• Sonuç bulunamadı

SEVİYELİ İNSANIN VASIFLARI

Güzel vasıfları fıtratımıza mâl etme hususunda nasıl bir yol izlemeliyiz?

İster ahlâk-ı âliye, ister ibadet hayatımıza ait hususlar-da ciddiyet ve vakar, temkin ve itminan insanı olmamız ve bu vasıfları fıtratımızın bir buudu hâline getirerek benliği-mizle bütünleştirmemiz şarttır. Ne var ki, bunu elde ede-bilmek ve bu seviyeye çıkaede-bilmek, çıktıktan sonra da onu koruyabilmek oldukça zordur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu vasıfları fıtratımızın bir buudu hâline getirmek için bizlere yol gösterme istikametinde buyuru-yorlar ki: “Bu Kur’ân hüzünle inmiştir. Onu okurken ağlayın.

Şayet ağlayamıyor iseniz, kendinizi ağlamaya zorlayın.” Yani Kur’ân’ı huzur-u kalb ile ve itminan-ı nefisle okuyun. Bu tespitten hareketle, yukarıda bahis mevzuu edilen vasıfları kazanmada önce sun’î adımlar atabilirsiniz. Yalnız bu me-selenin derinliğine vâkıf olmayan insanlar tarafından ten-kit edilebilir. Ancak sizler O’na ulaşmak için çıktığınız bu yolda, böylesi şeylere takılıp kalmamalısınız. Ahlâk-ı âliye adına zikredegeldiğimiz düşünceler içinde bazı misaller ve-rerek mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Az konuşma,

güzel ahlâka ait prensiplerin -zannediyorum- başında ge-lir. Efendimiz’in beyanına göre çok konuşanın çok sakata-tı olur. İşte bu çok sakatat da hiç farkına varılmadık şe-kilde insanı Cehennem’e götürür. Onun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine soru sorulmadan ya da bir maslahat gözetmeden asla konuşmazdı. O’ndan bu dersi alan sahabe-i izâm hazerâtı da hep aynı şekilde hare-ket ederdi. Meselâ, sadakat kahramanı Hz. Ebû Bekir -sa-hih kaynaklarda şimdiye kadar rastlamadığım ama doğru olmasa bile, hiç yadırgamadığım ve yadırgamayacağım bir menkıbeye göre-ulu orta konuşmamak için ağzına küçük bir taş koyarmış; konuşması gerektiği zaman onu çıkartır, konuşur, sonra tekrar koyarmış. Evet, onun gibi bir tem-kin insanı, kendini zapturapt altına almak için böyle bir şey yapmış olabilir. Bu menkıbeye, sahih kaynaklara da-yanarak hicretten sonra, Hz. Ebû Bekir’in Nebiler Serveri Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birkaç yüz kelimeyi geçmeyen konuşmaları mesnet olarak gösterilebilir. İnsan kalbî, ruhî ve fikrî hayatı adına bir şey-ler anlatıyor, anlattığı şeyşey-lerle muhataplarının ufkunu açı-yorsa, onun konuşmasında yarar vardır. Aksi hâlde, bütün konuşmaları israf-ı kelâm cümlesi içinde mütalâa edilebi-lir. Rica ederim, akan bir derenin kenarında abdest alırken suyu israf etmemeyi emreden bir dinin, insan için sudan çok daha önemli cevher gibi kelimelerini israf etmesi na-sıl caiz olabilir! Öyleyse hiçbir gereği yokken bir mânâ ifa-de etmeyen boş ve abes yere konuşmalara çok rahatlıkla sakıncalı nazarıyla bakabiliriz. Meselâ; “Buradan taksiye

bindik; Akhisar’a, oradan Balıkesir’e gittik. Balıkesir’in içinde iken bir tır yanımızdan geçti... vs.” Böyle Dudu ni-neler gibi durmadan, hiçbir şey vaad etmeyen ve muhteva derinliği olmayan sözlerle laf ebeliği yapmak elbette mah-zurludur. O hâlde yeme, içme, giyim ve kuşamda olduğu gibi, konuşmada da iktisadî olacak, şu tema, şu anafikir kaç kelime ile anlatılabilir, hesap edilecek ve öyle konuşu-lacaktır. Öyle konuşulacaktır ki, kat’iyen israf-ı kelâm ve bu suretle israf-ı zaman olmasın. Zaten ehlullah “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taam”, “kıllet-i menâm” diyerek insanın dünya ve ukbâ hayatı adına bu çok önemli üç meseleyi, kendilerine düstur-u hayat edinmişlerdir. İşte böyle sözü tartarak, süzerek, ağızdan çıkacak her kelimeyi düşünceye vize ettirerek konuşma bir ahlâk işidir. İnsanın bu ahlâkı kazanabilmesi ve fıtratının bir parçası hâline getirebilme-si de bir hayli zaman ve bir hayli çaba ister. Bunun gibi, dünyevî hazları terk edip, cismanî meyillere karşı koyma mânâlarına gelen “zühd” de bir ahlâk olarak çok önemli-dir. Tasavvufta çok ciddî bir yere sahip olan zühdün ge-nel çerçevesi, tasavvuf düşüncesinin bir ekol, bir mek-tep olarak ele alınmasından çok daha önceleri, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından bir ruh ve mânâ olarak belirlenmiştir. Üstad’ın konuya yaklaşımını da işin içine katacak olursak, “dünyayı kesben değil, kalben terk etme”, dünya ve mâfîhâya iltifat etmeme, dünyevî her-hangi bir beklenti içine girmeden ve geride hiçbir şey bı-rakmadan ahirete intikal edebilme anlamında bir zühd,

her mü’minin hele hele günümüzde hak ve hakikate adan-mış ruhların vazgeçilmez bir vasfı olmalıdır.

Başlangıçta mal-menal, makam-mansıp, şöhret vs.

bütün yönleriyle dünyaya karşı böyle bir tavır belirleme çok zor olabilir. Ama bu düşünce, küçük şeylerden baş-layıp büyük şeylere doğru işletile işletile bir gün gelir ki, insanın lâzım-ı gayr-i mufârıkı olur. Yani insan, “Bugün bir elbisem var, ikinci bir elbisem olmasına gerek yok.

Aksi hâlde yarın üçüncüsünü, dördüncüsünü ister ve bu Karun ahlâkı bir gün bütün hayatımı sarar.” diye düşün-meli ve bu mânâda peygamber ahlâkı olan zühdü işlete işlete onu hayatına mâl etmelidir. Güzel ahlâka ait bu iki örneğin yanı sıra ciddî olma, gözünü haramdan sakınma, kibre girmeme gibi daha nice vasıflar sayılabilir. İbadete gelince; meselâ namaz. Namazı öncelikle vaktinde eda etmekten başlayıp, onu duya duya, âdeta yudumlaya yu-dumlaya kılma da, aynı şekilde bir temrinat meselesidir.

Yani insanın namazını sırtından bir yük atıyorcasına ker-hen kılması değil de, Allah’ın icabet kapılarını kendisine açabilecek bir seviyede aşk ve şevkle, duya duya kılması elbette birden ulaşılabilecek bir zirve değildir. Fakat in-san, onu da işlete işlete fıtratına mâl edebilir; daha doğ-rusu etmek zorundadır. Netice itibarıyla; insan, hayatı-nın bütününü nefsinin serazat arzu ve isteklerine rağmen, iradesinin hakkını vererek yaşamalıdır. Bunun için de in-sanı insan yapan vasıfları, Kur’ân’ın ve Sünnet’in rehber-liğinde, fıtratının bir parçası hâline getirmeli ve onları ha-yatına hayat kılmalıdır.