• Sonuç bulunamadı

Sürdürülebilirlik kavramı, özellikle 1992 tarihli Rio konferansından sonra sıklıkla gündeme gelmiş, kavramı tanımlamak ve daha operasyonel hale getirmek için sayısız

girişimde bulunulmuştur. Bu çalışmalarda karşılaşılan tanımların ortak yanı, genellikle 1987 tarihli Brundtland’ın Ortak Geleceğimiz adlı raporundan esinlenmiş olmalarıdır (Meyer, 2000). Rapor, Norveç’in kadın Başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığındaki bir komisyon (Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu - WCED) tarafından hazırlandığı için bu isimle anılmaktadır. Bu rapora göre sürdürülebilir kalkınma, “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğinden ödün vermeden, bugünün ihtiyaçlarını karşılayabilen kalkınma” şeklinde tanımlanmaktadır (Brundtland, 1987). Radkau (2017) bunu, tüm kaynakların “korunarak kullanılması” şeklinde ifade etmektedir.

Sürdürülebilirlik, çok boyutlu karmaşık bir konudur ve üzerinde uzlaşmaya varılmış ortak bir tanımı bulunmamaktadır (Kren, 2008). Ancak bazı kilit unsurlardan hareketle kavramı açıklamak mümkündür. Öncelikle sürdürülebilirlik, insan ve diğer tüm yaşamların sonsuza kadar gezegende var olmasını sağlama çabasıdır. Sağlık veya özgürlük gibi sadece tüm sistem düzgün işlediğinde görünür hale gelebilir. Sürdürülebilirlik, yönetmekle ya da ölçümlemekle değil, oraya ulaşmak ve orada bulunmakla ilgilidir (Lejeune ve Poirier, 2014). Sürdürülebilirlik; işin bir parçası değildir, şirketin itibarı ile ilgilenen bir birim değildir, birkaç değerli hedefe sahip olmak değildir, iş planlarının ekinde sürdürülebilir stratejiye bölüm ayırmak değildir, her şey bittikten sonra sürdürülebilirlik raporu yayınlamak değildir (Fisk, 2010). Sürdürülebilirlik çalışmaları, doğa ve insan ilişkisi bağlamında, çevre ve insana verilen önemin derecesine göre değişiklik gösterir. Bu farklılık, iki sürdürülebilirlik tanımı ortaya çıkartır: zayıf ve güçlü sürdürülebilirlik. Zayıf sürdürülebilirlik, insan ve onun ürettiği sermayeye (kapital) önem vermekte, ekonomi ve doğanın birbiri yerine ikame edilebileceğini benimsemektedir. Güçlü sürdürülebilirlik ise doğayı ve doğal olanı vurgulamakta, doğal kaynakların, ekonomik üretim, tüketim ve refahın temel girdisi olduğunu ve hiçbir şekilde insan tarafından üretilmiş kapitalin yerine geçemeyeceğini savunmaktadır (Tekeli ve Ataöv, 2017). Şekil 2.12, zayıf ve güçlü sürdürülebilirliği, ekonomi-çevre-toplum temelinde şematik olarak göstermektedir. Burada sürdürülebilirlik, sermaye stoklarının değeri üzerinden açıklanmaktadır. Hahnel (2014), sermayenin türlerini tartışmayı Pandora’nın kutusunu açmaya benzetse ve yapılan tartışmaları sonuçsuz çabalar olarak görse de, esas olanın insan sermayesi olduğunu, doğa sermayesini tüketmenin insana ve binlerce yılda

oluşturduğu bilgi sermayesine zarar vereceğini, bu nedenle daha koruyucu bir anlayışla konuya yaklaşılması gerektiğini vurgulamaktadır.

Şekil 2.12. Zayıf ve güçlü sürdürülebilirlik (Hart (1998) ve North’dan (2012) yararlanılarak hazırlanmıştır)

Güçlü sürdürülebilirlik yaklaşımına göre insanlar; bir ekonominin, bir toplumun ve bir çevrenin parçası olan topluluklarda yaşarlar. Toplulukların üyelerine sağlıklı, anlamlı ve üretken yaşamlar sunması beklenir. Ekonomi, toplumun sadece bir bölümünü temsil eder. Toplumun parçası olan fakat mal ve hizmet alışverişine dayanmayan arkadaşlık, din, ahlak ve müzik gibi unsurlar da bulunmaktadır. Buna göre en dışta konumlandırılan çevre hepsini içine alan en büyük halkayı oluştururken, toplum, çevrenin içerisinde, ekonomi de toplumun bir parçası olacak şekilde en içte konumlanmaktadır (Kren, 2008).

