• Sonuç bulunamadı

Tarihte bilinmeyen bir zamanda Arap yarımadasından çıkıp yukarı Mezopotamya bölgesine (Irak) yerleşen Sâmîlerin soyundan gelen Hz. İbrahim’in göçlerini ve bunların arka planını inceledikten sonra, eski dünyanın siyâsî, kültürel ve ekonomik dengelerini yeniden şekillendiren Sâmî göçlerin sebepleri üzerinde durmak gerekir. Konunun uzmanlarının saydıkları sebepler arasında, ilk sırayı genellikle, tedricî bir şekilde kuraklaşan iklim şatları almaktadır. Nitekim Cevâd Alî bu sebepler arasında nüfus fazlalığını en başa koysa da, iklim değişimleri üzerinde daha fazla durmak suretiyle en önemli sebebin hangisi olduğunu ortaya koymaktadır. Bilim adamlarının tespitlerine göre Arap yarımadası, Pleistocene çağında, bugün muson iklimine sahip bölgelerde olduğu gibi, büyük ve sık ormanlarla kaplıydı. Buzul çağına gelindiğinde Avrupa’ya oranla daha ılıman olan yarımadanın iklimi, Neolitik ve Chalkolotik devirlerde buzulların erimesiyle birlikte, hızlı bir şekilde olumsuz yönde değişmeye başlamış, nem oranının ani düşüşü ile beraber kuraklık baş göstermiştir. Yer tabakasının sert yapısını da etkileyen bu değişim sonunda, canlı yaşamına elverişli olmayan geniş kum yığınları ve çöller oluşmuştur. İklimdeki değişimlerin en önemli etkisi, hiç kuşkusuz insanlar üzerinde gerçekleşir. Daha ılıman ve daha uygun şartlara sahip bölgeler her zaman tercih sebebi olmuştur. Kuraklaşmaya bağlı olarak yeraltı sularının çekilmesi, bugün de görülen bir hadisedir. Bölgeyi gezen araştırmacılar bu türden olguları yerinde tespit etme imkânı bulmuşlardır. Jeologlar, yeraltı sularının çekilmesini kuraklıktan başka sebeplere de dayandırmaktadırlar. Buna göre, atmosfer basıncının yer tabakası üzerindeki etkisinin zayıflaması da burada etkilidir. Amerikalı uzman Twitchell’e göre, 2000 yıl önce yerin üstünde bulunan su, bugün 27 adım aşağıya inmiştir. Tevrat uzmanları, Süveyş kanalındaki su seviyesinin Çıkış zamanındakinden

263 Mehrân, age, s. 146-147.

25 adım aşağıya indiğini söylemektedirler. Yine, Kızıldeniz’de ve Arap körfezinde su seviyesinin aşağılara indiği ifade edilmektedir. Bazı bilginler birtakım fosillerden yola çıkarak, Rub’u’l-Hâlî çölünün bir zamanlar denizle irtibatının bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Sonuçta yeraltı sularının çekilme oranı ne olursa olsun, yer kabuğu üzerinde etkili olduğu açıktır.264

Sâmî göçlerin arkasındaki en önemli sebep olarak Arap yarımadasında yaşanan iklim değişikliklerini gören Susa, konunun uzmanlarının görüşlerini şöyle özetlemektedir: “Avrupa kıtasının büyük bir kısmı buzullarla kaplıyken, Arabistan ılıman bir iklim yaşıyordu. Bol yağmurlar sayesinde her taraf ormanlarla kaplıydı. Fakat daha sonra, yaklaşık 14 bin yıl önce rutubetini, ılıman iklimini ve yaşam imkânlarını kaybetmeye başladı. Bu gerileme gerçekten yavaş seyrettiği için, yağmurların azalması ve ısının artışı birden hissedilmedi. Nüfus yoğunluğu şimdi olduğu gibi değildi. İnsanlar balık avlayarak karınlarını doyuruyor ve birbirinden uzak yerlerde yaşıyorlardı.

Dolayısıyla denilebilir ki Arabistan sakinleri, yağmurların azalması sebebiyle ürün kıtlığını ve hayat şartlarının zorlaşmaya başladığını hissedinceye kadar eskisi gibi yaşamaya devam ettiler. Ancak bu eksikliği gördükten sonra hayvanları ehlileştirip, açlık problemini gidermeye yöneldiler. Fakat hayat artık onlar için çekilmez hale gelince, daha bereketli topraklara, daha iyi iklime ve daha çok suya sahip ülkelere doğru göç etmeye başladılar. İşte defalarca tekrarlanan Sâmî göçler böyle başladı. İki nehir (Dicle ve Fırat) arasında ortaya çıkarılan bulgular, ilk Sâmî göçlerin M.Ö. 5000’lerde

264 Cevâd Alî, el-Mufassal, I, 240-242. Sâmîlerin anayurdunun Arap yarımadası olmadığını savunan Grintz, iklim değişimleri ve yeraltı su seviyesinin düşmesine kendi gözlemlerine dayanarak şöyle itiraz ediyor: “Bu alanın tanınmış uzmanlarından Lowdermilk’e göre bilimsel kanıtlar, Buzul Çağı’ndan beri dünya ikliminin genelde daha ılıman hale geldiğini ortaya koymaktadır, ancak bu, zorunlu olarak daha kurak hale geldiğini göstermez. Gerçekte Buzul Çağı’ndan beri yıllık yağış oranı aslında daha da artmış olabilir. Aynı durum Filistin’de de hâkimdi. Şayet Roma döneminden beri yıllık yağış miktarında düşme olsaydı, baharlarda su seviyesinin azalması gerekirdi. Arkeologlar Dr.

Glueck ve Dr. Harper’la birlikte birkaç bahar, Roma döneminin ağır duvarcılık sanatıyla yapılmış Transjordan’da (Eski Ürdün) incelemelerde bulunmuştuk. Söz konusu bahar aylarında duvardaki taşlar ve gedikler ile su seviyesi ve su miktarı uygunluk göstermekteydi. Bu da bölgenin su kaynaklarının Roma döneminden beri değişmediğini ortaya koymaktadır.” (Grintz, agm, s. 192-193).

Görüldüğü gibi, Grintz’in verdiği örneğin doğrudan Arap yarımadası ile ilgisinin bulunmaması bir yana, değişimlerin ölçümlendiği zaman diliminin Roma dönemi ile sınırlandırılması da kanıtın kapsayıcılığına gölge düşürmektedir.

başladığını göstermektedir. Ancak bu bulgular, söz konusu tarihten önce başka Sâmî göçlerinin olduğu fikrini çürütmez.”265

Susa’nın işaret ettiği bulguları destekleyen bilgileri Cevâd Alî’nin kaleminden okuyalım: “Bazı bilginlerin araştırmaları sonunda, yarımadanın özellikle çöllerle kaplı bölgelerinde bir zamanlar yerleşik hayat düzeninin mevcut olduğunu düşündürecek bazı kalıntılar tespit edilmiştir. Yazı öncesi taş devrine kadar giden bu numunelerin yanı sıra, Arap bilginlerin kaydettiği bir husus oldukça dikkat çekicidir. Buna göre, eski kaynaklarda bugün hiçbir nebatın yetişmediği bölgelerde büyük ağaçların mevcut olduğu belirtilmiştir. Benzer bir durum, hayvanlar için de söz konusudur. Eski kitaplarda yarımada üzerinde bolca görüldüğü kaydedilen aslan, kaplan, yaban eşeği, deve kuşu, ceylan, kartal gibi hayvanların sayılarında azalma mevcuttur.”266

Caetani’ye göre Arap yarımadasında meydana gelen ani iklim değişiklikleri, M.Ö. X. Binyılda gerçekleşmiştir. Ancak hissedilir bir dereceye varması için M.Ö. V.

Binyılı beklemek gerekecektir. Yarımadanın Sâmî nüfusu işte bu tarihten itibaren kendileri için daha elverişli bölgelere doğru göç etmeye başlamıştır. Caetani yarımadanın çeşitli yerlerinde bulunan vadilerden yola çıkarak, bir zamanlar buralarda yüksek tepelerden dökülen güçlü ırmakların bulunduğunu, iklimin değişmesi ve kuraklığın baş göstermesiyle birlikte suların çekildiğini, geriye sadece vadilerin kaldığını düşünmektedir. Caetani, bugün Arap yarımadasında bulunmayan fil gibi büyük hayvanlara eskiden bol miktarda rastlandığını, özellikle Medyen bölgesinde insanların fil avıyla meşgul olduğunu kaydetmektedir ki, Yunan-Roma klasikleri de bu bilgiyi teyit edici rivayetler içermektedir. Arap yarımadasını doğu ve batı olarak iki kısma ayıran Caetani, batıda yüksek dağlar ve tepeler, doğuda ise inişli çıkışlı geniş arazilerin bulunduğunu kaydetmektedir. Yarımadanın doğusunda kuraklık batıya göre daha şiddetli olduğu için, göçler daha önce başlamış, doğu kısmında hayat şartlarının

265 Susa, age, s. 151.

266 Cevâd Alî, el-Mufassal, I, 242-243. Cevâd Alî’nin verdiği bilgiye göre, Arabistan’dan yayılan Sâmî göçlerin kuraklık nedeniyle gerçekleştiği düşüncesinin önemli savunucularından İtalyan bilgin Caetani, buzul çağında yarımadanın yemyeşil olduğunu iddia etmektedir. Ona göre, Tevrat’ta anlatılan Aden cenneti Arap yarımadasıyla bir şekilde ilişkilidir. Alman bilgin Fritz Hommel de aynı kanaati paylaşmaktadır. Tabiat şartlarının kötüleşmesi ve yarımadanın çöllerle ve kum yığınlarıyla kaplanması sonucunda Irak, Şam ve Mısır gibi daha elverişli şartlara sahip bölgelere göçler başlamıştır. Göçlerin en yoğun olduğu dönem, M.Ö. 2500-1500 yılları arasıdır. Bu dönemde Hiksoslar Mısır’a, İbraniler Filistin’e göç etmişler ve bunları diğer göçler takip etmiştir. (el-Mufassal, I, 244).

zorluğu batı kısmında olduğu gibi yerleşik bir medenî düzen kurmayı neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Kuraklık zamanla batı kısmında da baş gösterince, yarımada sakinleri toplu olarak başka bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır.267

Caetani’nin görüşleri bilim çevrelerinde genellikle takdirle karşılanırken, Musil gibi araştırmacılar tarafından eleştirilmiştir. Caetani’nin değerlendirmelerini tarihsel ve bilimsel dayanaklardan yoksun olduğunu düşünen Musil’e göre henüz emekleme döneminde bulunan jeoloji ilminin verilerine dayanarak, Arap yarımadası gibi üzerinde çok az incelemeler yapılmış olan bir bölge hakkında kesin ilmî tespitlerde bulunulamaz.

Musil, Sâmî göçlerini ve mümbit toprakların çöllere dönüşmesini iki sebebe dayandırmaktadır: 1. Bölgedeki siyasî yönetimlerin güç kaybetmesi 2. Ticaret yollarının değişmesi. Siyasî yönetimlerin zayıflaması, kabile ve bölgesel yönetimlerin bağımsızlıklarına kavuşmasına ve netice itibariyle bölgede çatışma ve kargaşanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir ortamda imar işlerinin yürümeyeceği, şehirlerin ve tarımsal altyapının tahrip olacağı, ticârî faaliyetlerin kesintiye uğrayacağı, salgın hastalıkların ve açlığın baş göstereceği açıktır. Bu durumda insanlar kendilerini, ailelerini ve mal varlıklarını güvence altına almak için yaşadıkları yerleri terk edip başka yerlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla güney Arabistan’dan çıkan Sâmî göçleri, Caetani’nin zannettiği gibi Me’rib seddinin yıkılmasıyla268 baş gösteren kuraklıkla izah edilemez. Buradaki esas sebep, Yemen’deki merkezî yönetimin zayıflamasıyla idarenin küçük prensliklerin eline geçmesi ve Habeşlilerle İranlıların güney Araplarının iç işlerine karışmasıdır. Bütün bu gelişmeler sonunda iç karışıklıklar ve kabile savaşları çıkmış, çeşitli ayaklanmalar olmuştur. Bu durum M.S. V. Yüzyılın ikinci yarısına ait kitabelerde açıkça ifade edilmektedir. Böyle bir kaos ortamında

267 Cevâd Alî, el-Mufassal, I, 245.

268 Susa’nın verdiği bilgiye göre, yüksek ve sağlam bir duvardan ibaret olan Me’rib Seddi, Sana civarındaki dağlardan inen sel sularının büyük bir kısmını toplayan Ezine Vadisi’ni boydan boya kesiyordu. O zamanın yüksek sulama tekniği sayesinde barajın çeşitli yerlerine kanallar ve menfezler açılmıştı. Değişik zamanlarda tamir edilen barajın yıkılmasıyla alakalı değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıntılı bilgi için bkz. Susa, age, s. 163-164; Mehrân, Dirâsât Târihiyye, s. 336-352.

Esed’e göre bu felaketin kesin tarihi bilinemese de, barajın ilk yıkılışı M.S. II. Yüzyılda gerçekleşmiş olabilir. Bu olaydan sonra Sebe krallığı büyük ölçüde güç kaybetmiştir. Bu da güneyli (Kahtânî) birçok kabilenin Yarımada’nın kuzeyine doğru göç etmesine yol açmıştır. Esed’e göre bu ilk yıkılıştan sonra baraj ve kanallar belli ölçüde onarılmışsa da ülke eski gücüne ve refah düzeyine bir daha ulaşamamıştır. İslâm’ın zuhurundan 20-30 yıl önce baraj tamamen çökmüştür (Esed, Kur’ân Mesajı, II, 876).

eskiyen seddin tamiri ihmal edilince felaket kaçınılmaz olmuş, Güney yaşamının can damarları olan ekili araziler sular altında kalmış, nihayet bölge halkı yeni bir yurt aramak üzere başka bölgelere göç etmeye başlamıştır.269

Burada bir hususa işaret etmek gerekir; Musil’in söz ettiği siyasî kargaşa ve kaos ortamının bölgedeki nüfus hareketliliklerinde etkisi olduğu inkâr edilemez. Ancak söz konusu karışıklıkları Sâmî göçlerinin ana nedeni olarak görmek kanaatimizce doğru değildir. Zira, eski dünyanın kalbi sayılan Orta Doğu’da (bugünkü durumda olduğu gibi) karışıklık ve güç mücadeleleri hep olagelmiştir. Bu hadiseler sonunda birtakım göç hareketleri de sürekli yaşanmıştır. Ancak burada çok büyük çaplı Sâmî göçlerinden bahsedildiğine göre, sözü edilen kargaşa ortamından daha etkili bir hadisenin yaşanmış olması gerekir ki, kanaatimizce bu, bütün yarımadayı etkileyen iklim değişiklikleridir.

Ayrıca Musil’in iddiasını M.S. V. Yüzyıla ait kitabelere dayandırması, Sâmî göçleri ile hiç alakalı değildir. Nitekim bahsedilen tarih, son büyük Sâmî göçü olarak kabul edilen Müslüman Arap yayılmasından sadece iki asır öncesine tekabül etmektedir ki, bu tarihte bölgedeki Sâmî yerleşim hemen hemen İslam’ın doğuş yıllarındaki durumla ayniyet arz etmektedir.

Musul’in Caetani’yi eleştirirken kullandığı bir argüman da kanaatimizce isabetli değildir. Ona göre, XIX. Yüzyılda Arap ülkelerinde görülmeye başlayan medeniyet ve kalkınma hamleleri Caetani’nin kuraklık tezini çürütmektedir. Aynı bölgede bugün medeniyet tesis edilebiliyorsa, geçmişte kuraklık bunu engelleyen bir sebep olamaz.

Esas neden, hükümetlerin zayıflaması ve güvenliğin ortadan kalkmasıdır. Merkezî otoritesinin baskısından uzak bir ortamda, iş savaşların çıkması ve bölgenin çeşitli maddî zenginliklerinin tahrip edilmesi bu sonu hazırlamıştır. Burada şu soru sorulmalıdır: Eğer Musil’in göçleri siyasî istikrarsızlığa bağlayan görüşünü doğru kabul edersek, tarihte istikrarsızlıkların hep olageldiği, Sâmî göçlerinin yöneldiği önemli merkezlerden olan Mezopotamya bölgesinde ileri medeniyet düzeyine sahip şehirler nasıl kurulmuştur? Nitekim geçmişte ve günümüzde Arap yarımadasının önemli medeniyet merkezleri, kum yığınlarının ortasında değil, iklimi daha yumuşak olan kıyı kesimlerinde yükselmiştir.

