• Sonuç bulunamadı

HAYALDE İSTİKAMET

İstikamet-i hayali nasıl temin ederiz? Tavsiyeleriniz nelerdir?

Hayal, insanın herhangi bir şeyi zihninde tasavvur ve taakkulüstü canlandırmasıdır. Onun biraz ötesine ve ha-kikatten uzak olanına ve bu arada mühmeli sayılan şe-ye de meyal denir ki, Türkçe’de bu ikisi birden “hayal-meyal” şeklinde ifade edilir. Çoğu defa rüyalar, onlardan daha gerçek olmalarına rağmen, bazen galat olarak ikisine birden “hülya” denir. Hâlbuki rüyalar, İslâmî anlayış çer-çevesinde değerlendirildiği zaman, çok defa gerçek bir yö-nü olduğu da görülür. Zira onlar, gözlerin âlem-i şehadete kapandığı anda, âlem-i misale açılan pencere ve menfez-lerden ruhumuza sızan levhalardır. Hayal, tıpkı düşünce ve tefekkürde olduğu gibi, azme, ideale... ait hususlarla ilgili olduğu zaman iyi ve faydalı, çirkin ve çirkef şeylere ait olduğu zaman da kötü ve zararlıdır. Hususiyle genç di-mağlarda nefse ve hevesata ait hayal ve tasavvurlar, onları öyle olmayacak fenalıklara sürüklerler ki, bir daha kendi-lerini toplamaları çok zor olur. Hatta bazen daha taptaze bir dimağ iken sararıp giderler. Bu bakımdan, her günah

içinde küfre giden bir yolun olduğu gibi, içinde fesat ve fücur olan her hayal de sahibini fıska ve dalâlete çekip gö-türen zihnî bir gulyabanidir. Burada, insanın kötü şeyleri aklından geçirmekle muaheze edilip edilmeyeceği sorusu akla gelebilir. Hemen şunu ifade edelim ki, bu tamamen sübjektif ve her insanın kendi seviyesiyle alâkalı bir me-seledir. Şöyle ki, meselâ bazı insanlar âdeta bütün duygu ve düşünceleri itibarıyla Allah’a ve O’na ait değerlere gö-re kurulmuş ve planlanmış gibidirler. Bu yönüyle de sanki onların beyin ve hafızaları, Cenâb-ı Hak tarafından karan-tina altına alınmış, şeytan ve şeytanî düşüncelere kapalı bir disket hâline getirilmiş gibidir. Her yönüyle ilâhî rahmet, ilâhî hıfz ve kelâetin sıyanetinde olan bu ruhlar, şeytanın:

“Rabbim! Beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdı racağım. Ancak ihlâslı kulların müstesna.” diye tavsif ettiği ve buna karşı-lık Cenâb-ı Hakk’ın: “İşte Bana varan dosdoğru yol budur.

Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.”

dediği, Cenâb-ı Hakk’ın has kullarıdır. Dolayısıyla başka türlü mülâhazaların, onların zihinlerini meşgul etmesi az görülen şeylerdendir. Onların bu türlü şeylere iradî olarak tevessülleri ise beyinlerine bir matkap salarak fısk ve fücu-ru kendi düşünce dünyalarına taşımaları anlamına gelir ki, bu durumda da hemen ilâhî bir tokatla uyarılmaları kaçı-nılmaz olur. Bu tokat, küçük bir dikenin yolda ayaklarına batması olabileceği gibi, büyük bir belânın tokmak gibi başlarına inmesi şeklinde de tecellî edebilir. Ama her iki-sinde de kastedilen mânâ şudur: “Zinhar, bu türlü şeylere

