• Sonuç bulunamadı

2.6. Sanat, Sanatçı, Sanat Yapıtı Bağlamında Çağdaş Sanat Arayış Süreci ve

2.6.1. Sanat, Sanat Yapıtı Ve Sanatçı Arasındaki Üslup İlişkisi

Her sanat eseri, sanatçısının kişiliğini ve dünyasını yansıtır. Sanatçıyı tanımak için en doğru ve kestirme yolun onun eserlerini okumak, dinlemek ya da seyretmek olduğunu ifade eden sözleri çokça duymuşuzdur. Burada söz konusu olan sanatçının edebî ya da sanatçı kişiliğidir. Gerçekten de sanat eserleri, yaratıcılarının aynası gibidir. Bakmayı bilen için bu aynada sanatçının kişiliğine dair pek çok ipucu saklıdır. Eskilerin tabiriyle “Üslubu beyan ayniyle insandır.” Yani, eserde sanatçıya ait üslup özellikleri, onun kişiliğinin bir ifadesi, yansımasıdır.

Birçok sanat eseri, özellikle romantizme bağlı eserler, doğrudan doğruya sanatçının kendini ifade etmesinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Sanatçının kişiliğini özellikle gizlemeye çalıştığı eserlerde ise, sanatçının varlığı esere dolaylı olarak yansır. Sanatçı, kişiliğini ne kadar gizlemek istese de bunu tam olarak gerçekleştirmez. Seçtiği kelimelerden tutun da kullandığı imgelere kadar, anlatımıyla ilgili pek çok özellik, onun kişiliğini ele verir. Bugün hayatı ve kişiliği hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız sanatçıların ne zaman yaşadıkları, nasıl bir hayat sürdükleri, kişilikleriyle ilgili birçok özellik, üslup incelemesi (stilistik) yöntemleriyle öğrenilmektedir.

Sanat, insanla birlikte var olan, insanla birlikte yaşayan ve insanlığın yok olmasına kadar da var olmaya devam edecek olan bir etkinliktir. Kısaca sanat, insanın varlık koşullarının başında gelir. İnsan bu gerçeğin farkına vardıktan sonra duygularını, hayallerini, gözlemlerini, yaşadığı çevreyi ve doğayı ses, renk, çizgi, taş, toprak ve çamur gibi malzemelerle güzel ve etkileyici biçimde ifade ederek sanat eseri üretmiştir.

İnsanı doğadaki diğer canlı türlerinden ayıran bir özellik de sanat eserleri yaratmasıdır. Sanat kavramının kapsamı içinde bulunan sanat eseri, en genel ifadeyle bir yaratıcıya (sanatçıya) bağlı, onun tekniğini, üslubunu, dünya görüşünü, insan anlayışını yansıtır. Bu nedenle de bir sanat eserini yaratıcısından bağımsız olarak düşünmek doğru olamaz. Bütün sanat eserleri doğrudan ya da dolaylı olarak insanı anlatır ve insan için yaratılır. Sanat eserini yaratan insandır ve yaratılan her eserde sanatçının duygu ve düşünce dünyasından, yaşam biçiminden, yaşadığı çevreden birtakım izler görmek mümkündür.

Bir resmi, heykeli ya da bir koltuğu, bize onların üslubu hakkında fikir verecek geniş ilişkiler açısından görmek, önünde sonunda dikkatimizi bunların asıl karakteri üzerinde toplar. Tek bir eser, diğer eserlerle benzerlikleri çerçevesinde görüldüğü zaman ister istemez onunla ötekiler arasındaki farklara karşı duyarlı oluruz. Örneğin iki ressamın

resimlerini birleştiren benzerlikler bize yalnız bu iki sanatçıda bulunan ortak yanları değil, her birinin o ortak noktalara ulaşmak için tuttukları yolların ayrılığını da gösterir. Her iki resmin kişisel yönünü daha iyi algılarız; her birini bize sunulmuş tek bir deney olarak değerlendiririz. Üslup alanındaki görüş zenginliğimiz gözlemci olarak eserin değerini fark etmemize yarar. Çünkü sanat tarihçisinin ve sanat felsefesiyle uğraşanların aksine, bizim eser hakkındaki fikrimiz ilk anda eserin uyandırdığı tepkiden doğmaktadır.

