• Sonuç bulunamadı

SÜNNET-VAHİY İLİŞKİSİ KONUSUNDAKİ İHTİLÂFLAR VE

Belgede Sünnet-vahiy ilişkisi (sayfa 68-149)

Sünnet-Vahiy ilişkisi konusunda temelde üç farklı görüş bulunmaktadır: A. Sünnet'in vahiyle hiçbir ilişkisi yoktur

B. Sünnet tamamen vahiy mahsûlüdür

C. Sünnet'in bir kısmı vahye, bir kısmı da Rasûlullah'ın (s.a.) beşerî inisiyatif, içtihat ve kararlarına dayanmaktadır

Şimdi bu görüşleri savunanları ve delillerini sırasıyla inceleyelim.

A. Sünnet'in Vahiyle Hiçbir İlişkisinin Olmadığı Görüşü

Konuya girmeden önce şu noktanın altını çizmek gerekir: Sünnet'in, vahiyle ilişkisi, sadece sünnetin Kur'ân dışında gelen bir vahyin (gayr-ı metluv) sonucu olması, yahut böyle bir vahiy türüyle ilişkisi anlamına gelmemelidir. Sünnet kavramıyla ilgili birinci tanımda da belirtildiği gibi bu ilişki, aynı zamanda sünnetin, vahy-i metluv sayılan Kur'ân'la da ilişkisi demektir. Nitekim Hz. Peygamber'in bilgi kaynaklarından söz edilirken, birinci sırada Kur'ân'dan söz edilmesi46 de, sünnetin Kur'ân'la, yani "vahy-i metluv"la ilişkisinin bir göstergesidir. Dolayısıyla vefat anına kadar vahiyle ilişkisi hiç kesilmeyen Hz. Peygamber'in47 sünnetinin, vahiyle "hiçbir" ilişkisi olmadığını savunmak mantıkî açıdan tutarsızdır. Çünkü birinci bölümde açıklandığı gibi vahiy kavramı, metluv ve gayr-ı metluv tasnifinin her ikisiyle, sünnetin oluşumuna katkı sağlamaktadır. Üçüncü bölümde bununla ilgili örneklere dair bir tasnif yapılacaktır. Sünnet-vahiy ilişkisi konusuna, genelde sünnetin "gayr-ı metluv vahiy"le ilişkisi ve onunla aynileştirilmesi açısından bakılması sebebiyle, bu hatırlatmanın yapılması gerekmektedir. Ancak bazı yerlerde bir görüş, iddiâ veya eleştiri sahibinin kullandığı anlam dikkate alınacağı için, ilgili mülahaza ve cevaplar da o yönde olacaktır.

46 Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara 1992, s. 81; Erul, Bünyamin, "Bir 'Alan

Taraması'nın Panoraması –Vahy-i Gayri Metluv Hakkında Bazı Mülahazalar ve Bir Eleştirinin Eleştirisi-", İslamiyat III (2000), sayı:1, s. 171.

47 Buhârî, "Fedâilu'l-Kur'ân" 1; Müslim, "Tefsîr" 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 236. (Hatta Hz.

Peygamber'in vefatına yakın dönemde vahyin daha fazla geldiğinden bahsedilmektedir. [Bilgi için bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X, 8] ).

Öte yandan bu görüş sahiplerinin anladığı manada, sünnetin vahiyle ilişkisi "gayr- ı metluv vahiyle" ilişkisi bağlamında anlaşılsa bile durum değişmeyecektir. Zira onlara göre vahyin yegâne kaynağı sayılan Kur'ân-ı Kerîm'in bizzat kendisi de, Kur'ân dışında vahyin imkânını ispatlayan delilleri içermektedir. Dolayısıyla, ilk dönemlerden itibaren sadece Kur'ân'la yetinme taraftarları48 kadar, Hz. Peygamber'in söz konusu Kur'ân dışı vahiyle ilişkisi bağlamında nübüvvet vasfını ihmal eden ve onu sıradan bir insan gören kanaat sahipleride yanılgı içindedirler. Çünkü her ikisi de sünneti red etmekle, yahut işlevsiz bırakmakla, aslında Kur'ân'ı da hiçbir fonksiyonu olmayan ve dileyenin dilediği şekilde yorumlayabileceği bir kitap haline getirmiş olmaktadırlar.

