• Sonuç bulunamadı

Tenbih: Yirmi Altıncı Mektub’un Dört Mebhası birbiriyle münasebettar olmadığı gibi, bu Dördüncü Mebhas’ın “On Mesâili” dahi birbiriyle münasebettar de-ğildir. Onun için, münasebeti aramamalı. Nasıl gelmiş, öyle yazılmış. Mühim bir talebesine gönderdiği mektu-bun bir parçasıdır; o talebenin beş-altı suâllerine verilen cevaplardır.

Birincisi

Sâniyen: Mektubunda diyorsun: 1

َ ِ َ אَ ْ ا ُّبَر

tâbir ve

tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler.2 O adedin hikme-tini soruyorsun.

Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum.

Fakat bu kadar derim ki; Kur’ân-ı Hakîm’in cümleleri bi-rer manaya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakâtına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan

1 “Âlemlerin Rabbi” (A’râf sûresi, 7/54; Şuarâ sûresi, 26/23; Kasas sûresi, 28/30;

Mü’min sûresi, 40/64; Fussilet sûresi, 41/9; Tekvir sûresi, 81/29; Hâkka sûresi, 69/4)

2 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/63; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 1/138;

el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/40.

Kur’ân-ı Hakîm: Hüküm ve hikmet kitabı Kur’ân-ı Kerim.

Küllî: Genel, şümullü, kap-samlı.

Mebhas: Bahis, konu.

Mesâil: Meseleler.

Münasebetdar: İlgili, alâ-kalı.

Münhasır: Sınırlı, çevrili, mahsus.

Nev-i beşer: İnsanlık.

Sâniyen: İkinci olarak.

Tazammun etmek: İhtivâ etmek, içermek.

Yirmi Altıncı Mektup / Dördüncü Mebhas 39

olunan manalar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmünde-dirler. Her bir müfessir, her bir ârif, o küllîden bir cüzü zik-rediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinad edip, bir manayı tercih ediyor. İşte bunda dahi, bir tâife, o adede muvafık bir mana keşfetmiş.

Meselâ, ehl-i velâyetin ehemmiyetle virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri 1

ِنאَ ِ َْ َ ٌخَزْ َ אَ ُ َ َْ۝ِنאَ ِ َ َْ ِ ْ َ ْ َ ْا َجَ َ

cümle-sinde, daire-i vücûb ile daire-i imkândaki bahr-i rubûbiyet ve bahr-i ubûdiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet bahirlerine, tâ şark ve garb, şimâl ve cenûbdaki bahr-i muhitlerine, tâ Bahr-i Rum ve Fars Bahri’ne, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazı’na –ki mercan denilen balık ondan çıkıyor– tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalı’na, tâ tatlı ve tuzlu sular deniz-lerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı

1 “O iki denizi salıverdi, birbirine kavuşurlar. Fakat aralarında bir engel bulunduğun-dan, birbirinin sınırını aşmazlar.” (Rahman sûresi, 55/19-20).

Âlem-i gayb: Görünmeyen alem, duyu organları ile kavranılamayanları ihtiva eden alem.

Âlem-i şehadet: Görünen alem, duyu organları ile kavranılanları ihtiva eden alem.

Ârif: İlim ve irfan sahibi.

Bahir: Deniz.

Bahr-i Ahmer: Kızıldeniz.

Bahr-i muhit: Okyanus.

Bahr-i Rububiyet: Allah’ın yaratıp, yönettiği her şeyi ku-şatan engin, varlıklar âlemi.

Bahr-i Rum: Akdeniz.

Bahr-i ubudiyet: Bütün ya-ratılanların duâ ve ibadet-lerini ifade eden kulluk da-iresi

Cüz’: Bölüm, parça.

Cüz’iyât: Küçük şeyler, ay-rıntılar.

Daire-i imkân: Yaratıklar, varlıklar âlemi.

Daire-i vücub: Varlığı ke-sin, zaruri olan Cenab-ı Hakk’ın zâtı, isim ve sıfatla-rını ifade eden dâire.

Ehl-i velâyet: Veliler, Allah dostları.

Fars Bahri: İran Denizi (Basra Körfezi).

Muttasıl: Aralıksız, bitişik.

Muvafık: Uygun, münasip.

Müfessir: Tefsir eden, açık-layan.

Müteferrik: Çeşit çeşit, kı-sım kıkı-sım.

Şark, garb, şimâl ve ce-nûb: Doğu, batı, kuzey ve güney.

Vird: Belli aralıklarla devam-lı okunan dua, zikir.

denizlerle onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, manasındaki cüz’iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakikî ve mecazî manalarıdır.

