• Sonuç bulunamadı

2. Sâmî dilleri, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini, karşılıklı etkileşimlerini ve özellikle kelime türetme yönlerini gösteren bir dil grubu olduğundan dilbilim açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. 3. Sâmî kitabelerini çözmek ve okumak için Sâmî dillerini bilmek gerektiğinden ve karşılaştırmalı Sâmî dilleri bunların çözülmesi ve okunmasını kolaylaştırdığından dolayı Sâmî dillerinin bilinmesi Arkeoloji açısından da şarttır. 4. Sâmî milletlerinin, tarih, sosyoloji ve bilim ile sanatın diğer dalları hakkında şu ana kadar elde edilen belgeler ile ileride bulunacak belgelerden elde edilecek bilgiler, adı geçen milletlerin tarih, sosyoloji ve bilim ile sanatının aydınlatılmasına hizmet ettiğinden ve edeceğinden, bu açıdan da Sâmî dilleri çok değerli bir vasıtadır.”363

Birinci bölümde Sâmî nitelemesi ve Sâmî ırkla ilgili tartışmalara değinilmişti, dolayısıyla burada sadece Sâmî dilleri ile ilgili çalışmalar hakkında özet bilgilere yer verilecektir. Bilindiği gibi Sâmî nitelemesi, ilk olarak Alman tarihçi August Ludwig von Schlözer tarafından 1781 yılında ortaya atılmış ve daha sonra Alman Protestan teolog Eichhorn’un çabalarıyla bilim dünyasında yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Schlözer Akdeniz’den Fırat’a, Mezopotamya’dan Arap yarımadasına kadar uzanan bölgede yaşayan insanların konuştuğu dilin aynı kökten çıktığı düşüncesinden hareketle, Sâmî dilleri tezini ortaya atmıştır, ancak daha sonraları Tevrat’taki soy listelerinden yola çıkılmak suretiyle terime ırksal içerik kazandırılmış ve Sâmî halklar çatısı altına İbraniler, Ârâmîler, Araplar vs. dâhil edilmiştir.

Schlözer’den önce Leibniz; İbranice, Kartaca dili, Keldanice, Etiyopyaca gibi akraba sayılan dilleri ‘Arapça’ başlığı altında toplamayı önermişti. Ancak, bir üyesinin ismiyle anılacak dil ailesinin çeşitli açılardan karışıklığa neden olacağı açıktı. Bu yüzden Leibniz’in önerisi bilim çevrelerinde kabul görmemiştir. XIX. yüzyılda çivi yazısının çözümlenmesiyle birlikte, Sâmî dilleri üzerindeki çalışmalar yepyeni bir boyut kazandı. Bu dili konuşan halkların tarihi, inançları ve sosyo-kültürel durumları hakkında önemli bilgilere ulaşıldı. 1835’te Rawlinson’un keşfettiği ve çözmeyi başardığı Behistun yazıtları364 ile çivi yazısı, Champollion’un çözümlediği Rosetta taşı365 ile de

363 Galanti, Avram, “Türkiye ve Sâmî Dilleri”, Sad. Nurettin Ceviz-Musa Yıldız, Nüsha, Sayı: 15 (Güz-2004), Ankara, 2004, s. 104-105.

364 İran’ın Kirmanşah bölgesinde bulunan Behistun yazıtları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.

http://en.wikipedia.org/wiki/Behistun_Inscription (08.08.07). Söz konusu yazıtların İngilizce çevirisi için bkz. http://mcadams.posc.mu.edu/txt/ah/Persia/Behistun_txt.html (08.08.07).

hiyeroglif yazısı artık sır olmaktan çıkmıştı. Bu iki bilginden günümüze kadar, gerek çivi yazısı ile yazılmış metinlerde gerekse hiyeroglif okumalarında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

Başlangıçta bilim çevrelerinde Semitik-Hamitik diller ayrımı söz konusu iken, bugün gelinen noktada genellikle, Habeşçe ve eski Mısır dilinin Sâmî karakterli olduğundan hareketle, ‘Sâmî-Hami dilleri’ ifadesi tercih edilmektedir. Bu meyanda, coğrafî bütünlüğe sahip Arabistan, Suriye-Filistin ve Mezopotamya üçgeninin, Sâmî halkların hatta insanoğlunun en önemli medeniyet aktivitelerinin sahnelendiği bir tiyatro konumunda olduğunu söyleyen Moscati, Sâmîlerin bu sınırların ötesinde de kalıcı yurtlar edindiklerini, özellikle Yemen’in karşısındaki Afrika sahillerinin milattan çok önceleri, kuzeyden gelen Arap kabileleri tarafından mesken tutulduğunu kaydetmiştir.