Sürdürülebilir gelişme, kökeni çok eskiye dayanmakla birlikte, yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren sıkça kullanılmaya başlanan bir şemsiye kavram niteliğindedir (Bozloğan, 2005). Sürdürülebilir gelişimin temeli; başkalarının refahını göz önünde bulundurmak, kantitatif (sayısal) büyümeden çok kalitatif (içerikli) gelişmeyi hedeflemek, çevre-toplumsal eşitlik ve ekonomik iyileşmeyi bir arada ele almak, toplumun tüm paydaşlarının katılımını gerektiren bütüncül bir bakış açısı kazanmak, toplumun kendisinden başlayarak üst düzey kurumlara, devlete ve işletmelere uzanan bir etki alanı oluşturarak uzun vadeli bir bakış açısını ve faaliyetler zincirini kurma düşüncesine dayanır (Yaşlıoğlu, 2017).

Sürdürülebilirlik, uzun vadeli yüksek değer yaratımında oldukça önemli bir kavramdır. Sürdürülebilirlik için “değer” dışındaki her şeyi azaltmak ya da yok etmek

gerekir (Hallam ve Conteras, 2016). Kaynak kullanımını azaltmak, emisyonları azaltmak, atıkları azaltmak fakat “değeri” çoğaltmaktır. Değer kavramı, daha temiz çevre, daha sağlıklı toplum ve daha güçlü ekonomileri temsil eder. Sürdürülebilirlik, gelecek nesillere yeteceği kadar kaynak bırakmak değildir. Sürdürülebilirlik, gelecek nesillerin kullanacağı kömür ve petrol için endişelenmek değil onların yaşamak isteyeceği bir çevre ve bir toplum bırakabilmektir.

Sürdürülebilir kalkınma esas itibariyle ekoloji ile ekonomi arasında bir denge kurarak, doğal kaynakları bugünden tüketmeden, gelecek nesillerin de ihtiyaçlarının karşılanmasına olanak sağlayacak şekilde kalkınmayı sağlamayı ifade etmektedir. Sürdürülebilir bir çevre anlayışının oluşturulması için atılması gereken ilk adım, çevreyi ekonominin bir alt kümesi olarak gören geleneksel kalkınma anlayışının yeniden değerlendirilmesidir. Bir ülkede kalkınmanın sağlanabilmesi, ekolojik, ekonomik ve sosyal sürdürülebilirliğin beraberce sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Kuşaklararası kaynak kullanım etkinliğine sahip bir sürdürülebilir kalkınma, doğal sermayeyi tüketmeyen, gelecek kuşakların da gereksinimlerine önem veren, ekonomi ile eko-sistem arasındaki dengeyi koruyan, ekolojik açıdan sürdürülebilir nitelikteki bir ekonomik kalkınma, yani “eko-kalkınma” anlayışıdır (Kaypak, 2011). Çevresel sürdürülebilirliği sağlamadan ekonomik sürdürülebilirliğin sağlanamayacağı konusunda toplumsal bir mutabakat gerekmektedir (Morelli, 2011).

Sürdürülebilir kalkınma kapsamında bazı konular özellikle ve kuvvetle vurgulanmaktadır. Bu konular; enerji üretimi, atıklar ve verimliliktir. Enerji, sürdürülebilir kalkınmanın tüm boyutlarıyla (çevresel, sosyal ve ekonomik) yakından ilişkilidir. Enerji üretiminin çevresel olumsuzluklarını azaltmanın üç temel yolu bulunmaktadır; (i) yenilenebilir enerjiye ağırlık vermek (güneş, rüzgar, vb.), (ii) araçlarda elektrikli ya da hibrit motor kullanımına yönelmek ve (iii) sanayi ve konutlarda ısı yalıtım uygulamalarına ağırlık vermek. Atıklar konusu, hem kaynak israfının önlenmesi, hem çevresel kirliliğin azaltılması hem de geri kazanım ile maliyetlerin düşürülmesi için önemlidir. Verimlilik ise enerji sarfiyatını ve atık miktarını azaltacağı için önemlidir (Esty & Winston, 2008).

