• Sonuç bulunamadı

1.2. TOPLUMLARIN GÖÇ DAVRANIŞ MODELLERİ

1.2.4. Segregasyon

Latincede “ayırmak, bölmek, izole etmek” anlamına gelen segregare kelimesinden türetilmiş İngilizce segregate kavramı (WEB5) Türkçede “ayrım yapmak, tecrit etmek” gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Kelimenin Latince eklerine ayrıldığında aslında günümüzde kullanıldığı bağlamla ilgili ipucu vermektedir. Segregare kelimenin tam anlamıyla “sürünün dışında” demektir. Kavramın bir Amerikan sözlüğü olan Merriam Webster’da verilen (ve sosyal bilimler alanındaki kullanımı

35

açıklayan) anlamlarından biri şöyledir: “zorunlu ya da gönüllü olarak, kısıtlanmış bir alanda ikamet, sosyal etkileşimin kısıtlanması, ayrı eğitim kurumları veya başka ayrımcı yollar aracılığıyla bir ırkın, sınıfın ya da etnik grubun ayrılması veya izolasyonu” (WEB6). Cambridge sözlüğü ise “özellikle ırk, cinsiyet veya din sebebiyle bir insan grubunu bir diğerinden ayırma ve onlara farklı davranma politikası” (WEB7) olarak bir açıklama vermiştir.3 Her iki açıklama da kelimenin

günümüzdeki kullanımını ortaya koyar niteliktedir.

Sözlüklere göre 1550’li yıllardan bu yana kullanılan segregasyon sözcüğü, özellikle ABD’de siyahlara uygulanan ayrımcılık üzerinden geniş kullanım bulmuştur. 1883 yılında ABD Anayasa Mahkemesi “ırklara yönelik zorunlu ayrımın” (WEB8) anayasaya uygun olduğu kararını vermesi bu açıdan bir milat sayılmaktadır. ABD’de köleliğin kaldırılmasının ardından özgürlüğüne kavuşan kölelerin durumu tartışılmış ve nihayetinde en makul yol olarak, kanunlarla temin edilen bir ayrımcılık politikası başlatılmıştır (WEB9). Bu “yasal” ayrımcılık politikasının sonlanması da 1960’ları bulmuştur. Segregasyonun belki de ABD’de zorunlu tutulmuş ve yasal olarak gerekçelendirilmiş olması sebebiyle, literatürde bu konudaki çalışmalar genellikle ABD odaklıdır. Segregasyon kapsamında belirli bir alana odaklanmış (örneğin, yerleşim yeri bazında ayrımcılık, işgücü piyasasında ayrımcılık, okulda ayrımcılık) çalışmalar bulunmaktadır.

Dill, Jirjahn ve Tsertsvadze (2011: 1) yerleşim yeri bazında segregasyon çalışmalarında iki yaklaşım bulunduğunu belirtmektedir. Biri ortada bir ayrımcılık olduğunu, bir diğeri ise kişilerin kendi kendilerine ayrıksı bir tavır sergilediklerini varsayar (Dill, Jirjahn ve Tsertsvadze, 2011: 1). Yazarlar, göçmenlerin yeni bir yere taşındıklarında kendi kültürlerinden bireylerin çoğunlukta olduğu bir yerde yaşamak isteyebildiğini (dil sorunu olmaması, kültüre ait gıda vs. gibi şeylere erişim vb. sebeplerle) ve ayrıca bağlantıların (network’ler) da aynı etnik grubun bir yerde toplanması sonucunu doğurabildiğini ifade etmektedir (Dill, Jirjahn ve Tsertsvadze, 2011: 1). Bununla birlikte, ev sahipleri ya da emlakçıların farklı etnik kimliğe sahip kişilere daha az konut seçeneği sunduğu yahut bu kişilerden gelen taleplere yanıt vermemeyi tercih edebildiği yapılan çeşitli çalışmalarla ortaya konmuştur (Dill, Jirjahn ve Tsertsvadze, 2011: 4). Buna ilaveten, Amerika’da yapılan çalışmalarda bir 3 Bu paragrafta verilen açıklamaların orijinalleri İngilizce olup buradaki çeviriler bana aittir.

36

bölgede örneğin siyahilerin artması üzerine beyazların toplu halde başka yerlere taşındıkları gözlenmiştir (Card vd. 2008’den akt. Dill, Jirjahn ve Tsertsvadze, 2011: 4).