Bölge, doğal zenginlikleri ve deniz ticaretine açık yapısı nedeniyle sürekli göç almaya devam etmiş, neticede Kızıldeniz sahilleri boyunca pek çok liman kurulmuş ve yeni gelenlerin nüfuzu yavaş yavaş iç bölgelere doğru kaymaya başlamıştır. Aksum Krallığı böyle bir tarihî gelişmenin ürünüdür.366

Sâmîler arasındaki benzerliğin en önemli göstergelerinden olan dilsel yakınlığın, Sâmî olarak nitelendirilen milletleri tek çatı altında toplayan genel kabulü doğrulayıcı bir özelliğe sahip olduğunu kaydeden Hitti, sosyal müesseseler, dini inançlar, psikolojik ve fizyolojik özellikler alanında yapılacak bir karşılaştırmanın söz konusu benzerlik noktalarını ortaya koyacağını ifade etmiştir. Hitti buradan hareketle şu sonucun kaçınılmaz olduğunu düşünüyor: “En azından, -Babilce, Âsurice, Amorice, Kenanca, İbranice, Ârâmîce, Arapça ve Habeşce konuşan- bu insanların ataları, farklılaşıp ayrışmadan önce aynı yerde yaşayan ve aynı dili konuşan bir toplumu oluşturmak durumundadırlar.”367

Sâmî ve Sâmî dili terimlerini Arap ve Arapça ile değiştirme vaktinin geldiğini düşünenlerden Cevâd Alî’ye göre, bu adlandırma, Tevrat’ta geçen soy görüşüne ve

365 Mısır’ın liman şehri Reşit’te 1799’da bulunan ve Demotik, Hiyeroglif ve klasik Yunanca olmak üzere üç dil ile yazılmış anlaşma metni hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.

http://en.wikipedia.org/wiki/Rosetta_Stone (08.08.07).

366 Moscati, Sabatino, Ancient Semitic Civilizations, 1st ed. (New York: G. P. Putnam's Sons, 1957) s. 24, Questia, 20 Apr. 2007 http://www.questia.com/PM.qst?a=o&d=55643453.

367 Hitti, History of Syria, s. 62.

lehçeler arasındaki yakınlık esasına dayalı uydurma bir adlandırmadır ve bilimsel bir temele dayanmamaktadır. Sadece duygusal nedenlerle, İsraillilerin tanıdıkları halklara karşı besledikleri sempati ve antipatiden kaynaklanmıştır. Hâlbuki Sâmî’ye tekabül eden Arap terimi bilime daha yakındır. Sâmîler arasında değişik lehçeler ve diller olduğu gibi, Araplar arasında da farklı diller ve lehçeler söz konusudur. Arabistan’da doğduğu için Sâmî dillerini Arapça olarak adlandırmak bilim ve mantığa da ters değildir. Nitekim pek çok bilim adamı, Arap yarımadasını Sâmîlerin beşiği olarak görmektedir. Sâmî dilleri ister Yemen’de ister yarımadanın başka bir yerinde ve isterse Irak’ta ortaya çıkmış olsun, buraların tamamı Arap yarımadasının bir parçasıdır. Çünkü bozkır da, Bereketli Hilal de bugün Arap ülkelerinden sayılmaktadır. Buralarda yaşayan halkın kültürü Arap kültürü, kullandığı dil, Arap dilidir ve Arapça yeryüzünde canlılığını koruyan en geniş Sâmî dildir. Dolayısıyla sadece XX. yy’da değil, eskiden beri Semitik diller grubunun en büyük temsilcisidir. Sâmî nitelemesi, ancak bu şekliyle kabul edildiği zaman konuya bilimsel yaklaşılmış ve Sâmîlerin Sam adında bir kişinin soyundan türediği şeklindeki efsaneden uzaklaşılmış olunur.368

