• Sonuç bulunamadı

Yirmi Yedinci Söz’ün, içtihada mâni esbabın beşinci sebebinin üçüncü noktasının üçüncü misalinin hâşiyesidir.

Mühim bir suâl:

Bazı ehl-i tahkik derler ki; “Elfâz-ı Kur’âniye ve zikriye ve sâir tesbihlerin her biri, mü-teaddit cihetlerle insanın letâif-i mâneviyesini ten-vir eder, mânevî gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir li-bastır; değiştirilse, her tâife kendi lisanıyla o mana-lara elfâz giydirse, daha nâfi olmaz mı?”

Elcevap:

Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı nebeviyenin lafızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibi-dir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değişti-rilir.. fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nâm olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez!

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet

Alem: Alâmet, nişan.

Câmid: Cansız.

Ehl-i tahkik: Gerçeği araş-tırıp, delillere dayanarak bil-diren âlimler.

Elfaz: Lafızlar, kelimeler.

Elfâz-ı Kur’âniye ve zikri-ye: Kur’ân-ı Kerim ve du-alarda geçen lafızlar, keli-meler.

Elfâz-ı mübareke: Bereketli kelimeler, lafızlar.

Esbab: Sebepler.

Hâlet: Hal, durum.

Haşiye: Dipnot, açıklama.

Hayattar: Canlı, diri.

İçtihad: Dînî kaynaklardan dine ait hüküm çıkarma.

Letâif-i mâneviye: Manevi duyular.

Libas: Elbise.

Mânâ-yı örfî: Toplumca bi-linen, kullanılan anlam.

Mürur-u zaman: Zaman aşı-mı, uzun zaman geçmesi.

Müteaddit: Birçok, çeşitli.

Nâfi: Faydalı.

Tenvir etmek: Aydınlatmak, nurlandırmak.

Tesbihât-ı Nebeviye: Hz.

Peygamber Efendimiz’in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) duaları, zikirleri.

Yirmi Altıncı Mektup / Dördüncü Mebhas 43

şudur ki: Sûre-i İhlâs’ı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum.1 Gördüm ki, bendeki mânevî duygu-ların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, du-rur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da du-rur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar ba-zı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder ve hâkezâ… Git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha manaya ve tet-kikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet, kuvve-i müfekkire-ye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer ma-nayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o de-vam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değil-ler; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterir-ler. Ve o cilt hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü ilâhî olduğunu tahattur et-mekle, dâimî bir feyze medardır.

1 İhlâs sûresi’ni muhtelif sayılarda okumanın faziletlerine dair bkz: Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 11; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/437; Dârimî, fezâilü’l-fezâilü’l-Kur’ân 24.

Arabî: Arapça.

Feyz: Bereket, ihsan, lütuf.

Hâkezâ: Böylece, bunun gibi.

Kelâmullah: Allah kelamı, sözü.

Kuvve-i müfekkire: Düşün-me gücü.

Lafz-ı müşebbi’: Doyurucu, yeterli kelime.

Meâl-i icmâlî: Kısa, özlü anlam.

Medâr: Vesile, vâsıta, se-bep.

Mefhum: İfade, kavram.

Müteveccih: Yönelmiş, yö-nelik.

Sükût etmek: Susmak.

Taallüm: Öğrenme.

Tahattur: Hatırlama.

Tefehhüm: Anlama.

Tekellüm-i İlâhî: Cenâb-ı Hakk’ın konuşması, ifadesi.

Teveccüh: Yönelme.

İşte kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki;

ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakâikleri, başka li-sanla ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü menba-ı dâimî olan elfâz-ı ilâhiye ve nebeviye kaybolduktan sonra, o dâimî letâifin dâimî hisseleri de kaybolur. Hem her har-fin lâakal on sevabı zâyi olması.. ve huzur-u dâimî bü-tün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vâsıtasıyla insanların tâbirâtı ruha zul-met vermesi gibi zararlar olur.

Evet, nasıl İmam Âzam demiş: “1

ُ ّٰ ا َّ ِإ َ ٰ ِإ

tevhi-de alem ve isimdir.”

Biz de deriz:

Kelimât-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler.

Alem gibi, mana-yı luğavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyleyse değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mümine bilmesi lâzım olan mücmel mana-ları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir.

1 “Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Sâffât sûresi, 37/35; Muhammed sûresi, 47/19)

Âmi: Halktan, sıradan, her-hangi biri.

Ekseriyet-i mutlaka: Ge-nellik, çoğunluk.

Elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye:

Cenâb-ı Hakk’a ve Peygam-ber Efendimiz’e ait lafızlar, ifadeler.

Hakaik: Hakikatler.

Huzur-u daimî: Dâimî hu-zur.. Cenâb-ı Hakk’ın emri,

iradesi ve nazarı altında ha-zır olduğunun devamlı far-kında olmak.

Kelimât-ı tesbihiye ve zik-riye: Tesbih ve zikir kelime-leri.

Lâakal: En az.

Mânâ-yı lügavî: Sözlük mâ-nâsı.

Mânâ-yı örfî-i şer’î: Herkes-çe bilinen dînî anlam.

Menba-ı daimî: Devamlı akan kaynak.

Muhtasar: Kısa, özet.

Mücmel: Kısa, öz.

Şer’an: Dinin belirlediği öl-çülere göre.

Yirmi Altıncı Mektup / Dördüncü Mebhas 45

Bütün ömrünü İslâmiyet’le geçiren ve kafasını bin-ler mâlâyâniyâtla dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübare-kenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemekte nasıl mazur ola-bilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” de-nilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak, kâr-ı akıl de-ğildir!..

Hem 1

ِ ّٰ ا َنאَ ْ ُ

diyen, hangi milletten olursa olsun,

Cenâb-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Hâlbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i ta-allümünden başka, lafızdan ve lafza sirâyet eden ve im-tizaç eden meâl-i icmâlî, çok nurlara ve feyizlere medar-dır. Bahusus, tekellüm-ü ilâhî haysiyetiyle aldığı kudsi-yet ve o kudsikudsi-yetten gelen feyizler ve nurlar çok ehem-miyetlidir.

Elhâsıl: Zaruriyât-ı diniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i ilâhiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez

1 Allah’ı bütün eksikliklerden tenzih ederim.

Bahusus: Özellikle.

Elfâz-ı kudsiye-i İlâhiye:

Kutsal, İlâhî kelimeler.

Elhâsıl: Hasılı.. son olarak, netice olarak.

Hayat-ı ebediye: Ebedi, sonsuz Ahiret hayatı.

Haysiyet: İtibar.

Hisse-i taallüm: Öğrenme payı.

İkame etmek: Yerine koy-mak, yerleştirmek.

İmtizac: Karışma, birleşme.

Kudsiyet: Mukaddeslik, te-mizlik, paklık.

Mahfaza: Koruyucu kılıf, kap.

Mâlâyâniyât: Faydasız ve boş şeyler.

Sirâyet: Geçme, yayılma.

Takdis etmek: Mukaddes bilmek, Cenab-ı Hakk’ın kusursuz, pak ve her husus-ta noksansız olduğunu ifa-de etmek.

Zaruriyât-ı diniye: Dinin kesin hükümleri.

ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvak-kat ifade etseler de dâimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.

Amma nazariyât-ı diniyenin mahfazaları olan elfâzlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sâir tedris ve tâlim ve vaaz ile o ihtiyaç mündefî olur.

Elhâsıl: Lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî’nin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’âniye’nin i’câzı öyle bir tarzdadır ki; kabil-i tercüme değildir, belki muhâldir diyebilirim. Kimin şüp-hesi varsa, i’câza dair Yirmi Beşinci Söz’e müracaat et-sin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meâl nerede; hayattar, çok ci-hetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?..

Âyât: Âyetler.

Câmiiyet: Şümullü olma, kapsamlılık.

İ’câz: Mûcizeli oluş..insanla-rı benzerini yapmaktan aciz bırakan üslup.

Kabil-i tercüme: Tercümesi mümkün, çevrilebilir.

Lisan-ı Arabî: Arap Dili.

Lisan-ı nahvî: Gramer dili.

Muhal: İmkânsız.

Muvakkat: Kısa süreli, ge-çici.

Mündefî olmak: Gideril-mek.

Nâkıs: Eksik, yarım.

Nazariyât-ı diniye: Dinin teorik bilgileri.

Tâlim: Öğretme.

Tedris: Ders verme.

Teşa’ub etmek: Birçok kıs-ma, dallara ayrılmak.

Ulvî: Yüce.

Nurlardan Seçmeler - 6 47

Üçüncü Mesele Olan