girmeyin!” Ancak bir de günah virüsü disketin içine sirayet etti mi, artık ondaki plan, program adına ne varsa, hepsi birden tehlike sath-ı mâiline girmiş demektir ki bundan geri dönülmesi oldukça zordur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, insanın kötülüğe niyet edip yapmadığı zaman, bir sevap kazanacağını, başka bir hadislerinde ise, fenalığa niyet edip yapmadığı hâlde gü-nah kazanacağını bildirir. Bu iki hadiste kastedilen mânâ telif edildiği zaman, birinci hadisin bizim gibi avam insan-lara karşı söylenmiş, ikinci hadis-i şerifin ise, Allah tara-fından bol bol lütuflarla serfiraz kılınmış ve o lütuflar he-lezonunda yükselmiş insanlara yöneltilmiş bir hitap oldu-ğu anlaşılır. Çünkü o insanın fenalıkları zihninde tasavvur etmesi, Allah’a kurbiyetle telif edilemeyeceğinden o, aksi bir hükümle cezalandırılır. Yine önemli (önemli olduğu kadar kudsî) bir mekânda bulunup, kendilerinden sadece okuma, düşünme, iman ve Kur’ân hizmetinde çalışmakla Allah’a kurbiyet kesbetme beklenen insanların, bu türlü fısk u fücura girmesi, çarşıya-pazara çıktıklarında gözleri-ne dikkat etmemeleri, Allah’ın kendilerigözleri-ne karşı onca hıfz, himaye ve kelâetine saygısızlık olacağından, daha büyük tokatlara sebep olabilir. Onlar, bu türlü şeylere maruz kal-dıklarında, şeytandan bir ok yemiş gibi hemen Allah’a te-veccüh etmeli ve: “Estağfirullah yâ Rabbi!” demelidirler...

Evet, işte “Bu türlü mülâhazalar, bazı kullar için, vesile-i muahezedir.” diyebiliriz. Nitekim tasavvufta meşhur bir söz vardır: َ ِ َّ َ ُ ْا ُتٰאِّ َ ِراَ َْ ْا ُتאَ َ َ “Ebrarın hasenâtı, iyi-likleri, mukarrabînin günahlarıdır.” Bu da teferruatta şer’î

kıstasların, bazı insanlara göre değişmesi demektir. Evet, bazı kimseler vardır ki konumları itibarıyla, daima hıfz u eman altındadır ve onlardan da bu himayeye karşı vefa-lı davranmaları beklenir. Kasdî ve iradî olmaksızın, vazife icabı bu türlü şeylere tevessül eden Müslümanların dün-yada başlarına bir şey gelmiyorsa, ümidimiz, -inşâallah- ahirette daha büyük cezaya çarptırılacaklarından değildir.

Zaten bizim de suizan edip öyle düşünmemiz hiçbir zaman doğru olmaz. Zira bu insanlar, vazife icabı toplumun içine girmekte ve görevlerini ancak bu şekilde yürütebilmekte-dirler. Dolayısıyla: “Toplumun içinde kalıp da ondan gelenlere katlanmak, tek başına olmaktan daha hayırlıdır.” hadisi, onlar için bir sığınak sayılabilir. Böyle bir hayır arama düşün-cesiyle, ister okulda talebe ya da hoca olarak görev yap-sınlar, ister çarşıda esnaflık, isterse başka yerde çalışyap-sınlar, kasdî olarak bu türlü şeylere tevessül etmedikleri müddet-çe, tıpkı sokakta gezerken paçalara sıçrayan çamurun na-maza engel olmadığı gibi bu durum da onlar için sorum-luluk vesilesi olmaz. Çünkü zaruret anında mahzurlu şeyler -zaruret miktarınca- mubahtır. Fakat bir mecburiyet olma-dan, kasdî ve iradî olarak bu türlü şeylere kapı aralanır-sa, o zaman da Cenâb-ı Hak burada sormasa bile, ahiret-te sorabilir; dünyada sorulması ehven; ahiretahiret-te sorulma-sı ise, daha eşed/şiddetlidir. Dolayısorulma-sıyla, özellikle Cenâb-ı Hakk’ın has dairesi içinde bulunan kişilerin, içtimaî mü-nasebetlerinde olabildiğince dikkatli olmaları ve iktisat et-meleri gerekmektedir. Bu sebeple bu mevzuda hassasiyet gösterenleri hafife almak kesinlikle doğru değildir. Zira

biz, yıllardan beri bu insanlara Efendimiz’in, sahabenin ve onlardan sonra gelen diğer büyüklerimizin bu tür mevzu-lardaki hassasiyetlerini anlatmış ve dinin asırlardan beri yıkılan kalesini tamire çalışan arkadaşlar olarak, hiçbir şe-kilde gayr-i meşru tavır içine girmeden bu yolda yürüme-ye kararlı olduklarını vurgulamışızdır. Bu hassasiyürüme-yet, dini-mizin bir emridir ve bunlardan taviz vermemiz de müm-kün değildir.