Kenanca, Ârâmîce gibi önde gelen Sâmî dillerinin Arapça ile eşdeğer görülmesi gerektiğini savunan Kubeysî, batılı bilim adamlarının tarafsızlıktan uzak olduklarını düşünmektedir. Bazı Arap bilginlerin de iyi niyetle müsteşriklerin görüşlerini tekrarladıklarını ifade eden Kubeysî, Kenanlıların ve Ârâmîlerin Arap asıllı olmadıklarına dair ileri sürülen delilleri sıralamış ve her biri hakkında kendi görüşünü ortaya koymuştur. Arapça ile diğer Sâmî diller arasındaki ilişkiler hakkında önemli bilgiler sunduğu için söz konusu delilleri ve karşı görüşleri maddeler halinde ele almak yararlı olacaktır:

1. Araplar ve Araplık hakkında en eski kayıt, miladî 328 gibi geç bir döneme ait olan İmruulkays yazıtında geçmektedir. Arap Cezm yazısının ilk defa görüldüğü söz konusu yazıdan önce Araplara dair bir kayıt mevcut değildir. 2. Adnânî Arapça olarak adlandırdığımız Hicaz-Kureyş lehçesinin yazı sistemi Kenanca ve Ârâmîceninkinden farklıdır. 3. Adnâniler bedevî karakterliydiler, Arap ismi de bedevîlik ve çöl anlamlarına gelmektedir. Oysa Kenanlılar ve Ârâmîler medenî/şehirli idiler, şayet Arap olsalardı

368 Cevâd Alî, age, II, s. 287-288.

kendilerini bu şekilde isimlendirirlerdi. 4. Araplar, Yemen’de Kahtânîler ve kuzeyde Adnânîlerden ibarettir. Dolayısıyla Mezopotamya, Şam ve Kuzey Afrika’da yaşayan halkların Araplarla bir ilgisi yoktur. Arap dilini benimsemeleri de İslamî fetihlerden sonradır. 5. Kenanlılar, Fenikeliler ve Pönler üç ayrı kavimdir. Kenanlılar güney Akdeniz sahillerinde bugünkü Filistin’de, Fenikeliler onların kuzeyinde, Pönler ise Kuzey Afrika’da yerleşmişler ve kendi adlarıyla anılan medeniyetler kurmuşlardır. 6.

Böylesine güçlü medeniyetler kuran Akkadlılar, Kenanlılar ve Ârâmîlerin kurak ve çöl arazilere sahip Arabistan menşeli oldukları iddiasını kabul etmek mümkün değildir. 7.

Adnânilerle Kenanlılar arasında bir akrabalık bağı farz edilse bile, bu çok uzak bir ilişkiye dayanabilir. 8. Akkadca, Ebla dili, Kenanca ve Ârâmîce her ne kadar Sâmî dil grubuna dâhil olsa da, her biri farklı bir dil olarak kabul edilmek durumundadır. 9.

İbranice, bu diller arasında en eski olanıdır. Dolayısıyla eski İbranice ve eski İbrani yazısı ifadelerini diğer Sâmî dilleri kapsayacak şekilde kullanmak gerekir. 10.

Antropolojik araştırmalar Arapların esmer, Ârâmîlerin beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur.369

Kubeysî yukarıdaki iddialara sırasıyla cevap vermektedir: 1. Müsteşriklerin söz konusu İmruulkays yazıtlarında kullanılan Cezm yazı sistemi ile muallaka şiirlerinin ve K.Kerim’in tedvininde kullanılan yazı sistemi arasında benzerlik kurmaya çalışmalarının bir anlamı yoktur. Zira burada kullanılan yazı sisteminden çok yazma usûlü yani sentaks (söz dizimi) daha önemlidir ve yazıtlarda Adnânî Arapçası değil, Tedmür Ârâmîcesinin söz dizimi esas alınmıştır. Bunun en açık delili, yazıtlarda geçen

“bütün Arapların kralı” ifadesinin diziliş biçimidir: (x¨Åآ بˆpzا Ån), oysa Adnânî Arapçada bu ifade (بˆpzا ¦آ Ån) şeklinde dizilmesi gerekir. Bazı müsteşriklerin ve onlara destek veren bazı Arap bilginlerin bu yazıtlarda kullanılan yazı sisteminin Adnânî cezm yazısının ilk örneği olduğu, yukarıda değinilen “bütün Arapların kralı”

ifadesinin de Adnânîleri kastettiği yolundaki görüşleri hatalıdır. Çünkü burada Ârâmîce söz dizimi kuralları uygulanmıştır, ayrıca metinde görülen bazı işaret isimleri bugün hâlâ Ma’lula Ârâmîcesi’nde kullanılmaktadır. İmruulkays yazıtlarında kullanılan yazı sistemi Ârâmî murabba yazısına çok yakındır, bazılarının iddia ettiği gibi Adnânî yazıya