Bu noktada Kur'ân'da yer alan, Kur'ân dışı vahyin (gayr-ı metluv vahiy) delillerini ele almak faydalı olacaktır.

1. Kur'ân'da Gayr-ı Metluv Vahyin Varlığını İspat Eden Deliller

Kur'ân-ı Kerim'de, çeşitli vesilelerle gayr-ı metluv vahyin varlığına delalet eden âyetler bulunmaktadır. Bu âyetleri, ilgili konularıyla birlikte şu şekilde sıralayabiliriz:

a. Geçmiş Peygamberlere gelen vahyin niteliği

Birinci bölümde vahiy kavramı anlatılırken vahy-i metluv, namaz vb. hallerde devamlı sûrette okunan, tilâvet edilen vahiy olarak tanımlanmış ve bunun Kur'ân'ı tavsif etmek üzere kullanıldığı belirtilmişti. Bu vâkıayı, tarih boyunca kainâtı şereflendiren ve sayıları yüz yirmi dört bin civarında olan49 peygamberler açısından ele aldığımızda, dört ilâhî Kitap ve birkaç peygambere verilen suhufların haricinde, geçmiş ümmetlerin "metluv" nitelikli bir vahiy almadıklarını söyleyebiliriz50. Nitekim Şûrâ sûresi 51. âyetinde de müfessirlerin izahlarından anlaşıldığına göre gayr-ı metluv vahiyden söz

48 "Sadece Kur'ân'la yetinme" anlayışını benimseyenlerin tehlikesine Hz. Peygamber'in "Erîke"

hadisi (Abdürrezzâk, Musannef, X, 453; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 131; Dârimî, "Mukaddime", 49; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5; Tirmizî, "İlim", 10; İbn Mâce, "Mukaddime", 2.) olarak bilinen bir beyanında dikkat çekilmektedir. İmrân b. Husayn (ö.52/672) ve Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhîr'in (ö. 87/705) sadece Kur'ân'la yetinmek isteyenlere cevap mahiyetinde serdettikleri makul görüşlerden, söz konusu tehlikenin erken sayılabilecek dönemlerde baş gösterdiği sonucunu çıkarabilmekteyiz. (Ayrıca bilgi için bk. Şâfiî, "Cimâu'l-ilm", Ümm, V, 250 vd.; Sibâî, Sünnet, s.127-171; Hâdim Hüseyn, İlahi Bahş, el-Kur'âniyyûn ve şubuhâtuhum havle's- Sünne, Tâif 1409/1989, s. 78-98.

49 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266. 50 Krş. Polat, Hadis Araştırmaları, s. 160.

edilmektedir51. Bu durumda, kendilerine hiç ilâhî kitap veya suhuf gelmemiş peygamberler açısından vahyin niteliği, kendilerinden önceki bir kitap veya suhufa tabi olmaları yönüyle "metluv" olduğu farzedilse bile, bu durum "gayr-ı metluv" karakterli vahyi almaya engel değildir. Hatta Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine bizzat kitap veya suhuf gönderilmiş peygamberlerin bile, "kitap veya suhufları" dışında vahiy aldıklarını gösteren pek çok âyet vardır. Meselâ Lut kavmini helak etmek üzere gelen meleklerin Hz. İbrahim'le konuşmaları52, Allah Teâlâ'nın Hz. Musa53 ve Hz. İsa54'ya çeşitli vesilelerle hitabı, Hz. Dâvûd'a zırh yapma sanatının öğretilmesi55 gibi hadiseler, Kur’ân’da zikredildiği için bize göre vahy-i metluv sayılsa da adı geçen peygamberler için gayr-i metluv bir vahiydir. Diğer peygamberler için de durum aynıdır56. Hatta, Yahudilerin Hz. Peygamber'den "gökten kendilerine bir kitap indirmesi" talebine57, Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu şu cevap da bu noktada gayet manidardır: "Nuh'a, ondan

sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, evladına, İsâ'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Hârûn'a ve Süleyman'a vahy ettiğimiz ve Dâvud'a Zebûr'u verdiğimiz gibi şüphesiz sana vahyettik biz."58.