269 Cevâd Alî, el-Mufassal, I, 245-246.

Musil, güney Arabistan’dan kuzeye doğru olan göçleri, bu konuda yeterli tarihî bilgi bulunmadığı gerekçesiyle kabul etmemektedir. Ona göre, Hiksosların ve İbranilerin Arap yarımadasından göç ettikleri de kesin değildir. Musil, Yemen kabilelerinin kuraklık ve açlık nedeniyle kuzeydeki bereketli topraklara göç edip, burada Münzirî ve Gassânî devletlerini kurduklarına dair görüşü, klasik müelliflerin ve Süryanî kaynakların verdiği bilgilerle uyuşmadığı için reddetmektedir. Musil’e göre söz konusu devletler ancak Tedmür devletinin ortadan kalmasıyla tarih sahnesine çıkmışlardır ve bunların kurucuları bazılarının iddia ettiği gibi güneyden gelen göçmenler değil, bizzat Bereketli Hilâl bölgesinin yerlileridir.270

Musil güneyden kuzeye doğru kabile göçlerini kabul etmediği için, Arap kabilelerinin nesebiyle ilgili tartışmaya farklı bir yaklaşım getirmeyi dener. Ona göre, güney Arapları İslam’dan birkaç asır önce Şam’la Yemen’i birbirine bağlayan ticaret yollarının kontrolünü ele geçirmişlerdi. Bu yollar üzerinde kervanları bedevîlerin saldırılarından korumak üzere garnizon kuvvetleri bulunduruyorlardı. Yemen’de siyasî idare zayıflayınca, söz konusu garnizonlar bağımsız hareket etmeye başlamışlar ve çevrelerindeki kabilelerle akrabalıklar kurmuşlardır. Yemen’in bölgedeki itibarından dolayı kendilerini muhacirler olarak adlandırarak Yemen’e nispet etmişlerdir. Musil’e göre bütün nesep hikâyesinin özeti budur. Daha sonra Medineli ve Kufeli nesep âlimleri bunları gerçekmiş gibi kitaplarına almışlar ve bu rivayetler yaygınlık kazanarak diğer bilginlerce tekrarlanmıştır. Ona göre, iddia edildiği gibi güneyden kuzeye doğru göçler olsaydı, bunların göçmen kabileler üzerinde dil, din, kültür vb. alanlarda çeşitli etkilerinin olması gerekirdi. Ayrıca İslam öncesine kadar ulaşan güney Arabistan yazıtlarında buna dair bir işaret bulunmalıdır. Oysa böyle bir kayda rastlanamamıştır.

Bu da göçleri savunanların, yani kuzey kabilelerinin birçoğunun aslen güneyden gelen Gassânîler ve Münzirîler olduğunu söyleyenlerin tezini çürütmektedir.271

Sâmî göçlerin ortaya çıkışında iklim değişikliklerinin etkili olmadığı hususunda Musil’le paralel düşünen Cevâd Alî bu konudaki çalışmaların henüz olgunluk düzeyine ulaşmadığına işaret ediyor: “Arap yarımadasında meydana geldiği ifade edilen göçler, iklim değişikliği gibi olaylar, vadilerin kenarlarında ıssız ve terk edilmiş haldeki

270 Cevâd Alî, el-Mufassal, I, 248-249.

271 Ae, I, 249-250.

yerleşim alanları, bütün bunlara dair araştırmalar kanaatimizce henüz olgunlaşmamıştır.

Bu konu hakkında yürütülecek tahminler, hatta sadece olayları esas alan veya dinî-kültürel alanlarda birtakım kıyaslamalara giden yaklaşımlar ve dil merkezli araştırmalar kesin bir sonuca varmak için yeterli değildir.”272

İslam öncesindeki göçlerdeki belirsizliğin İslam sonrasındakiler için söz konusu olmadığını belirten Cevâd Alî, yarımadanın kaderinin bu dönemde de değişmediğini düşünmektedir. Cahiliyeden beri devam eden kabile savaşlarının Emevî ve Abbasî dönemlerinde de sürmesi, zaten yoksul olan bölge halkının siyasî yönetimlerce unutulmaya terk edilmesi, İslam’ın ilk dönemlerinde yarımadanın çeşitli bölgelerinde yapılan medeniyet hamlelerinin kesilmesine yol açmıştır. Yemame’de, Hicaz’da, Necid’de ve yarımadanın diğer yerlerinde İslam’ın ilk dönemlerinde mamur olduğu halde, bugün sadece isimleri kalmış bulunan yurtlar bunun en açık delilidir. Cevâd Alî soruyor: “Şimdi bu harap vaziyetin müsebbibi iklim değişimleri, kuraklık vs. midir?

Eski coğrafyacılar bu konuda bize bir şey söylemiyorlar. Bize göre esas neden, iç karışıklık, yağma ve talan, ticaret yollarının değişmesinin yanı sıra, güvenliği sağlayacak güçlü yönetimlerin olmamasıdır. Sâmî göçleriyle alakalı doğru bir görüş orta koyabilmek için derin ilmî araştırmalara ihtiyaç vardır. Arap yarımadasında vuku bulan göçlerle ilgili bilgilerimiz ağırlıkla bazı rivayetlere dayandığı için, görüş sahiplerinin ait oldukları kültüre ve tarihî arka plana göre çeşitli ihtilaflar söz konusu olmaktadır.

Mesela Tevrat’ta İsmailîlerin yarımadanın kuzey batısında Filistin’in doğusunda ve Sina’da yerleştikleri ifade edilirken, nakilciler Adnânîleri İsmailî olarak kabul edip, onların kuzeyden Hicaz’a geldiklerini kaydetmektedirler. Esasında bu göçler hiçbir zaman tek yönlü olmamıştır. Mezopotamya bölgesi, baştan beri çeşitli milletler tarafından iskân edilmiştir. Dolayısıyla Sâmîlerin anavatanından söz etmektense, insan soyunun ilk vatanı hakkında düşünmek daha isabetli olacaktır. İnsan ırklarının farklılığı dikkate alınırsa, bu konuda yapılan araştırmalar çok yetersizdir ve bu konularda kesin konuşmak için vakit henüz erkendir.”273

Cevâd Alî her ne kadar Arap yarımadası ile ilgili çalışmaların yetersiz olduğunu düşünse de, XIX. Yüzyıldan günümüze kadar önemli araştırmaların yapıldığını ifade

272 Ae, I, 250.

273 Ae, I, 251-254.

etmek gerekir. Mezopotamya’nın başlangıçtan beri insanların yerleştiği bir bölge olduğu doğrudur. Ancak Mezopotamya’nın Sâmî göçlerin yöneldiği bir merkez olarak kabul edilmemesi, bölgede süregelen istikrarsızlık nedeniyle göçebe kabilelerin yol açtığı nüfus hareketlerinin normal olarak görülmesi vs. Mezopotamya’yı yurt edinen ilk Sâmîlerle ilgili bilgilerimizle uygunluk arz etmemektedir. Nitekim Sâmî Akkadlar ve onlardan sonra gelen Âsurlular ve Babilliler, kendilerine vatan olarak Mezopotamya’yı seçmişlerdi. Şayet onları ortak Sâmî dilini konuşan akraba milletler olarak kabul ediyorsak, yarımadada yaşayan hısımları ile bir şekilde ilgili olduklarını düşünmemek için bir neden yoktur.

Belli bir Sâmî ırktan söz etmek doğru olmasa da, tarihin bilinmeyen bir döneminde Arap yarımadasından çıkan kabilelerin Mezopotamya, Filistin, Sina ve Mısır’a kadar geniş bir alana yayılmış olmaları muhtemeldir. Sâmî göçleri kabul edilmediği takdirde, ortak Sâmî dilin bu kadar geniş bir coğrafyada nasıl hâkim olabildiği sorusu cevaplandırılmak durumundadır. Ayrıca, “Sâmî ırk” nitelemesi yerine

“Sâmî diller” ifadesini daha doğru bulan bilginlerin birçoğu, bu sınıflandırma altına giren diller arasında proto-semitik (ana Sâmî) dile en yakın dilin Arapça olduğunu söylemektedir. Bu fikir, bilim adamlarının dikkatlerini, Arapçanın diğer Sâmî kardeşlerine göre daha saf kalabilmesini borçlu olduğu anavatanına yani Arap yarımadasına çekti. Sâmîler, yerleştikleri diğer bölgelerde (Mezopotamya, Mısır, Filistin vs.) başka milletlerin medeniyetleriyle birlikte yaşamış ve onlara katkı sağlamışken, Arap yarımadası başlangıçtan beri hep Sâmî-Arap karakterli olagelmiştir.

Bunun en basit sebebi, yarımadanın büyük bir kısmını, eski dünyanın büyük ordularının gözünü korkutan geniş çöllerin kaplamış olmasıydı.