369 Kubeysî, age, s. 63-65.

benzerliği daha zayıftır. Sonuç olarak, söz konusu kitabeyi yazdıran İmruulkays’ın konuştuğu dil; nahiv (söz dizimi), kullanılan edatlar ve yazı sistemi bakımından Ârâmî lehçesidir. Ama aynı şahıs, kendisinin bütün Arapların kralı olduğunu ifade etmektedir.

Bu da Ârâmîlerin aslında Arap asıllı olduklarını gösterir. Ayrıca, Araplara dair bu tarihten çok öncesine giden kayıtlar mevcuttur.370

2. Adnânî olarak adlandırılan Hicaz-Kureyş yazı sisteminin Ârâmî-Kenânî yazı sisteminden farklı olduğuna dair ileri sürülen delil de geçersizdir. Zira öncelikle, dil-yazı ilişkisi zorunlu değildir. Yani bir dilde başka dillerin dil-yazı sistemleri pekâlâ kullanılabilir. Nitekim murabba Ârâmî yazısının Hicaz’da bilindiği, Varaka b. Nevfel tarafından kullanıldığı kaydedilmiştir. Öte yandan Hz. Peygamberin Yemen’e müsned yazısıyla yazılmış mektuplar gönderildiği bilinmektedir. Ayrıca Adnâni Arapçanın Süryanî harflerle yazıldığı ve bu yazıya Kureyş’le ilgisinden dolayı Kerşûniyye adı verildiği ifade edilmektedir. Son olarak, Adnânî Arapçanın Cezm, Müsned ve Hiyeroglif karışımı bir yazı sistemi ile yazıldığına dair deliller vardır. Nitekim Ram dağlarında bulunan yazıların bu sonuncuya ait olduğu tespit edilmiştir. İkinci bir husus, yazı sisteminin aynı oluşu, onu kullanan dillerin de aynı kökten geldiğini göstermez.

Örneğin Akkadca, Hurî dili, Aylâmîce, Hititçe ve Ermenice çivi yazısını kullanan dillerdendir. Fakat bunların aynı kökten çıkmış diller oldukları söylenemez. Aynı durum bugün de görülmektedir; mesela Türkçe’nin bugünkü yazı sistemi Latince’den alınmıştır. Bu, Türkçe ile Latincenin aynı kökten geldiğini göstermez. Arap alfabesiyle yazılan Farsça, Osmanlıca, Urduca gibi dillerde de aynı durum söz konusudur. 371

3. Tarihçilerin birçoğu Tevrat’taki ifadelere dayanmak suretiyle, Arap kelimesinin bedevî manasına geldiğini söylemiş, İslam âlimlerinden bir kısmı da bu görüşü düşünmeden benimsemiştir. Örneğin İbn Haldun, ünlü çalışmasında Arap kelimesini neredeyse tamamen bedevî anlamında kullanmıştır. Onun gözünde Arap/bedevî medeniyetten uzak, girdiği yeri tahrip eden, kaba saba kişidir. Oysa kelimelerin anlamlarının zamana, mekâna ve diğer etkenlere bağlı olarak değişebildiği bilinen bir gerçektir. Ayrıca bizzat İbn Haldun’un ifade ettiği gibi diğer Sâmî kavimler

370 Kubeysî, age, s. 65-69. Kubeysî’nin en son bahsettiği kayıtlar hakkında daha önce malumat verilmişti.

Ayrıntılar için bkz. Kubeysî, age, s. 69-73.