Bu âyette Hz. Peygamber'in, bütün Peygamberlerde görülen vahiy çeşitlerinden her birine mazhar olduğundan bahsedilmektedir59. Buna göre, Hz. Peygamber'in aldığı vahyin, sadece Kur'ân'dan ibaret olduğunu söylemek yanlıştır. Zira âyet, kendilerine kitap verilen- verilmeyen bütün peygamberlerin hepsinin ismini bir arada zikretmiş ve bunlara gelen mesajı yalnızca "vahiy" kavramıyla ifade etmiştir.

51 Müfessirlerin bu ayetle ilgili görüşlerini birinci bölümde "Kur'ân-ı Kerim'de vahiy kavramı"

başlığı altında zikretmiştik.

52 Ankebût 29/31-32; Hicr 15/52-77.

53 Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa'ya peygamberlik ihsan ettiği Tuva vadisindeki hitabı (Taha 20/6-16),

Hz. Musa'ya "asa" ile ilgili sorulan soru, onu yere atması ve geri alması emri (Taha 20/17-21), kavmine su çıkarması için "asasını" yere vurması emri (Bakara 2/60) ve yine Kızıldeniz'i yarmak için "asasını" denize vurması emri (Şuarâ 26/63), Hz. Musa'nın Allah'ı görme arzusunu ifade etmesi ve bu aradaki diyaloglar (A'râf 7/ 143) gayr-ı metluv vahyin örnekleridir.

54 Âl-i İmrân, 3/55; Mâide 5/113-118. 55 Enbiyâ 21/80.

56 Hz. Nuh'a, gemisini Allah'ın gözetim ve vahyi ile yapmasının emredilmesi (Hud 11/37); Hz.

Süleyman'a kuş dilinin öğretilmesi (Neml 27/19); Hz. Zekeriyyâ'ya, oğlu olacağına dair verilen müjde (Âl-i İmrân 3/38-40; Meryem 19/7); Hz. Zekeriyyâ'nın bu konuda Allah'la yaptığı konuşma (Meryem 19/7-10) gibi.

57 Nisa 3/153. 58 Nisâ 3/163.

59 Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, II, 1524-1527; Ayrıca

Nitekim Tarîkat-ı Muhammediyye şârihi Ebû Saîd el-Hâdimî (ö.1176/1762)'nin Hz. Peygamber'in A'rûf Sûresi 157. âyetinde geçen "rasûl ve nebî" vasıflarıyla ilgili yaklaşımı ufuk açıcıdır:

"Buradaki "risalet" (Rasûl vasfı) Allah açısından, "nübüvvet" (Nebi vasfı) ise

kullar açısındandır. Şöyle demek de mümkündür: (Hz. Peygamber'in) risâleti, vahy-i zâhir olan Kitâb bakımından, "nübüvvet" de gayr-i metluv vahiy olması bakımındandır."60.

Hâdimî'nin, âyetteki "Rasûl/risâlet" vasfını, Hz. Peygamber'in Allah'a bakan yönü, "Nebî/nübüvvet" özelliğini de kullara yönelik tarafı olarak telakki etmesi, önemli bir inceliktir. Hatta bunu daha da somutlaştırabilmek için "Rasûl/risalet" vasfını, vahy-i zâhir olan Kur'ân'la ve "Nebi/nübüvvet"i de gayr-ı metluv vahiyle eşleştirmesi/özdeşleştirmesi önemli bir yaklaşımdır. Buna göre Peygamber Efendimizin (s.a.) hem Rasûl hem de Nebî vasıfları gereği, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, mutlak manada vahye mazhar olduğunu vurgulamış olmaktadır. Yani kendilerine Kitap gönderilen peygamberlerden biri olarak "Rasûl" sıfatıyla; vahy-i zâhirin/metluvun olmadığı yerde de gayr-ı metluv vahiyle teyit edilen "Nebi" özelliğiyle tezahür ettiğine işaret etmektedir.

Öte yandan Heytemî de (ö. 974/1567), "Rasûl"ün tanımını yaparken, kitap verilmediği halde kendisine vahyedileni tebliğle mükellef olan peygamberleri de bu kavrama dahil eder61.

Sünnet'in vahiyle irtibatının temel delillerden biri de bazı âyetlerde geçen "hikmet"62 kavramının sünneti ifade etmesidir. Genelde peygamberlere Kitâb'la birlikte verildiği belirtilen hikmet'in,63 gayr-i metluv vahye delalet edebileceği belirtilmektedir64. Nitekim İbn Abbâs (ö. 68/887)65, Katâde (ö.118/736)66, Şâfiî (ö. 60 Hâdimî, Berîka, I, 76. ) ﻲﻣﻷا ﻲﺒﻨﻟا لﻮﺳﺮﻟا نﻮﻌﺒﺘﻳ ﻦﻳﺬﻟا ( ﻮ ه يﺬ ﻟا ﻪ ﺑﺎﺘآ ﻰ ﻟإ ﺔﺒ ﺴﻨﻟﺎﺑ ﻪﺘﻟﺎ ﺳر ﻦ ﻜﻤﻳو ، دﺎ ﺒﻌﻟا ﻰ ﻟإ ﺔﺒﺴﻨﻟﺎﺑ ﻪﺗﻮﺒﻧو ﷲاﻰﻟإ ﺔﺒﺴﻨﻟﺎﺑ ﻪﺘﻟﺎﺳر ﻮﻠﺘﻤﻟا ﺮﻴﻐﻟا ﻲﺣﻮﻟا ﻰﻟإ ﺔﺒﺴﻨﻟﺎﺑ ﻪﺗﻮﺒﻧو ، ﺮهﺎﻈﻟا ﻲﺣﻮﻟا . 61 Heytemî, Fethu’l-mubîn, s. 11.

62 Kur'ân'da Kitap'la birlikte "Hikmet"in bütün peygamberlere (Âl-i İmrân 3/81), Hz. İbrahim

zürriyetine (Nisa 4/54), Hz. İsa'ya (Âl-i İmrân 3/48; Mâide 5/110) ve Peygamber Efendimize (s.a.) verildiğini ifade eden âyetler ise şöyledir: Bakara 2/129, 151, 231; Âl-i İmrân 3/ 164; Nisâ 4/113; Ahzâb 33/24; Cum'a 62/2.

63 Kitap'la hikmeti aynileştirmenin yanlışlığına dair bk. Mevdûdî, Sünnetin Anayasal Niteliği, s. 176. 64 Bk. Güngör, Mevlüt, "Kur'ân'a Göre Kur'ân'dan Başka Vahiy Var Mıdır?", Tefsîrin Dünü ve

Bugünü Sempozyumu, Ondokuz Mayıs Ün. İlahiyat Fak., Samsun 1992, s. 130-132. Hatta İbn Kayyım el-Cevziyye, alimlerin çoğunluğundan farklı olarak daha önce de değindiğimiz gibi,

204/819)67, Taberî (ö. 310/922)68 ve İbn Kesîr (ö. 774/1372)69 gibi sahâbî ve alimler, Kitap'la Hikmet'in bir arada geçtiği âyetlerdeki "hikmet"in sünnet anlamına geldiğini ifade etmektedirler70. Subhî es-Sâlih ise (ö. 1988) sünnetin "hikmet" olduğu görüşünü şu şekilde temellendirmektedir:

"Biz –vahiy açısından- Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in kalbine inzâliyle, ona, bazı hadisleri telaffuzunun ilham edilmesini birbirinden ayırma eğilimdeyiz. Daha sonra –bu ayırım sebebiyle de- "Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı eserimizde de açıkladığımız gibi, vahiy vâkıasının sadece Kur'ân'a mahsus olduğu görüşünü benimsiyoruz. Zira "Rasûlullah (s.a.), kendisine inzâl olunan vahiy ile, Allah'tan gelen ilham sonucu ifade ettiği özel hadisleri birbirinden açıkça ayırıyordu. Çünkü gönlünde tezahür eden his ve fikirler, sırf insani özellikler olmaları hasebiyle, Rabbâni kelamla karıştırılamazdı"71. Dolayısıyla biz, - tebliğe yönelik Nebevî hadislerdeki 'tevkîfî/ ilâhî kaynaklı' muhtevayı açıklamak maksadıyla- (bu hadisleri) Kur'ân'ın ifadesiyle72 'hikmet' olarak isimlendiriyoruz. Nitekim muhakkık ulemanın çoğunluğu, âyette geçen 'hikmet'in, Kur'ân dışında başka bir şey olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. O da Allah'ın, Rasûlünü muttali kıldığı şer'i maksatlar, öğreti ve sırların toplamıdır. Bu ise, Hz. Peygamber'in kavlî ve fiilî sünnetinden başka bir şey olamaz. Çünkü Allah Teâlâ – İmam Şâfiî'nin dediği gibi73- kullarına "Kitap ve hikmeti öğretme" lütfunda bulunmuştur. Bu sebeple, -Allah daha iyi bilir ya- burada hikmet ancak Rasûlullah'ın Sünneti'dir demek uygun düşer; zira Kitap'la birlikte zikredilmiştir. Öte yandan Allah da Rasûlüne itaati farz kılmış; O'nun emrine bağlanmayı kesin bir şekilde emretmiştir. Bu Kur'ân'da Kitap'la birlikte hikmetin zikredildiği âyetlere bakarak, sünnetin de 'metluv bir vahiy' olduğunu iddiâ etmektedir (Savâik, s. 554-555).

65 Abdullah b. el-Mübarek el-Mervezî, Kitabü'z-Zühd, (Nuaym b. Hammad'ın (ö.228/843) kendi

nüshasında Abdullah b. el-Mübarek'in Kitabü'z-Zühd'üne ziyade olarak naklettiği rivâyetler kısmı, thk. Habibu'r-Rahman el-A'zamî), y.y. ts., Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye, s. 22.

66 İbnü'l-Mübârek, a.g.e., s. 22; Taberî, Câmiu'l-beyân, XII/1, 9.

67 Şâfiî, er-Risâle, (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 32, 78. 68 Taberî, a.g.e. , IV/1, 140, XII/1, 9.

69 İbn Kesir, Tefsîr, IV, 120.

70 Misal olarak bk. Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi'l-Kurân, XIV, 183; Vâhidî, Ebu'l-Hasen Ali b.

Ahmed en-Neysâbûrî, el-Vasît fî tefsîri'l-Kur'ân, (thk. A. Ahmed Abdülmevcud v. dğr.), Beyrut 1415/199, III, 470; Elmalılı, a.g.e.,V, 3893.

71 Bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1968, s. 32.

72 Âl-i İmrân 3/164. "Andolsun ki Allah, müminlere bol bol ihsanda bulundu. Çünkü onlara kendi

cinslerinden bir Peygamber gönderdi ki, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyor, onları fena huy ve inançlarından temizliyor; onlara Kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki bundan önce açık bir sapıklık içinde idiler".

itibarla "farz kılındı" sözü, sadece ve sadece Allah'ın Kitâb'ı ve Rasûlü'nün sünnetine mahsus bir salâhiyettir. Çünkü Allah Teâlâ, Rasûlüne imanı kendisine imanla birlikte zikretmiştir."74.

Ne var ki mutlak olarak değerlendirildiğinde "hikmet" kavramı, birden fazla anlamı bulunan75 ve farklı disiplin, kültür ve medeniyetlerin kendi anlayışlarını yansıtan76 bir kavramdır. Bu sebeple hikmet kavramını, sünnetle ve Kur'ân dışı vahiyle aynîleştirmek doğru olmasa da, bunların tamamen dışında bir olgu olarak görmek de isâbetli sayılmayacaktır77.

Üstelik peygamber olmadıkları halde, Hz. Meryem'e78 ve Havarilere79 gelen vahyi/ilhamı dikkate aldığımızda, bu tür bir vahyin genelde bütün peygamberlerden, özelde de Peygamber Efendimizden (s.a.) esirgenmesi asla mantıklı gözükmemektedir80.

b. Hz. Peygamber'in "beyân" vazifesi

Kur'ân-ı Kerîm'de, bizzat Kur'ân'ı beyân/açıklama vazifesinin Hz. Peygamber'e verildiği belirtilmektedir:

"Biz sana bu zikri (Kur'ân'ı), kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye

indirdik. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar"81.

Buradaki beyân vazifesinin nasıl ifa edileceği konusunda da, Allah Teâlâ, Rasûlünü kendi haline bırakmayacağını başka bir âyette belirtmiştir:

74 Subhî es-Sâlih, Ulumu'l-hadîs, s. 302-303.

75 Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır, "en umumî olarak hikmet, menfaat ve maslahat ve ihkâm manası

dolayısıyla, her ilmi hasen ve ameli salihin ismidir" tanımıyla verdiği hikmetin yirmi küsûr farklı manasını da eserinde zikretmektedir (Hak Dini, I, 915-926); Hikmet kavramı hakkında yazılmış bir eser için bk. Tan, Bilal, Kur'ân'da Hikmet Kavramı, İstanbul 2000.

76 Bilgi için bk. Doğan, Servet, İslam Düşüncesinde Hikmet Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek

Lisans Tezi), MÜSBE Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, İstanbul 1998.

77 "Kur'ân tarafından başkalarına da verildiği bildirilen Hikmet, verildiği kimselerde doğruya isabet,

faydalı bilgi ve amel olarak tezahür etmektedir ki, bu özelliklerin Hz. Peygamber (s.a.) tarafından dini tebliğ bağlamında ortaya konan söz, tavır ve davranışlarda tebellür ettiğinde kuşku yoktur. Bunun anlamı ise şudur: Hz. Peygamber (s.a.), Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine verilen bu Hikmet sayesinde Allah, Kur'ân, insan, varlık ve eşya hakkında doğru bilgilere sahip olacak, tebliği ile görevli bulunduğu dini, insanlara iletip öğretirken bu bilgileri insanlığın önüne şaşmaz kılavuzlar olarak koyacaktır." (bk. Sifil, Ebûbekir, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi I, İstanbul 1998, s. 63).

78 Âl-i İmrân 3/42-45, 164. 79 Mâide 5/111.

80 Bk. Güngör, "Kur'ân'a Göre Kur'ân'dan Başka Vahiy Var Mıdır?", s. 130; Albayrak, Kur'ân'da

İnsan-Gayb İlişkisi, s. 229.

"(Ey Muhammed), onu (Kur'ân'ı) tekrarlamak için (Cebrail sana vahyi

bitirmeden) dilini depretme, onu (senin kalbine) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer, sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun kıraatını takip et. Sonu onu beyân etmek de bize düşer."82. ) ﱠﻢُﺛ ِإ ﱠن َﻋ َﻠْﻴ َﻨ ﻪ َﻧﺎَﻴَﺑ

Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kıyâmet sûresi'nin 19. âyetiyle (

ilgili olarak öncelikle şöyle bir yorum yapar: "Âyet, Hz. Peygamber'in, Cebrail'in (a.s.) kıraatiyle birlikte Kur'ân okuduğuna ve bu kıraat esnasında, ilme olan aşırı düşkünlüğünden dolayı, Peygamberimizin (s.a.), (âyetlerin) müşkil yönlerini ve (kapalı) manalarını sorduğuna delalet etmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber'e, iki şey yasak edilmiştir: Biri, Cebrail'le eşzamanlı olarak Kur'ân'ı okuma gayreti, diğeri ise beyânla ilgili sorular sormak."83.

Âyetin bizzat metninden çıkan bu tabii yorum kanaatimizce isabetlidir. Bunun dışında tefsirlerde 'hadler, helal, haram, va'd ve vaîdlerin açıklanması bize aittir' ve "onu, senin dilinle beyân etmek bize düşer" şeklinde yorumlar da yapılmıştır84. Nahl sûresi 44. âyetine baktığımızda had, helal-haram, va'd ve vaîdlerin istisnasız hepsinin sadece Kur'ân'da beyân edilmediği ve Hz. Peygamber'in diliyle bile olsa, bunun,

Allah'ın gözetim ve denetimi dışında olmadığı neticesini çıkarmak zor değildir85. Dolayısıyla bu yorumların, Kur'ân dışında da vahyin hakikatine delalet ettiğini söylemek mümkündür86.

82 Kıyâme 75/16-19. 83 Râzî, Tefsîr, XXX, 225.

84 Mukâtil b. Süleyman, Ebu'l-Hasen b. Beşîr el-Belhî, Tefsîr, (thk. Abdullah Mahmud Şehâte), Mısır

1979, V, 512; Taberî, a.g.e., XIV/2, 190-191; Kurtubî, a.g.e., XIX, 106; İbn Kesîr, a.g.e.,XIV, 197.

85 Ayrıca bk. Mevdûdî, Sünnetin Anayasal Niteliği, s. 173-174.

86 Âyetteki beyan/açıklama görevinin bizzat Allah'a izafe edilmesini, "bir takım açıklamaları bizzat

Allah'ın yapması ve normal olarak bunu Kur'ân'da yerine getirmesidir. Şayet bu açıklamayı elçisi aracılığıyla yapacak olsaydı, bir çok âyette olduğu gibi açıklamayı Hz. Peygamber'e izafe ederdi" şeklinde anlamak, (bk. Kırbaşoğlu, a.g.e., s. 295) kanaatimizce isabetli değildir. Zira beyanın "normal" olarak Kur'ân'da yapılması şartının hiçbir delili olmadığı gibi, Kırbaşoğlu'nun, "Hz. Peygamber'in Kur'ân dışında da vahiy aldığı" iddiâsının dayanaklarını irdelediği bir bölümde ele aldığı bu âyetteki izafeti bu şekilde yorumlaması ayrı bir çelişkidir. Çünkü söz konusu beyan, Allah'a izafe edilmeli ki, Kur'ân dışında vahyin varlığına delil olabilsin, aksi takdirde Hz. Peygamber'e izafe edilseydi, belki şahsî içtihadı vb. vasıfları öne sürülerek, Kur'ân dışındaki vahiy konusu tartışılır hale getirilebilirdi. O sebeple Kırbaşoğlu'nun, "bu âyette açıklamayı Rasûle değil de, kendisine (Allah'a) izafe etmesi bizce gözardı edilmemesi gereken bir husustur." (s. 295) görüşüne biz de, Kur'ân dışındaki vahyin Allah'a izâfesinin esaslı bir delili olması bakımından katılıyoruz.

c. Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitâb'ın gizlediği hakikatlere karşı tutumu

Allah Teâlâ Mâide sûresi 15. âyetinde şöyle buyurur: "Ey Ehl-i Kitap, size –

kitaptan gizlediğiniz bir çok şeyi açıklayan ve pek çoğunu geçiveren/açıklamayan peygamberimiz gelmiştir. Size Allah'tan hakiki bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir".