Doğayı gözlemlemek sürdürülebilir bir gelecek sağlamak için iyi bir yoldur. Doğaya benzeme çabası, insanların hayatta kalma stratejisi ve sürdürülebilir bir gelecek için iyi bir yöntemdir. Doğadaki tasarımlar, en az malzeme ve enerji ile en fazla verim

bakımından teknolojik çalışmalara örnek teşkil etmektedir. Doğada kurulu sistemlerin, işletmelere ilham veren yeni ufuklar açması ve teknolojik inovasyonla desteklenmesi sürdürülebilirliğe katkı sağlayacaktır (Temel, 2017).

2.3.1. Çevresel Sürdürülebilirlik

Çevresel sürdürülebilirlik, doğal kaynakların ve ekosistemlerin korunması gerektiğini ifade eder. Ekosistemlerin kendilerini yenileme kapasiteleri sınırlıdır, dolayısıyla toprak, hava, su ve madenler gibi doğal kaynakların kullanımında dikkatli ve sorumlu davranılması gerekir. Nüfus artışı ile birlikte, aşırı tüketim, çevre kirliliği ve doğal kaynakların hızla tükenmesi gibi faktörler çevresel sürdürülebilirliği tehdit etmektedir (Yalçınkaya vd., 2011). Daha açık bir ifadeyle çevresel sürdürülebilirlik, toplumların ihtiyaçlarını karşılarken destekleyici ekosistemlerin kapasitesini aşmadan ve faaliyetlerle biyolojik çeşitliliğe zarar vermeden, ekosistemin bu ihtiyaçları karşılamak üzere gerekli hizmetleri yeniden üretmesine olanak tanıyan bir denge, esneklik ve karşılıklı bağlılık yaratma durumu olarak tanımlanmaktadır (Morelli, 2011).

Çevresel sürdürülebilirlik uyumdan fazlasıdır. Sadece mevcut düzenlemelere veya ileride yapılacak düzenlemelere uymaktan ibaret değil, yenilikçi iş modelleri yaratmak için proaktif olarak çalışmak demektir. Uyum, çevresel sorunları bir maliyet olarak görmek anlamına gelirken, sürdürülebilir işletmeler bunu performans ve verimliliği iyileştirmek ve geliştirmek için bir fırsat olarak görürler. Çevresel sürdürülebilirlik standartlarını oluşturmak ve eylemlerde tutarlılığı sağlamak üzere düzenlemelere ihtiyaç vardır ve işletmeler faaliyetlerinin tüm sonuçlarından sorumludur (Arenas vd., 2010).

Sürdürülebilir kalkınma ancak sürdürülebilir bir çevre ile birlikte mümkün olabilir. Çevresel sürdürülebilirlik, doğal kaynakların sürekliliğinin sağlanması anlamına gelmektedir. Kaynakların kullanım düzeyinin bu kaynakların kendini yenileme hızını ve salınan kirleticilerin doğal kaynakların bu kirleticileri işleme hızını aşmaması gerekir. Biyo-çeşitliliğin; insan sağlığının; hava, su ve toprak kalitesinin; hayvan ve bitki yaşamının korunması da çevresel sürdürülebilirlik içinde yer alır. Sürdürülebilir kalkınma gerçekten geleceğin toplumunun öncelikli gündemlerinden birisi olacaktır. Gelecek yıllarda, nüfus artışının sürmesi ve ekonomik faaliyetler nedeniyle, çevresel

sorunların yerel, ulusal, bölgesel, küresel düzeylerde şiddetlenmesi beklenmektedir. Çevreye daha az zarar veren ekonomik kalkınma modellerinin desteklenmesi öncelik taşımaktadır (Kaypak, 2011).

