler