• Sonuç bulunamadı

KİTAB’UL BURHAN’IN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

1.1.1. Mantığın Tarifi ve Amacı

1.1.2.1. Sözün Delaleti

Biz, bir takım kavramların anlamını karşılaması bakımından kimi terimler yani sözler kullanırız. Dolayısıyla ortada bir işaret eden (dâll) bir de işaret edilen (medlûl) bulunur. Aradaki ilişki ise 'delâlet'tir. Düşünürümüz delâleti, "bir şeyi bilmekle bundan başka bir şeyin bilinmesinin lazım gelmesi" şeklinde tanımlar. Eğer işaret eden şey bir söz

ele alır:

1. Eğer delâlet vaz itibarıyla yapılmışsa, yani işaret eden şey (dâll), manaya tarafımızdan yüklenmişse 'vaz'î delalet' olur. Sözlü olanı kelime, sözsüz olanı da yol kenarlarına yolları belirtmek için konulan işaretlerdir.

2. Delâlet tabiî ise, yani tabiî olarak varsa buna 'tabiî delâlet' denir. Sözlü olanı, şarkı söyleyenin terennüm anında boğazını temizlemesi, sözsüz olanı da utananın kızarmasıdır.

3. Delâlet aklî ise, yani iltizamî bir çıkarımda bulunuyorsak buna da 'aklî delâlet' denir. Sözlü olanı, bir kimse duvar ardından konuştuğunda bu konuşmanın onun varlığına işaret etmesi, sözsüz olanı da evrenin bir yaratıcıya ışaret etmesidir.

Mantık, bu üçünden sadece vaz'î delâlet ile, onun da yalnız sözlü olanı ile ilgilenir.

Sözlü vaz'î delâlet de kendi içinde, işaret edenin işaret edileni karşılayıp karşılamaması bakımından üç kısma ayrılır. Bunlar kaplam (mutâbakat), içlem (tazammun) ve iltizâmdır.

Abdunnâfi İffet Efendi, vaz'î delâlet ve kısımlarını kendinden önceki düşünürlerle aynı anlamda ele alır. Nitekim, İbn Sina, sözün anlama delalet edebileceğini, eğer bir söz bir anlama yüklenirse onun kaplam olacağını belirtmiştir.24 İbn Sina'nın bu ifadesi halefleri açısından şüphesiz kapalı bir izahtır. F. Râzî ve Urmevî söz ve anlam arasında tam bir örtüşmeden söz ederken;25 K. Râzî, sözün sadece bu anlam için konulacağını; Seyyid Şerif Cürcanî, sözün kendisi için konulan anlama delaletinin tam olmasını;26 Siyalkutî de sözün delaletinin konulan şeyin tamamen kendisine olmasını şart koşar. Abdunnâfi İffet Efendi'ye göre ise kaplam, sözün, kendisi için konulan anlamın tamamına şamil olmasıdır. Düşünürümüz, Kazvinî'nin Şemsiyye'sinde vermiş olduğu "insan sözünün düşünen canlıya olan delaleti" örneğini gösterir. İnsan sözü, düşünen bütün canlıları içine almakta, ne dışarıda bir ferdini bırakmakta ne de dışandan yabancı bir ferdi ihtiva etmektedir.

Sözlü vaz'înin ikinci kısmı içlem için, İbn Sina, anlamın sadece bir parçasına olan sözlü delâleti şart koşmaktadır. Daha sonra bütün selefleri İb n Sina ile burada hemen hemen mutabıktır. Abdunnâfi İffet Efendi ise Siyalkutî'den mülhem olarak, içlemde,

24İbn Sina, Işaretler, s.4

25 F. Râzî, Mulahhas, yap.3a; Urmevî , Metâliu'l-Envâr, Tah. ve Çev: Hasan Akkanat ,Kadı Siraceddin el -Urmevî ve Metaliu'l -Envar "Tahkik, Çeviri ve İnceleme", Basılmamış doktora tezi, Ankara 2006, C..IL, s.5

anlamın parçalarının olmasına, sözün de bu parçalardan birine taalluk etmesine bakmaktadır. Yine aynı örnek üzerindeki tetkikini sürdürerek insanın sadece hayvan ve sadece düşünmeye delalet etmesinin içlemsel bir delalet olduğunu belirtir.

Sözlü vaz'înin üçüncü olan iltizâm da ise sözün delâleti, anlamın dışındakine olduğundan, dolaylı bir aklî çıkarım bulunmaktadır. Bu nedenle İbn Sina bir şeyin diğer bir şeyi çağrıştırması anlamında "tâbi olma ve gerektirme" (istitbâ)27 kavramını kullanır.

Çünkü kullandığımız sözcükte ve anlamda amaçladığımız anlamdan bir parça yoktur ama sözcüğü serdettiğimiz anda o anlam da dolaylı olarak ortaya çıkar; yani zorunlu b ir çağrışım vardır. Bu nedenle Urmevî ve Kazvinî, iltizamın bir tür zihni gereklilik olduğunu söylemişlerdir.28Abdunnâfi İffet Efendi ise delalet, sözün anlamı dışındakine olur ve zihnen o anlamdan ayrılmazsa iltizam olacağını kaydeder. Mesela 'vurma' sözü , gerçekte bir eylemi belirtir. Ama bu eylem karşılıklı bir ilişki içerisinde ortaya çıkmıştır.

O halde bu ilişkinin içerisinde bir vuran bir de vurulan bulunmalıdır. Şu halde 'vurma' sözüyle biz söz olarak bir eylemi belirtmemize rağmen onun iltizamî delaleti zihnî bir çıkarımla başka anlamları beraberinde getirmektedir.

Düşünürümüzün naklettiğine göre, dönemin Batılı mantıkçıları konu hakkında bir takım farklı görüşlere sahiptir. Onlara göre var olan, eğer var olması bakımından dikkate alınır yani bir an lama delalet etmesi sarf -ı nazar edilerek dikkate alınırsa "şey" olarak isimlendirilir. Eğer şey, bir anlama delâlet etmesi bakımından dikkate alınırsa ona 'işaret eden' denilir. Dolayısıyla delâlet, iki şeyi gerekli kılmaktadır; a)işaret eden ve b)işaret edilen.

Abdunnâfi İffet Efendi, Batılı mantıkçıların, işaret edeni çeşitli sınıflara ayırmakla birlikte, üç tanesi üzerinde ittifak ettiklerini belirtir:

a. İşaret eden, ya delâleti kesin olandır, tıpkı solumanın canlılığa işaret etmesi gibi. Çünkü soluma, kesin olarak canlılığa delalet eder. Ya da delâleti kesin olmayandır, tıpkı bulut gibi. Çünkü bulut kesin olarak yağmura işaret etmez.

b. İşaret eden ya işaret edilene bitişiktir, tıpkı bedenî bir hastalığa yüzün hareketleri ve işaretlerinin delâlet etmes i gibi. Çünkü yüzün ya da görünüşün

işaret levhaları gibi. Çünkü onla r yoldan ayrıdır.

c. İşaret eden ya tabiîdir, varlığı akıl itibariyle değildir; tıpkı aynalarda beliren şekiller gibi. Bu şekiller, tabiî olarak, kendi zatlarına delalet eder. Ya da vaz'îdir ki bunlar sadece ve sadece akıl vasıtasıyla ve akıl itibariyle o lurlar, tıpkı belirli bir anlam için konulan kelime gibi.

Abdunnâfi İffet Efendi, Batılı mantıkçılara göre, bir tek şeyin, tek bakımdan hem işaret eden hem de işaret edilen olamayacağını, ama açıları arttığı vakit, bir tek şey, bir taraftan işaret eden diğ er taraftan da işaret edilen olacağını kabul ettiklerini söyler.

Düşünürümüz, Batılı mantıkçıların (a) ve (b) şıklarındaki görüşlerini eleştirmezken, (c) şıkkında zikredilen görüşlerinin eksik olduğunu söyler.