Ekonomi, toplum ve çevrenin karşılıklı bağımlılıkları kapsamında işletme fonksiyonları sürdürülebilir işin temelini oluşturmaktadır (Thwaits ve Bouwer, 2013). Sürdürülebilirlik her ne kadar kurumsal nitelikte tanımlanan bir kavram olsa da, aslında işletmenin her bir fonksiyonunun sürdürülebilir olmasıyla ulaşılabilecek bir hedeftir. Bu bakış açısıyla kurumsal düzeyden bireysel düzeye kadar bu bilincin tüm organizasyon boyunca yaygınlaştırılması işletmenin sürdürülebilir hale gelmesine yardımcı olacaktır. Doğal kaynakların tükenmesinden, çevreye ve canlılara verilen zarara kadar, aslında çevreye yapılan her etkinin döngüsel şekilde işletmeye geri yansıması söz konusudur. Bu nedenle işletmelerin kendi örgüt yapılarını çevreci perspektifte tekrar düzenlemeleri, çalışanlara çevreci davranışlar kazandırmanın yanında çevre koruma odaklı bir örgüt kültürü oluşturmaları, hem çevreye duyarlılık hem de sürdürülebilirlik için büyük önem taşımaktadır (Turan, 2017).

2.3.2. Toplumsal (Sosyal) Sürdürülebilirlik

Toplumsal sürdürülebilirlik, doğal kaynakların eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde kullanılmasıdır. Niceliksel büyüme yerine niteliksel gelişmeyi ön plana çıkartır (Yalçınkaya vd., 2011). İki şekilde görünür hale gelir. Birincisi, dolaylı olarak, emeklilik planları, işsizlik sigortası ve sağlık sigortası gibi bireyleri ilgilendiren unsurlar üzerinden, diğeri doğrudan yani “sosyal sermaye” üzerinden. Sosyal sermaye iki boyutuyla öne çıkar. Birincisi, toplumun genel sosyal yapısını yansıtması özelliğiyle, ikincisi bireysel eylemleri kolaylaştırması yönüyle. Bir bireyin sahip olduğu sosyal sermaye, sahip olduğu bireysel güç ile tüm toplumsal ilişkilerinin toplamından oluşur. Toplumun sosyal sermayesi ise, tüm bireylerin toplumsal ilişkilerinin toplamından oluşur. Bireyler sosyal sermayeyi devredebilir, kullanabilir fakat ona sahip olamazlar. Sosyal sermaye, eş güdümlü eylemleri kolaylaştırarak toplumun verimliliğini artırabilecek, güven, norm ve ağlar gibi sosyal organizasyonun özelliklerine atıfta bulunur. Sosyal sermayenin sürdürülebilir kalkınma üzerindeki etkisi, sermayenin nesiller arasında aktarılma yeteneğine ve politik veya ekonomik önlemlerin bu sermaye stoğunu nasıl etkilediğine bağlıdır. Sosyal sermaye iki yolla

tahrip edilebilir: bireylerin bilinçli olarak toplumsal bağlarını çözmesiyle ya da ölümleriyle geri dönüşü olmayan şekilde. Sosyal sermayeyi nesilden nesile aktarmanın yolları oldukça sınırlıdır. Varisleri sosyal ağa entegre etmek ve böylece bireyin bağlarını yeniden birleştirmek bir yöntemdir ancak oldukça zordur. Bu nedenle sosyal sermayeyi her kuşağın yeniden oluşturması gerekir (Meyer, 2000). İstihdam ve yoksulluğun azaltılması gibi geleneksel “katı” sosyal sürdürülebilirlik temaları giderek yerlerini mutluluk ve sosyal kaynaşma gibi “yumuşak” ve gerçekleştirilmesi daha zor kavramlara bırakmaktadır. Bu durum sürdürülebilirlik analizlerine karmaşıklık katmaktadır. Toplumsal sürdürülebilirlik son yıllarda, sürdürülebilir kalkınmanın temel bileşenlerinden biri olarak görülmektedir. Toplumsal sürdürülebilirliğe ilişkin araştırmalar genellikle çevresel ve ekonomik kaygılar nedeniyle sınırlı kalmıştır. Doğrudan toplumsal sürdürülebilirliğe odaklanan çalışma sayısı az, tanımı konusunda da bir fikir birliği bulunmamaktadır. Çünkü kavram, farklı disiplinlere özgü ölçütlerle açıklanmakta, bu da genel bir tanım üzerinde buluşmayı zorlaştırmaktadır. Toplumsal sürdürülebilirlik, eşitlik ve demokrasi temel değerleri üzerinde yükselir. Siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla tüm insan haklarının herkes için temin edilmesini gerekli görür. Kalkınma için asgari sosyal gereksinimleri belirlemeyi ve uzun vadede toplumsal işleyişteki zorlukları tanımlamayı amaçlar. Kültürel ve sosyal açılardan çeşitlilik gösteren grupların uyumlu birlikteliği için elverişli bir ortam sağlar. Sosyal bütünleşmeyi teşvik ederek tüm kesimlerin yaşam kalitesini iyileştirmeyi hedefler (Horner vd., 2009).

Tanımlarda, toplumsal sürdürülebilirliğin anahtarı olarak “yaşanabilirlik” kavramının öne çıktığı görülmektedir. Sürdürülebilir bir toplum, insanların sadece iyi bir şekilde yaşayabildikleri yer değil, aynı zamanda “yaşamak istedikleri” bir yerdir. Bu nedenler, sürdürülebilirlik kavramını kesin hatlarıyla tanımlamayı zorlaştırmaktadır. Toplumsal sürdürülebilirlik tek bir kavram olarak değil, kesişen unsurların bir birleşimi olarak anlaşılmalıdır. Sürdürülebilir topluma katkı sağlayan bu unsurlar: sosyal adalet, sosyal sermaye, sosyal etkileşim, kolektif gruplar ve ağlar, emniyet ve güvenlik, toplumsal istikrar ve bağlılık duygusudur (Hact, 2015).

Sürdürülebilir toplumlar, insanların şimdi ve gelecekte yaşamak ve çalışmak istedikleri toplumlardır. Bu toplumlar; bireylerinin farklı ihtiyaçlarını karşılar, çevreye karşı duyarlı, güvenli, kapsayıcı ve planlıdırlar. İnşa ederler, işletirler ve herkes için fırsat eşitliği sağlayarak iyi hizmetler sunarlar (ODPM, 2003 ve 2005).

Sosyal sürdürülebilirlik çeşitli fiziksel faktörlerle ilişkilendirmektedir. Bu faktörler; kentlilik, cazip kamusal alan, saygın konut, çevresel kalite ve olanakları, erişilebilirlik, sürdürülebilir kentsel tasarım, komşuluk ve yaya dostu yürünebilir mahallelerdir. Bu faktörlerin çoğu somut ve ölçülebilirdir ve bu nedenle başarılı planlama için kolayca değerlendirilebilir. Fiziksel olmayan faktörler ise; eğitim ve öğretim, sosyal adalet, katılımcı yerel demokrasi, sağlık, yaşam kalitesi ve esenlik; sosyal kaynaşma, sosyal sermaye, topluluk, emniyet, adil gelir dağılımı, toplumsal düzen, sosyal dayanışma, toplumsal birliktelik, sosyal ağlar, sosyal etkileşim, toplum ve aidiyet duygusu, iş, aktif toplumsal organizasyonlar ve geleneklerdir. Fiziksel olmayan bu faktörlerin ölçümü zordur (Dempsey vd., 2009). Fiziksel olmayan bu faktörleri kayıt altına almak ve muhasebeleştirmek de zordur. Çünkü sosyal süreçler ve yapılar oldukça dinamiktir ve gelişmeleri öngörebilmek çoğu durumda imkânsızdır. Yönlendirmek ve kontrol etmek ise mümkün olmayabilir. Bu nedenle, sosyal sürdürülebilirliğin fiziksel ve fiziksel olmayan yönlerini alternatif bir kavramsal çerçeveye oturtmak mümkündür. Bu çerçeve, sürdürülebilirliğin sosyal, ekolojik ve ekonomik yönlerini birbiriyle bağlantılı hale getirebilir. Böylece insanların adil ve eşit şekilde, sosyal, ekonomik ve çevresel uyumunu teşvik ederek ve renk, köken, kültür veya sosyo-ekonomik statüden bağımsız olarak risklere karşı korunmalarını sağlar (Eizenberg ve Jabareen, 2017).

Toplumsal sürdürülebilirlik için hastanelere, okullara, mağazalara, gelişmiş toplu taşıma sistemlerine, temiz ve güvenli bir çevreye ihtiyaç vardır. İnsanların, dinlenebilecekleri ve etkileşebilecekleri kamusal açık alanlara ihtiyaçları vardır. Sürdürülebilir toplumlar, insanların çalışabilecekleri iş imkanlarına sahip oldukları ve karşılayabilecekleri fiyatlardan uygun evlerde yaşayabilmelerinin mümkün olduğu topluluklardır (McDonald vd., 2009).

2.3.3. Ekonomik Sürdürülebilirlik

Ekonomik sürdürülebilirliğin yaygın kabul gören tanımı, sermayenin korunması, yani tüketilmeden kullanılmasıdır. Ekonomik sürdürülebilirlik, topluma katkı sağlayan ürün ve hizmetler üretirken karlı olmayı hedefleyen fayda-maliyet analizi ile ilgilidir. Bu yaklaşım; çevresel, sosyal ve ekonomik gelişmelerden kaynaklanan fırsatları ve riskleri değerlendirerek paydaşlar için uzun dönemli değer yaratmayı amaçlar.

Ekonomik sürdürülebilirliği değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken unsurlar şunlardır (Yalçınkaya vd., 2011);

(i) İşletmenin finansal performansı

(ii) İşletmenin insan sermayesini nasıl yönettiği (iii) İşletmenin ülke veya dünya ekonomisine etkisi (iv) İşletmenin sosyal ve çevresel etkilerini nasıl yönettiği

Rajala vd.’ye (2016) göre çevre koruma ve karlılık birbirinden farklı ya da çelişkili kavramlar değillerdir. Bu görüşe katılmayanlar, sürdürülebilirlik stratejilerinin artan maliyetlerle sonuçlandığını ve daha yüksek çevresel yatırımlar nedeniyle karlarının azaldığını ileri sürmektedir. Bu endişe, özellikle aşırı kapasite, ağır rekabet ve azalan marjlarla karakterize edilen kaynak yoğun sektörlerde doğru olabilir. Durumu siyah ya da beyaz gibi görmek ve değerlendirmek doğru değildir. Her sürdürülebilir faaliyetin maliyetleri artırması söz konusu olmadığı gibi sürdürülebilir olmayan her faaliyetin de doğrudan karlılık yaratacağı fikri doğru değildir, yanıltıcıdır.

Ekonomik, çevresel ve sosyal sistemlerden her biri kendi mantığına sahiptir. Bu sistemleri bir bütün olarak analiz etmek zordur. Yenilenebilir kaynaklarda temel kural, ürünlerin sürdürülebilirliği için kaynak tüketiminin sınırlandırılmasıdır. Yenilenemez kaynaklarda ise kural, yenilenebilir kaynaklardan yararlanarak, yenilenemez kaynakların atıklarını değerlendirmek üzere yatırım yapılmasıdır. Bu iki kuralın izlenmesiyle doğal kapitalin dengede tutulması sağlanabilir. Çünkü bir sistemin sürdürülebilir olması için kendisini sürdürülebilir kılan tüketim ve üretim amaçlarına hizmet etmesi gerekir (Harris, 2000).

İşletmelerin, ekonomik faaliyetler yürüten birimler olarak, sürdürülebilirlik çalışmalarında önemli sorumluluklar üstlenmesi gerekir. Yaşam koşullarının iyileşmesi, yalnızca ekonomik koşullarla ilgili değil aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve politik unsurları da kapsayan karmaşık bir süreçtir (Onaran, 2014). Sürdürülebilir bir şirket, çevreyi korurken ve etkileşim kurduğu herkesin yaşamını iyileştirirken tüm paydaşlarına yarar sağlar. Sürdürülebilirliğin üç boyutu birbiriyle ilişkilidir ve bunlardan birinde meydana gelen herhangi bir değişiklik diğerlerini de etkilemektedir (Meza-Ruiz vd., 2017).

Günümüzün küresel çevre taleplerinde, firma performansının odak noktası değişmiştir. Önceleri, piyasa başarısı açısından üstün ekonomik performans ile

zenginlik yaratılmasına odaklanılmışken şimdi, yüksek ekonomik performansa ulaşmak için çevresel ve sosyal performansa, yani sürdürülebilirlik performansına odaklanılmaktadır. İşletme, çevre ve toplum, ortak bir değere veya “kazan-kazan-kazan” yaklaşımına karşılıklı bağımlı yapılardır. Örgütsel sürdürülebilirlik, uzun süreli rekabet avantajı elde etmek için ekonomik, çevresel ve toplumsal üstünlüğün kesişmesini gerektirir. Bu, işletmelerin, çevresel ve toplumsal riskleri aynı anda azaltabilecek uzun vadeli karlılığa odaklanması gerektiği anlamına gelmektedir (Chin vd., 2015).