371 Ae, s. 73-78.

de bedevîlikten/göçebelikten medenî hayata geçmişlerdir. Bu kavimlerin neden kendilerini Arap olarak isimlendirmedikleri sorusu, Yunan site devletleri örneğine bakılarak cevaplandırılabilir. Nitekim Yunanlılar Atina, Sparta gibi küçük site devletlerine Yunan adını vermemişlerdi. Bunun gibi Akkadlılar, Babilliler ve diğer Sâmî kavimleri eski dünyanın yaygın devlet sistemi olan site devleti esasına göre kurdukları devletleri şehirlerin adıyla anmışlardır. Kavmiyetçilik/milliyetçilik gibi kavramların ortaya çıkış tarihleri dikkate alınırsa bugünkü manada bir kavmiyetçilikten, kabile ve asabiyet esasına göre teşkilatlanmanın hâkim olduğu antik dönemde bahsedemeyeceğimiz son derece açıktır. Ayrıca, Arap yarımadasının çok eski çağlarda insanların yaşamaları için son derece uygun bir vaziyet arz ettiğine dair rivayetler ve Arap kelimesinin Adnânî Arapçasında ifade ettiği anlamlar göz önüne alınırsa, bedevîlik manasına hasretmenin yanlışlığı ortaya çıkacaktır.372

4. Arapların Adnânîler ve Kahtânîlerden ibaret olduğu, Bilâdu’ş-Şâm, Mezopotamya ve Kuzey Afrika’da yaşayan halkların Araplarla bir ilgisinin bulunmadığı yönündeki iddialar bağlamında akla iki soru gelebilir; birincisi, bugün fasih dil olarak adlandırılan Adnânî Arapça neden İran, Pakistan ve Afganistan gibi yerlerde değil de Arapların yaşadığı bölgelerde hayatiyetini sürdürmüştür? Bu soruya, fasih Adnânî lehcenin diğer Sâmî diller gibi bu coğrafyanın yabancısı olmadığı şeklinde cevap verilebilir. İkincisi, bugün Arap dünyasında konuşulan lehçeler fasih Adnânî Arapçasından mı ayrılmıştır yoksa Kenanca ve Arâmîcenin kalıntıları mıdır? Lehçeler konusunda yapılacak küçük bir araştırma, bugün Arap coğrafyasının değişik bölgelerinde konuşulan lehçelerin Ârâmîce, Kenanca, Ugaritçe gibi eski Sâmî dillerin bakiyeleri olduğunu gösterecektir. Bununla birlikte, bu lehçelerden fasih Arapçaya geçmiş olan pek çok kelime ve yapı da söz konusudur. İşin ilginç tarafı, Arapça olduğunda hiçbir kuşku bulunmayan Yemen’in Sebe dili ile fasih Adnânî Arapça arasındaki yakınlık % 65’i geçmezken, Arapça ile Ârâmîce arasındaki yakınlık % 86, Kenanca arasındaki yakınlık % 94 gibi yüksek bir orana tekabül etmektedir. Babil ve

372 Kubeysî, age, s. 78-89. Kubeysî, Arap kelimesinin orijinal anlamının su, yağmur, bulut gibi bir anlam bütününe delalet ettiğini, aynı anlamların Akkadca, Kenanca ve Ârâmîcede de bulunduğunu iddia etmektedir. Ayrıntılar ve kelimenin tarihî süreçte geçirdiği anlam değişikliklerini gösteren bir tablo için bkz. s. 84-89.

Âsur medeniyetlerini miras alan Amorluların konuştuğu dilin Kenancaya yakınlığı dikkate alınırsa, bu dilin de kadim Arapçanın lehçeleri arasında sayılması gerekir.373

5. Kenanlıları, Fenikelileri ve Pönleri üç ayrı millet kabul edip, Fenikelileri Akdeniz kıyısındaki Sur kentinin kuzeyine, Kenanlıları da güneyine yerleştiren görüş Tevrat ve Yunan kaynaklıdır ve bilimsel gerçeklerden uzaktır. Eski belgeler incelendiğinde Kenanlıların, Fenikelilerin ve Pönlerin kendilerini bu isimlerle adlandırmadıkları görülür. Kenanlılara ait olduğu tespit edilen iki kitabeden birincisinde, onların kendilerini (نlpcآ œc) “Kenan oğulları”, diğerinde biraz daha kısaltılmış haliyle (®cآ œc) şeklinde isimlendirdikleri açıkça görülmektedir. Kelimenin Yunanca karşılığı olan Phoenicia, bu terkipten üretilmiş bir isimdir. Ayrıca Mısır kitabelerinde geçen (™³c´) kelimesi de bu tezi güçlendirmektedir. Dolayısıyla Tevrat ve Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi üç ayrı millet söz konusu değildir, tek bir milletin üç ayrı biçimde isimlendirilmesi söz konusudur.374