Sanat eserini, sanatçının üzerinde deneyim sahibi olduğu bir konu ve kendisinin tamamlayıcısı olarak kabul ederiz. Eserini, yalnız sanatçıya sağladığı başarıyla ilişkisi yönünden değil, sanatçının, asıl kendinde gördüğü çeşitli dirençler yönünden değerlendiririz. Girişiminin güçlüğünü öğrendikçe, oluşturulan eserin değeri de o kadar yükselir. Bunun gibi, sanatçının başkalarından kapma ve çözümlenmesi az çok farklı olan güçlükleri yendiği eseri daha az dikkatimizi çeker. Böyle bir eser onun kendi dileğince orijinal tarzda biçimlendirdiği eserinden beklediğimizi veremeyeceği için bizi aynı derecede tatmin etmez.

Bir sanat eseri için verilecek değer hükmünde eserin bize sunduğu deney tipini esas aldığımız zaman sanat hüneri dediğimiz objektif yargı alanını bırakır ve sanatçının eğilimini değerlendireceğimiz daha sübjektif alana gireriz. Bu alanda sanat eseri hakkındaki hükmümüz ne eski görsel deneylerimizin kullanılmasından doğabilir, ne de umduklarımızı gerçekleştirecek derecede olabilir. Sanat eserinin bizde uyandırdığı duygular yerini bu hükme bırakır. Bu anlamda bir eserin sanat bakımından ustaca yapıldığına dair verdiğimiz o yüksek hüküm söz konusu olmadığı gibi sanatçının, maksadını belirtmek için tuttuğu yola karşı hayranlığımız da hesaba katılmaz.

Sanat eseriyle onu yaratan sanatçının dışında, bu eserlerin görünüşüne tesir eden sebepleri tanıyıp fark etmemiz, bu görünüşü meydana getiren üslubu daha tam olarak tanımlamamızı sağlar. Böyle yapmakla, sanat tarihçisinin üslup konusunda bize verebildiği bilgilerle sanat eseri hakkındaki kişisel deneylerimize neler ilave etmek gerektiğini öğreniriz. Pek çok sanat eserini yakından gördüğü, bunlara ait gözlemlerini birleştirip metotlu bir yoldan sonuç çıkardığı için, sanat tarihçisi, bize üslubun daha kesin bir tarifini verebilir. Böylelikle sanat tarihçisi, daha ilk bakışta konusunu her yönden inceler, yapıldığı tarihi, eseri meydana getireni, o sanatçının karakterini olduğu kadar maksadını ve kullandığı malzemeyi hesaba katar. Bu faktörlerden eserin görünüşünde etken rol oynayabilen her şeyi iyice tartar. Bunu yaparken, o bir tek eserin daha başlangıçta kendisinde var olan üslup kavramına hangi temel yoldan bağlandığını da araştırmış olur. O eserle çağdaş olanları,

böyle bir kontrol ve denge sistemi kullanarak karşılaştırır. Belli bir devir anlayışını, üslup açısından, iyice geliştirir. Öyle ki, aynı devrin eserlerinde çoğunlukla görülen ifade yollarını doğru olarak yansıtmayı yönlenişi insana doğal gelir. Bir sanat eserinin nasıl yaratıldığı hakkında ne biliniyorsa, eserin görsel yönüne karşı ne kadar duyarlıysa bütün bunların çapı, sanat tarihçisinin olaylara dayanarak bizde geliştireceği üslup kavramının doğruluğunu, yerindeliğini tayin etmektedir.