Sürdürülebilir kalkınmanın anlamı, çevre sorunlarına yol açmamak için kalkınmadan vazgeçmek değil, tersine bunları önleyecek olan bir kalkınma sürecine girip bunu sürdürülebilir hale getirmektir. Bu konuda önerilen kalkınma stratejisi, bugüne kadar gelişmiş ülkelerin izlediğinden farklı olarak, kalkınmayı çevreyle daha fazla bağdaştırma yönünde ilerlemektedir. Sürdürülebilir kalkınma kavramı ile vurgulanmak istenen, “gelişmiş ülkelerin yaptığı hataları yapmamak için gelişmekten vazgeçmek” değil, “gelişirken, gelişmiş ülkelerin yaptıkları hataları yapmamaktır”. Ortak Geleceğimiz raporunda, gelişmiş ülkelerin bugüne kadar yarattıkları çevre sorunlarının nedeni olarak kalkınma değil, kalkınma için seçmiş oldukları yol gösterilmektedir. Gelişmiş ülkelerden, yoksul ülkelerin gelişmelerine finansman, kredilendirme, ticaret, yatırım ve çevre teknolojisinin yaygınlaştırılması gibi çevre ve kalkınma arasında bağıntı kuran sürdürülebilir kalkınma modelleri konusunda destek sağlamaları beklenmektedir (Kaypak, 2011).

Sürdürülebilir kalkınma ilkeleri temelde benimsenmiş olsa da özellikle yeni enstrümanların geliştirilmesine olan ihtiyaç, ülkeleri yeni kalkınma yaklaşımları arayışına yöneltmiştir. Yaşanan küresel ekonomik krizler de ülkelerin sürdürülebilir kalkınmaya yönelik çabalarının yeterli olmadığını göstermiştir. Sadece çevresel sorunları önceliklendiren yaklaşımlar yerine, büyümeyi ve ekonomik istikrarı, çevresel sorunları göz ardı etmeden sağlayan ve sosyal adaleti önemseyen yeni yaklaşımlar gündeme gelmiştir. Bu kapsamda, sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşmak için mevcut çabalara ivme kazandıracağı düşünülen, “yeşil büyüme” ve “yeşil ekonomi” gibi kavramlar öne çıkmıştır. Yeşil büyüme kavramının temeli ekonomi ve çevrenin birbirinden ayrı olarak düşünülemeyeceği gerçeğine dayanmaktadır. Her ne kadar sürdürülebilir kalkınma politikaları çevreyi, biyolojik çeşitliliği ve doğal

kaynakları koruyarak büyümeyi amaçlasa da, yeşil büyüme yaklaşımında çevre, gelecekteki büyümenin temel kaynağı olarak düşünülmektedir (Yılmaz, 2014).

Çevresel sürdürülebilirlikle ilgili özellikle son zamanlarda yapılan araştırmalar, firmaların yeşil değerlere katılma, iklim değişikliği karşısında proaktif yaklaşım sergileme ve sürdürülebilirliği önemsemenin uzun vadeli rekabet avantajı ihtiyacına bir cevap olduğunu ortaya koymaktadır. Sürdürülebilir uygulamalar, şirketin iş modelinin neredeyse tüm yönleri üzerinde etkilere sahiptir (Rajala vd., 2016; Nidumolu vd., 2009). İşletmeler, hem çevresel baskılarla, hem bazı fırsatların kaçırılmaması amacıyla hem de sürdürülebilirliğin itici gücünden yararlanmak üzere bir an evvel harekete geçmeye çağrılmaktadırlar (Schrettle vd., 2011). Mevcut geleneksel gelişme modelleri sürdürülemez durumdadır ve faaliyetlerde çevresel faktörleri de dikkate alacak yeni bir sanayi modeline gereksinim duyulmaktadır. Bu yaklaşım, küresel, ulusal, sektörel, kurumsal ve bireysel düzeyler göz önünde bulundurularak, sürdürülebilir olmayan üretim süreçlerinin ve sosyal standartların yeni ve sürdürülebilir olanlarla değiştirilmesini gerektirmektedir. Bulunacak yol, daha az emisyon üretecek, kaynak tüketimini ve çevresel zararı azaltacak, sürdürülebilir ve ekonomik olarak yaşanabilir bir geleceğe katkıda bulunacak bir yol olmalıdır. Bu

Benzer Belgeler