Yerleşim yeri (ya da mekânsal) segregasyon söz konusu olduğunda en çok öne çıkan kavram “getto”dur. Fransa örneğinde banliyö olarak karşımıza çıkan bu kavram, belirli bir insan grubunun yerleştiği belirli alanı ifade etmektedir. 20. yüzyıl sonrasında özellikle ABD’de siyahların yaşadıkları yerleri tarif etmek için yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bununla birlikte, bu konudaki Encyclopædia Britannica (WEB10) maddesine bakıldığında getto kavramının 1200’lü yılların sonuna doğru Yahudiler için ayrılmış yerleri tanımlamada kullanıldığı görülmektedir. Tarih boyunca farklı bölgelerde ve toplumlarda zorunlu ya da gönüllü gettolar oluşmuştur. Getto ve hipergetto ayrımı yapan Bauman (2004/2018: 97), gettonun tamamıyla istenmeyen bir oluşum olmadığını, buralarda en azından bireylerin günlük hayatlarını sürdürmelerini sağlayacak imkânların ve bir tür güvenlik duygusunun bulunduğunu ifade etmektedir. Yazar, getto sakinleri arasında, aynı kaderi paylaşıyor olmanın doğurduğu bir dayanışma duygusu bulunduğunu, buna karşın ABD’de 1900’lerin sonuna doğru ortaya çıkmaya başlayan hipergettoların daha ziyade artık işe yaramayan bireylerin atıldığı bir “çöplük” olduğunu savunmaktadır (Bauman, 2004/2018: 97). Dolayısıyla gettolardaki insanlar aslında hayatın akışı içinde sorunlar yaşıyor iken, hayatlarını devam ettirmelerinin önünde büyük engeller bulunmuyordu. Hipergettolar ise, toplum için hem faydasız hem de zararlı olarak değerlendirilen bireylerin toplandığı ve bu bireylere güvenli alan sunamayan organizmalardır. Bununla birlikte, Bauman Avrupa ve ABD gettoları arasında ayrım yapmakta ve Avrupa’dakilerin henüz hipergetto düzeyine erişmediğini söylemektedir (2004/2018: 99). Avrupa’da daha çok işçi olarak Avrupa kentlerine giden göçmenler gettolarda yerleşik durumdadır. Özellikle işsizliğin artması ve devamlı hale gelmesiyle birlikte, gettolardaki topluluklar ile ev sahibi topluluk arasındaki ayrım giderek artmıştır. Aynı zamanda yerleşik toplumun, “yabancıları” işsizlik ve daha birçok sorunun sebebi olarak görmesi nedeniyle getto dışında güvensiz bir ortam söz konusudur (Robert, 2002: 35-38’den akt. Bauman, 2004/2018: 100). Bununla birlikte, devlet aygıtının kendi başarısızlığı sonucu ortaya çıkan olguları düzeltmek yerine, bulunmuş olan günah keçisine yönelik daha da dışlayıcı ve baskıcı tedbirler

37

alıp uygulaması da buralarda yaşayan insanların durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir (Bauman, 2004/2018: 101). Nitekim daha sonra bu tür politikalar terk edilse ve bu durum yasal güvence altına alınsa dahi, uzun süre (özellikle zorunlu) segregasyona maruz kalmış grupların, bunun etkilerini uzun yıllar yaşadıkları (Lichter, Parisi ve De Valk, 2017) ve hatta eşitsizlik kaynaklı olarak ayrımın artarak devam ettiği görülmektedir (Boustan, 2012).

Gettolar belirli bir temelde, örneğin ırk ya da din, meydana gelmiş (ya da getirilmiş) gibi görünmesine rağmen, burada çoğunlukla asıl ayırıcı unsur yoksulluk olmuştur. Bir başka deyişle, segregasyon gruplar arasındaki ekonomik eşitsizlik durumunu yansıtmaktadır. Bu açıdan, yoksulluk, işsizlik, yüksek suç oranları ve düşük konut kalitesi gibi olguların görüldüğü yerlerdeki kişilerin segregasyona maruz kalıyor olması şaşırtıcı değildir (Lichter ve diğerleri, 2017: 72).

Segregasyon bağlamında Güney Afrika örneğinin de zikredilmesi yerinde olacaktır. ABD’den farklı olarak, siyahların kendi topraklarında azınlık olan beyazlar tarafından ayrımcılığa uğraması, kökenlerini sömürgecilikten almaktadır. Buraya yerleşmiş olan ve önemli politik pozisyonlarda bulunan beyazlar, 1900’lerin başı itibariyle öncelikle çeşitli alanlarda segregasyon politikaları benimsemiştir. İstihdam, toprak alımı, yerleşim yerleri, eğitim, sağlık, toplu ulaşım gibi hayatın her alanında beyazlar ile siyahları ayıran politikalar geliştirilmiştir. Burada ilginç olan bir husus ise, bu ayrımın yalnızca yasalar aracılığıyla zorunlu kılınmamış, bazı alanlarda kendiliğinden (doğal süreç içinde) yerleşmiş olmasıdır. Örneğin, siyahların beyazların olduğu bir işyerinde yönetici pozisyonunda çalışmasını engelleyen bir kural konulmamıştır ancak siyahlar bu tür pozisyonlara gelmemiştir (Beinart ve Dubow, 1995: 4). Bu tür politikaların devamı, 1948 yılında apartheid rejiminin resmen kabulüyle sonuçlanmıştır. Bu dönemin de segregasyonist politikaların benimsendiği 1948 öncesi dönemden çok farklı olduğu söylenemez.

38

1.3. DEVLETLERİN ENTEGRASYON YAKLAŞIMLARI