Eğer sanat tarihçisi gibi biz de bir devrin ya da sanatçının üslubunu kesin şekilde tayin etmek istesek, daha önce tek tek gördüğümüz eserler gibi pek çoğunda eserlerin üslupla ilişkisini bulmak zorundayız. Gauguin’ deki görsel imge kavramının bir şekillendirme olarak mekâna sağladığı iki boyutluluğu, tualin yüzeysel görünüşüne ya da çağdaş sanatçılarla paylaştığı tarza değil, aynı zamanda orijinalliği inkâr götürmez bir tarza bağlı olduğunu görürüz. Bu devirden kalma birtakım eserleri incelemek bize gösterecektir ki bunlar üzerinde yalnız Japon ağaç gravürleri değil, Fransa’da 18. yüzyıl, Almanya’da 15. Yüzyıl sonu gibi pek çok sanatçının etkisi vardır. Çeşitli gözlemler sayesinde o devrin sanatı hakkındaki bilgimiz genişler ve zihnimizde beliren üslup kavramı gitgide daha kesin biçime girer. Üslubu başlangıcı, sonu olan, gelişen bir birim halinde görmeye başlarız. Sonunda bu anlayış, sadeleşe sadeleşe üsluba isim koymamızı sağlayacak hale gelir. Sanatçının eğitiminde yansıyan temel özelliklerin, ne söylediğini anlamak bizim, bu sanatı yaşama gücünü yaratan fikirler ve inançlar toplamı olarak daha kesinlikle duymamızı, hissetmemizi sağlar. Bu noktaya eriştiğimiz zaman sanat eserlerinde var olabilecek biçim benzerliklerini hazırlayan sebepler üzerinde daha ziyade bilinçleniriz. Bu sebepler, sanatçının üslubunu şekillendirmekle beraber teker teker her eserde bulunmayabilir.

Günümüz sanatı ya da Rönesans ve Ortaçağ geleneklerine göre yaratılmış sanat eserleri arasındaki üslup sorunları tarif etmek için, üslubun doğmasına sebep olan çevre şartlarını ayrıntılarıyla araştırırız. Örneğin Uluslararası sanatla, Art nouveau üsluplarını hemen takip eden, ya da onlardan hemen önce gelen sanatı daha iyi bilmek isteyebiliriz. Bu üsluplardan her birinin kendinden önceki sanat eserlerine ilişkin bilgilerimizden bu sanatçıların gerçeği tasvir tarzına yönelen genel eğilimlerini fark ederiz. Aynı zamanda sanatçının, kendi eserini anlayış tarzından çok uzun süre hemen hiç değişiklik olmadığını, bütün bu üslupların o yüzden sona erdiğini öğreniriz. O uzun devirler hakkında kelimenin geniş anlamıyla Ortaçağ ve Rönesans gelenekleri terimlerini kullanabiliriz. Bu geleneklerden herhangi birine göre yaratılmış sanat eserleri arasındaki başkalıklar, Rönesans ve Ortaçağ geleneklerine göre yaratılmış sanat eserleri arasındakilere nispetle çok küçüktür. Örneğin,

Bellini’nin 16. Yüzyılda yaptığı bir yağlıboya resim ile David’in 18. yüzyılda yaptığı resim arasındaki fark, 13. yüzyıl Alman sanatçısının eseriyle Bellini’nin ki arasında bulunan farka göre daha azdır. Böylesine geniş bir fark da 20. Yüzyıl sanatıyla Rönesans geleneğini ayırmakta görünüyor ve bu da o farkın uluslararası sanat üslubuyla örneğin Art Nouveau üslubunun, sanatçılara kendi eserlerini kendilerinden önceki sanatçıların eserlerinden köklü şekilde ayırmak için yeni yollar görmeye başlamalarından evvel doğduğunu ispatlıyor. Bu anların her ikisi de resim anlamının zihinde kalan yarı bilimsel araştırılışının, resmi temsil ettiği nesnel konudan ayırdığı sıralara rastlar. Perspektif denilen derinlemesine düzenin icadıyla biçimin bulunuşu, batı sanatında aynı derecede bilinen iki olaydır. Çünkü anlatılan konu, bunun görsel olarak ifadesi ve seyirci arasındaki ilişkinin yeni anlayışını temsil etmektedir.

Benzer Belgeler