Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insan-da en tehlikeli insan-damar, enâniyettir.. ve en zayıf insan-damarı insan-da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler.
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enâniyette vur-masınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki; şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde ko-şuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hak-ka hizmet edebilir. Enenin istimâlinde haklı dahi olsa; ma-demki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi
Bilmecburiye: Mecburen.
Dalâlet: Sapıklık, yanlışlık.
Desise-i şeytaniye: Şey-tanca hile, oyun.
Ehl-i dalâlet: Doğru yoldan ayrılanlar, sapık ve kâfirler.
Ehl-i hak: Hak yolda olan-lar.
Enâniyet: Benlik, gurur.
Ene: Ego.. Arapça’da “ben”
anlamında birinci teklik şa-hıs zamiri.
Felillahilhamd: “Allah’a şü-kürler olsun ki...”
Hizmet-i Kur’âniye ve îmaniye: Kur’ân-ı Kerim’e ve imana hizmet.
İdâme ettirmek: Devam ettirmek, sürdürmek.
İstimal: Kullanma.
nefis-perest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir hak-sızlıktır.
Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, eneyi kabul etmiyor. “Nahnü” istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor. Elbette kanaatiniz gel-miş ki; bu fakir kardeşiniz, ene ile meydana çıkmamış.
Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş.. ve kendini be-ğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek itti-haz etmiş.
Bununla beraber kat’î deliller ile sizlere isbat etmiştir ki; meydan-ı istifadeye vaz’edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur’ân-ı Hakîm’in tereşşuhatıdır. Hiç kimse, enesiyle onla-ra temellük edemez! Haydi farz-ı muhâl olaonla-rak ben, enem-le o eserenem-lere sahib çıkıyorum; benim bir kardeşimin dedi-ği gibi madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim nok-saniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemâl arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ulemânın
Ehl-i ilim ve kemâl: Olgun, mükemmel ilim adamları.
Farz-ı muhal: Olmuş gibi düşünme, varsayma.
Hâdim: Hizmetkâr, hizmet-çi.
Hâdim-i Kur’ânî: Kur’ân-ı Kerim’in hizmetkârı.
Hizmet-i Kur’âniye:
Kur’ân-ı Kerim hizmeti.
İstiğnâ: İstememe, tenezzül etmeme, tok gözlülük.
İttihaz etmek: Edinmek, kabul etmek.
Meydan-ı istifade: Herkesin faydalanabileceği açık alan.
Mîrî: Devlete ait, hazine malı.
Muhakkikîn-i ulemâ: Sü-rekli hakikatin peşinde, kı-lı kırk yararcasına araştıran ilim adamları.
Nahnü: Arapça’da “biz” an-lamında birinci çokluk şahıs zamiri.
Nefisperest: Nefsin arzu ve isteklerine – taparcasına- düşkün olan.
Noksaniyet: Eksiklik.
Selef-i sâlihîn: Ehl-i Sün-net’in ilk dönem rehberle-ri, güvenilir, dürüst ilim sa-hipleri.
Temellük etmek: Sahiplen-mek, kendine mâl etmek.
Tereşşuhat: Sızıntılar, dam-lalar.
Vaz’ etmek: Koymak, yer-leştirmek.
Yirmi Dokuzuncu Mektup / Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım(Hücumât-ı Sitte) 143
âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir;
fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır; fakat bir anah-tar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki, o enâniyet-i il-miyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki:
Neşrolunan Sözler, hakâik-i Kur’âniye’nin birer anahtarı ve o hakâiki inkâr etmeye çalışanların başları-na inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemâl ve kuv-vetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur’ân-ı Hakîm’e talebe ve şâkirt oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.
Haydi farz-ı muhâl olarak ben, üstadlık dâvâ etsem;
madem şimdi ehl-i imanın tabakâtını, avâmdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehâttan kurtarmak çaresini bulduk; o ulemâ ya daha kolay bir çaresini bulsun-lar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar ol-sunlar. Ulemâü’s-sû hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu za-manda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli!
Haydi farzetseniz ki; düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksat için çok zâtlar enâniyeti terk
Âsâr: Eserler.
Çendan: Gerçi, her ne ka-dar.
Ehl-i fazl ve kemâl: Erdem-li, olgun kimseler.
Ehl-i îman: İnananlar, mü’minler.