Bu âyette, Ehl-i Kitâb'a ait olup beyânında fayda görülmediği87 için açıklanmadığı ifade edilen "pek çok şeyin" ne olduğu hususu ve bunların ümmî bir Peygamber'e nasıl iletildiği sorusu önemlidir. Sükûtla geçiştirildiği/affedildiği söylenen hususlar, tabiî olarak Kur'ân'da yer almadığına göre88, mutlaka Kur'ân dışında bir vahiyle peygambere bildirilmiş olmalıdır. Bu noktada, söz konusu hususların zaten Kur'ân'da zikredilmemesinin, sükûtla geçiştirilmek ve açıklanmamak anlamına geldiği yönünde bir itiraz öne sürülebilir. Ancak bu durumda Hz. Peygamber, ne olduğunu hiç bilmediği ve bilemeyeceği "bir çok şeyi", "sükûtla geçiştirmek/açıklamamak" gibi garip ve Peygamberlik şanına yakışmayan bir duruma düşürülmüş olacaktır.

d. Hz. Peygamber'in gördüğü bir rüyânın âyetle doğrulanması

Peygamber Efendimiz (s.a.), Medine'de iken rüyâsında, Mekke'ye girip Ka'be'yi tavaf ettiğini görmüştü. Ashabına durumu haber verip yola çıktı, ancak Hudeybiye'de, bir sonraki yıl umre yapmak üzere bir anlaşma imzaladı. Netice itibariyle bu rüyânın doğruluğunu tasdik etmek üzere, Feth sûresi 27. âyeti nâzil olmuştur: "Andolsun ki

Allah, Rasûlü'nün gördüğü rüyânın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz, Mescid-i Haram'a saçlarınızı traş ettirmiş (kiminiz de) kısaltmış olarak güven içinde ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de bundan (Mekke'nin fethinden) önce size yakın bir fetih nasip etti"89.

e. Sırrın ifşâ edilmesi haberinin Hz. Peygamber'e bildirilmesi

Rasûlullah (s.a.), hanımlarından birine gizli bir söz söylemiş, o hanımı da bunu diğerlerine aktarmıştı. Hz. Peygamber konuyu araştırdığında zevcesi O'na (s.a.), bu sırrı başkalarına aktardığını nasıl bildiğini sordu. O vakit Kur'ân'ın şu mesajı gelmişti: "Hani

Rasûl, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti, derken o zevce de diğerine bunu

87 Râzî, Tefsîr, XI, 189; İbn Kesir, Tefsîr, V, 136.

88 Çünkü bunların Kur'ân'da yer alması demek, zaten bizzat âyetin mesajına aykırıdır. Bu âyetteki

mesaj ise Ehl-i kitab'ın, Rasûlullah'ın, kendi gizledikleri her şeyi çok iyi bildiğini bilmeleridir. Bu da netice itibariyle, onların, rezil olmamak için (gerçekleri) gizlemekten kaçınmalarına vesile olacaktır (bk. Râzî, a.g.e., XI, 189).

haber vermişti. Allah da O'na (Rasul'e) bunu bildirince, Rasûl de bir kısmını açıklamış, bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Bunu kendisine haber verince o (hanımı) demişti ki, "Bunu sana kim haber verdi?" O da: "Bana her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan (Allah) haber verdi" demişti90. Peygamberimizin (s.a.) söylediği gizli bir sözün, eşi tarafından diğerlerine açıklandığını yine Rasûlullah'a (s.a.) haber veren başka bir âyet Kur'ân'da yoktur. Böyle bir âyet olmadığına göre bu olay, Allah'ın, Rasûlü'ne (s.a.) Kur'ân'ın yanı sıra mesaj ve direktifler gönderdiğini ispatlamaktadır91.

f. Allah'ın muvaffakiyet ve yardım va'di

Bedir Savaşı'ndan sonra, ganimetlerin dağıtılma anı geldiğinde, Enfâl sûresi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a.), bu savaş için yurdundan ayrıldığında Kur'ân, Müslümanlara şu şekilde hitap etmekteydi: "Hani Allah, iki topluluktan birinin sizin olacağını size

va'detmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle

Belgede Sünnet-vahiy ilişkisi (sayfa 68-149)

Benzer Belgeler