6. Her biri ileri medeniyete sahip Akkadlılar, Kenanlılar ve Fenikelilerin çöllerle kaplı Arabistan’dan çıkmış olamayacağına dair görüş hakkında daha önce zikredilen delillerden başka şunlar söylenebilir: Öncelikle Sâmîlerin Arabistan’dan çıkarak Mezopotamya, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’ya yayıldıklarını söyleyen görüş hâlâ bilim çevrelerinde gücünü korumaktadır. Modern araştırmalar sonucu, “çöl gemisi”

olarak bilinen devenin M.Ö. III. Binden beri Arap yarımadasında kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu tespit, tarih öncesinden beri yarımadada yaşayan kabilelerin, kendileri ve hayvanları için daha elverişli şartların bulunduğu bölgelere doğru sürekli hareket halinde oldukları tezini desteklemektedir. Bu durum aynı zamanda, Benî Şeybân kabilesinin bir seferinde Ugarit’te bir seferinde Mekke’de, Benî Kilâb’ın bir Yemen’de bir Sina’da, Benî Rebîa’nın Şattu’l-Arab’da ve Mardin’de ortaya çıkmasını da açıklamaktadır. Arap kabilelerinin bölgede sürekli hareket halinde olduğuna dair örnekler çoğaltılabilir.375

7. Kenanlılarla Adnânîler arasındaki ilişkinin sınırlı olduğu, kardeşlik derecesine varmadığı, zira coğrafî şartların çetin oluşu nedeniyle Arap yarımadası ile Bilâdu’ş-Şam

373 Kubeysî, age, s. 90-94.

374 Ae, s. 94-97.

375 Ae, s. 97-99.

arasını birbirine bağlayan yolların iki kavmin iletişimini sağlamak için yetersiz kaldığını söyleyen görüş birkaç sebepten dolayı isabetli değildir. Her şeyden önce, eski dünyanın işlek ticaret yolları ve özellikle Arap yarımadasındaki baharat yollarını gösteren haritalar incelendiğinde doğudan batıya, güneyden kuzeye pek çok bağlantının bulunduğu görülecektir. Batıdan doğuya: a. San’a-Ma’rib-el-Mukella-Salâle-Sur-Maskat b. Cidde-Mekke-Taif-Bîşe-el-Fav-Hicr-el-Cerhâ c. Mekke-Necid-Eyle d.

Medine-Necid-Babil e. Medine-Hire-Bâbil f. Teymâ-Dûmetu’l-Cendel-Hire-Babil g.

Beyrut-Dimeşk-Tedmür-Babil h. Ugarit-Halep-İmar-Mari. Güneyden kuzeye: a.

Menha-San’a-Mekke-Medine-Medâin-i Sâlih-Teymâ-Akabe-Petra-Busra-Dimeşk-Humus-Hama-Halep-Kargamış-Harran b. Hadramut-Bîşe-el-Fav-Leyla-el-Cerhâ c. Sur-Maskat-Sahar-Riba-Cerhâ-Kot-Hire-Tedmür d. el-Fav-Leyla-Necid-Hire-Babil. Bütün bu yollar ve burada sayılmayan diğerleri, antik çağdan beri bölgenin birbiriyle temas halinde olduğunu ortaya koymaktadır.376

8. Akkadca, Ebla dili, Kenanca ve Ârâmîce’nin Sâmî diller grubuna dâhil olsalar da ayrı diller kabul edilmesini savunan görüş birkaç noktadan hatalıdır. Öncelikle, Sâmî ifadesinin Sam adında birinden geldiğine dair görüş bilim adamları tarafından eleştirilmektedir. Sam kelimesine arkeolojik çalışmalarda ve eski tabletlerde rastlanmamıştır. Ayrıca, bu dillerin farklı yazı sistemleri kullanmaları ayrı diller olduklarını göstermez. Farklı oldukları söylenen bu diller üzerinde yapılacak ayrıntılı bir inceleme, bunların ayrı yazı sistemlerine sahip tek bir dil olduğunu ortaya koyacaktır.377

9. Sâmî dillerinin en eskisinin İbranice olduğu ve diğer Sâmî yazı sistemlerinin İbranice yazısından çıktığını savunan görüş, Avrupa’da ortaya atılan ve bugün hâlâ ısrarla savunulan siyonist bir düşüncenin ürünüdür. Aynı maksatla Arap coğrafyası için

“Eski Yakın Doğu Tarihi ve Eski Arap Vatanının Ahalisi” gibi ifadeler kullanmışlar, bölgenin İslamiyetten sonra Araplaştığını ima etmeye çalışmışlardır. Bu iddialar bizzat Tevrat’a dayanmak suretiyle çürütülebilir. Şöyle ki; Tesniye 26:5’e göre Hz. İbrahim İbranî değil, gezgin bir Arâmîdir. Dolayısıyla onun konuştuğu dil de Ârâmîce olacaktır.

Tevrat’a göre Hz. Yakub’un (İsrail) oğulları Mısır’a geldiklerinde tercümana ihtiyaç

376 Ae, s. 99-101.

377 Ae, s. 101-102.

duymuşlardı. Bu da onların konuştuğu İbranice ile Mısır dilinin farklı olduğunu gösterir.

O tarihten itibaren Hz. Musa öncülüğünde çıkarılana kadar Mısır’da iki asırdan daha fazla kaldıkları hesaba katılırsa, Ârâmîcenin bir lehcesi olan İbranice’nin Mısır dilinden etkilenmediği düşünülemez. Aynı durum, Mısır’dan sonra yerleştikleri Kenan ilinde geçirdikleri dönem için de geçerlidir. Burada da Kenancadan etkilenme söz konusudur.

Bugünkü Tevrat dili, miladî X. Yüzyılda Masoretik ekolün daha önce iki defa redakte edilen yazılı ve sözlü gelenekten yararlanmak suretiyle oluşturduğu yeni bir dildir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, bugünkü İbraniceden farklı bir lehçe ile yazılmış olan Tevrat’ın bazı bölümleri Ârâmîcedir. Modern İbranice ile Tevrat İbranicesi farklıdır, eski dil üzerine eğitim almamış olanlar Tevrat’ı okuyup anlama noktasında büyük sıkıntı çekmektedir. Özetle, İbranice modern lehçesi ile beraber eski Kenanca ve Ârâmîcenin bir karışımı görünümündedir. Eski Sâmî lehçeleri ve bu dillerde yazılmış kitabeler konusunda uzmanlaşmış Müslüman bilgin sayısının az oluşu nedeniyle, Yahudiler bu alanda kendilerini tek otorite olarak görmekte ve tarihlerini diledikleri gibi şekillendirmektedirler.378

10. Arapların esmer, Ârâmîlerin beyaz tenli olduğuna yönelik iddialar da doğru değildir. Nitekim antropologlar bile bu konuda kesin konuşmaktan kaçınmaktadırlar.

Ayrıca Tevrat’ın Kenanlıları Ham’a nisbet ederek onların esmer tenli olduğunu söylemesi, Ârâmîlerin özellikle dil bakımından Arap asıllı oldukları gerçeğini değiştirmez. İslamiyette resim ve heykel yasağı olduğu için eski Arapların fizikî özelliklerine dair çok az malumat bulunsa da, Kureyş kabilesine mensup Hz.

Peygamber’in şemâiline dair nakledilen rivayetlerde, onun esmer değil kırmızıya yakın beyaz tenli olduğu belirtilmektedir. Bugünkü Araplara bakıp eski ataları üzerinde antropolojik çıkarımlarda bulunmak doğru bir yaklaşım değildir.379

Kubeysî yukarıda sıralanan delillerden başka, daha önce Âsur-Babil metinlerinde geçtiği ifade edilen Arbâya kelimesinin Arâmîcede ‘Arap’ anlamına geldiği ve iki nehir arasında kurulan küçük bir Arap devletini göstermek üzere kullanıldığını söylemektedir. Ayrıca Âsurî metinde geçen Cündibu ifadesinin Akkadca olduğuna dikkat çekerek, Akkadlıların M.Ö. III. Binlerde Meluhha ve Magan

378 Ae, s. 102-105.

379 Ae, s. 106-107.

Araplarından haberdar olduklarını ifade etmektedir. Kubeysî’ye göre, bu konuda ortaya konan şüpheci yaklaşımlar, Adnânî Araplara dair bilgilerin sınırlı olmasından ve eski dünyanın tarihi üzerinde çalışan bilginlerin temel kaynak olarak Tevrat’ı görmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Yunan ve İran coğrafyasında yer alan pek çok şehir ve devletin dili tereddüt edilmeden eski Yunan ve İran dilleri şeklinde tasnif edilirken, aynı olgunun hâkim olduğu Sâmî dillerinde bu tarz bir tasnife gidilmemesi düşündürücüdür.380