Enâniyet-i ilmiye: Biliyor olmaktan kaynaklanan ben-lik, gurur.
Hakaik-i Kur’âniye:
Kur’ân-ı Kerim’in hakikat-leri.
Havas: İleri gelenler, seç-kinler.
Hazine-i azîme: Pek büyük hazine.
İltizam: Benimseme, taraf-tar olma.
Neşr olmak: Yayımlanmak.
Şâkird: Öğrenci.
Şübehat: Şüpheler.
Tehdid-i azîm: Çok büyük tehdit.
Ulemâu’s-sû: Gerçekleri, menfaatleri için bile bile giz-leyen, insanlara kötü örnek olan ilim adamları.
Vâfi: Yeterli.
edip, firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadâkatla etrafına toplanıp, şiddetli bir tesânüdle iş gördükleri hâlde.. acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve hakâik-i imaniye etra-fında kendi enâniyetini setretmekle beraber –o dünyevî ko-mitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle– hakâik-i Kur’âniye etrafında bir tesânüdü sizden istemeye hakkı yok mudur?
Sizin en büyük âlimleriniz de, ona “Lebbeyk” dememesin-de haksız dememesin-değil midirler?
Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli cihe-ti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir eli-ni kıskanmaz.. ve gözü, kulağına haset etmez.. ve kal-bi, aklına rekabet etmez. Öyle de bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde her biriniz bir duygu, bir âzâ hükmünde-siniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki; içinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir.
Âzâ: Uzuvlar, organlar.
Firavun-meşreb: Firavun gibi hareket eden, zalim.
Hakâik-i îmaniye: Îman hakikatleri.
Kemâl-i sadakat: Tam bir sadakat, bağlılık.
Lebbeyk: “Baş üstüne!”,
“Buyur!”.
Lillâh: “Allah için, Allah rı-zası için ”.
Meziyet: Üstün özellik, fa-zilet.
Mütelezziz: Lezzet alan, zevk duyan.
Setretmek: Örtmek, gizle-mek.
Şahs-ı mânevî: Hükmî şah-siyet, tüzel kişilik.
Terk-i enâniyet: Bencilliği, egoizmi terk etmek.
Tesanüd: Dayanışma.
Vazife-i vicdaniye: Vicda-nın gerektirdiği sorumluluk, görev.
Yirmi Dokuzuncu Mektup / Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım(Hücumât-ı Sitte) 145
Çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapış-sa da nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, ken-dini satmak ister, hatta yazılan risalelere karşı muâraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yük-sek bulduğu hâlde; nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden ge-len kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder.. tâ ki kendi mahsûlât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.
Hâlbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
Bu dürûs-u Kur’âniye’nin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehitler de olsalar; vazifeleri –ulûm-u imaniye cihe-tinde– yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki; bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, da-iremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muâraza ve-ya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok deliller-le ve emâredeliller-lerdeliller-le tahakkuk etmiş ki; Risadeliller-le-i Nur eczaları, Kur’ân’ın tereşşuhatıdır. Bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuha-tını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..
Âb-ı hayat: Hayat veren su.
Adâvet: Düşmanlık.
Allâme: Büyük âlim, üstâd.
Bilmecburiye: Mecburen.
Deruhte etmek: Üstüne al-mak, yüklenmek.
Dürûs-u Kur’âniye: Kur’ân dersleri.
Ecza: Bölümler, kısımlar.
İmtiyaz: Benzerlerinden ay-rılma, belirgin olma.
İstihsan etmek: Beğenmek, güzel bulmak.
Mahsulât-ı fikriye: Fikir ürünleri.
Muaraza: Karşı çıkma, mü-cadele.
Müçtehid: Dinin temel kay-naklarından hüküm çıkar-ma bilgi ve kabiliyetine sa-hib olan kimse.
Nâkıs: Eksik, yarım.
Tahakkuk etmek: Gerçek-leşmek, kesinleşmek.
Taksimü’l-a’mâl: İş, görev paylaşımı.
Tanzim: Düzenleme, tertip-leme.
Tavzif edilmek: Vazifelen-dirilmek, görevlendirilmek.
Tenzil: Düşürme, indirme.
Tereşşuhat: Damlalar, sı-zıntılar.
Ulûm-u İmaniye: İman ilim-leri.
Zımnî: Dolaylı, üstü kapalı.