İşte onun gibi 1

َ ِ َ אَ ْ ا ِّبَر ِ ّٰ ِ ُ ْ َ ْ َا

dahi, pek çok hakâiki câmîdir. Ehl-i keşif ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı be-yan ederler.

Ben de böyle fehm ederim ki: Semâvâtta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, her biri birer âlem olabi-lir. Yerde de her bir cins mahlûkat birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir. 2

َ ِ َ אَ ْ ا ُّبَر

tâbiri

ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.” demektir.

Sâlisen: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etmiş:

ِ ِّ ا ِ ُ َ َّ َ :ٍلא َ ِ َث َ َ ِ ِ َ َ َ اً ْ َ ٍ ْ َ ِ َّ َ َو َّ َ ُّٰ ا َداَرَأ اَذِإ

3

ُ َ ُ ُ ُهَ َّ َ َو אَ ْ ُّ ا ِ ُهَ َّ َزَو

Kur’ân-ı Hakîm’de Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) demiş:

1 “Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır.” (Fâtiha sûresi, 1/2)

2 “Âlemlerin Rabbi” (A’râf sûresi, 7/54; Şuarâ sûresi, 26/23; Kasas sûresi, 28/30;

Mü’min sûresi, 40/64; Fussilet sûresi, 41/9; Tekvir sûresi, 81/29; Hâkka sûresi, 69/4)

3 “Allah (celle celâlüh) bir kuluna hayır murat ettiğinde onu üç güzel vasıfla donatır:

Dinde derin bilgi sahibi yapar, dünyanın geçici ve faydasız yönlerine karşı uzak tutar ve ona, kendi kusurlarını görebilme fazileti nasip eder.” (ed-Deylemî, el-Müsned 1/242; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef 6/240; İbnü’l-Mübârek, ez-Zühd s.96).

Câmi: Şümullü, kapsamlı.

Cüz’iyât: Küçük şeyler, ay-rıntılar, detaylar.

Ehl-i keşif ve hakikat: Eş-yanın perde arkası -Allah’ın izni ölçüsünde- kendilerine açılıp ilhama mahzar olan,

daima hak ve hakikat pe-şinde olan veliler.

Fehm etmek: Anlamak.

Hakaik: Hakikatler.

Maksud: Maksat, niyet, gâye.

Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakk’ın

herkesi ve her şeyi içine alan engin terbiye ve ida-resi.

Sâlisen: Üçüncü olarak.

Semâvat: Gökler, feza.

Tedbir: İdare etme, düzen-leme.

Yirmi Altıncı Mektup / Dördüncü Mebhas 41

1

ِء ُّ אِ ٌةَرאَّ َ َ َ ْ َّ ا َّنِإ ۚ ِ ْ َ ُئِّ َُأ א َو

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bed-bahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Öyleyse sen bahtiyarsın. Fakat bazen olur ki; nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâb eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsâb ve damar-lar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun âsârı yine görünür. Çok bü-yük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalpten vâveylâ etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmâre değil; belki âsâba devredi-len nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise; kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir.

İnşaallah, aziz kardeşim, size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil; belki mücahedenin devamı için beşe-riyet itibarıyla âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı dâimiyeye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir.

1 “Doğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Nefis dâima fenalığı ister, kötülüğe sevke-der.” (Yûsuf sûresi, 12/53).

Âsâb: Sinirler.

Âsâr: Eserler, izler.

Asfiyâ: İlim ve takvasıy-la peygamberlerin gerçek vârisi kişiler.

Bedbaht: Talihsiz, zavallı.

Beşeriyet: İnsanlık.

Cihâzât: Cihazlar, dona-nımlar.

Emrâz-ı kalb: Kalb hasta-lıkları.

Evliyâ: Allah dostları, veli-ler.

İnkılâb etmek: Dönüşmek, değişmek.

Kalbî: Kalbe ait.

Maraz: Hastalık.

Mücahede: Çaba, gayret, cihad.

Münevver: Nurlu, pırıl pırıl.

Nefs-i emmâre: Sürekli gü-nah arzusunda olan nefis.

Nefs-i levvâme: İşlediği ha-ta ve günahlardan dolayı vicdan azabı duyan, kendi-ni kınayan nefis.

Nefs-i mutmainne: Mahi-yetindeki kötü duygu ve düşüncelerden temizlenmiş;

güzel ahlâk ile tam donan-mış olarak Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ermiş, mânevi huzur ve istikrar kazanmış nefis.

Nüfus: Nefisler.

Selim: Sağlam, temiz.

Terakkiyât-ı daimîye: De-vamlı, sürekli gelişme, iler-leme.

Vâveylâ: Çığlık, feryat.