• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II. ŞÖHRET ARAYÜZÜ

2.3 Şöhrete Tarihsel Bir Bakış

2.3.3 Rönesans ve Şöhret

Fransızca yeniden doğuş anlamıyla anılan bu dönem, 15. ve 16. yy’larda sanat ve edebiyat alanındaki canlanmayla karakterize olmaktadır. Ne zaman başlayıp bittiğine ilişkin net bir sınır çizmek güç olmakla beraber insanın bilimsel ve sosyal alanda dünyayı algılayış

50

biçimindeki dönüşümlere gönderme yapmaktadır. Rönesansla beraber birey dünyanın hakimiyetini tanrıdan elinden almış ve onun belli düzen ilkeleri etrafında işlediğini keşfetmiştir (Tuncay, 1996: 80-81). Arap dünyasından önemli bilimsel metinler Batı’ya taşınarak tercüme edilmiştir. Para ekonomisinin güç kazanmasıyla beraber tüccar sınıfı güç kazanmaya başlamış ve feodalizm giderek kapitalizme doğru evrilmeye başlamıştır. Ticaret yollarını elinde tutan sömürgeci uluslar hızla zenginleşirken, matbaanın icadıyla beraber roman ve öykü başta olmak üzere yazılı edebiyat gelişmeye başlamıştır (Tuncay, 1996: 54- 55). Sadece doğa yasaları anlamında değil, sosyal yaşam bağlamında da statik anlayış yerini dinamik anlayışa bırakmıştır. Savaşçı toplum yapısından kibar topluma geçiş ve para ekonomisinin güçlenmesiyle burjuvazinin aristokrasiyle şartlarda görece bir denge yakalaması hiyerarşik yapının sarsılmasına zemin hazırlamıştır. Şövalyenin şan ve şöhrete yönelik duyduğu dünyevi hırs, milliyetçilik ve yurtseverlik duyguları içinde sönümlenmiştir (Arık, 2013: 23). Ortaçağ öbür dünyaya uzanma gayretiyle anlam kazanırken, rönesans dünyevi olanı keşfetmeye yönelmektedir. Ortaçağ boyunca tanrının kullarından biri olarak eserlerineadını kazımayan sanatçı, rönesansla beraber şahsi imzasını eserlerinin köşesine bırakmaya başlamıştır (Aydın, 2018: 92). Dolayısıyla sanatçıların kendine özgü kişisel yönleriyle öne çıkmasından söz edebilmek mümkündür.

Rönesansla ilgili olarak gözden kaçırılmaması gereken hususlardan biri, Ortaçağ’ın skolastik dünyasında bastırılmış ve geri plana çekilmiş olan kişisellik vurgusunun antik dönemlerde olduğu gibi yeniden belirginlik kazanmasıdır. Rönesansla beraber gerek gündelik hayat içerisinde gerekse sanat eserlerinde kendi tarzını yaratmak yeniden önem kazanır. Böylece şöhret kültürünün yeşermesi ve çeşitlenmesini mümkün kılan bazı koşullar gerçekleşmiş olur. Bir toplum serpilerek hetorejenleşip demokratikleştikçe seküler ölümsüzlüğü arzulayan kişi sayısı da artmaktadır. Aydınlanmacı görüşün diliyle ifade etmek gerekirse; ilerlemeyle karakterize olan bir toplumun bireydeki yansıması şöhrete erişerek toplumsal basamakları teker teker tırmanma şeklinde olmaktadır (Braudy, 1997:3-5 akt. Arık, 2013: 14) Bu bağlamda her sanatçı ve eser kendine özgü yönleriyle birbirinden ayrı bir şekilde üne kavuşabilmektedir. Rönesans döneminde çağın ruhuna uygun olarak bilim ve sanat alanında önemli eserler ortaya koyan kişiler şöhrete kavuşmuşlardır. Leonardo Da Vinci bu dönemin önemli renklerinden biri olarak örnek gösterilebilir (Aydın, 2018: 93). Ressamların yaşam hikayelerini yazarak bir araya getiren Giorgio Vasari’ye göre yakın sanat tarihini en iyi ifade eden tanımlama rönesanstır (Aydın, 2018: 91). Bu dönemde sanatçılar kadar onların koyduğu eserler de bağımsız olarak şöhrete ulaşmışlardır. Boccacio’nun

51

Decameron’u, Da Vinci’nin Mona Lisa’sı dönemin ikonlarındandır. Mona Lisa’yı bu denli önemli kılan şey; Rönesans Avrupası’nın ve Da Vinci’nin gizemini yansıtmasıdır (Aydın, 2018: 90-98). Öyle ki Mona Lisa imgesi gücünü günümüzde dahi korumaktadır. Popüler kültürün birçok alanında onun reprodüksiyonuna rastlamak gayet olasıdır.

Richard Sennett’e (2016: 108) göre 17. yy’da soylular tiyatro localarında oturmaktadırlar. Bugün anlaşılacağının aksine dönemin tiyatro locaları oyunu izlemek üzere bir ayrıcalığı ifade etmemektedir. Localar sahnedeki oyunu izlemekten çok izlenmek isteyenlerin tercih ettikleri yerlerdir. Tiyatro salonlarının en görünür kısımları soylulara ayrılmaktadır. Alt tabakalardaki seyircinin tiyatrodaki konumu ise kısmen sahnenin yanı sıra localardaki soyluları izlemeye dönük olarak tasarlanmıştır. Böylece toplumun önde gelen şahsiyetleri olarak aristokrasinin soyluları izlenmekte, davranışların zerafetinden pay çıkarılmaktadır. Bir anlamda dönemin tiyatroları cemiyet üyelerinin birbirini izlediği kamusal alan niteliği taşımaktadır. Soylularla halk arasında bir katalizör işlevi görerek soylular adına gösteriş ve gözetimin mekânı olmuşlardır. Aristokrasinin önde gelen şahsiyetleri bu mekânlar vasıtasıyla görünürlüklerini arttırarak itibarlarını korumuştur. Fakat 18. yy başlarında tiyatro ve seyircisi yeni bir hal almıştır. Çeşitli yardımlarla desteklenen tiyatrolar özel kuruluşlar haline gelerek kurumsallaşmış, bünyesindeki aktörlerin konumu da olumlu yönde gelişmiştir. Bu yüzyılda halk için tiyatroların anlamı değişmiş; bazı zümrelerin ayrıcalığını yansıtan yerler değil, Antik Atina’daki gibi avamın toplantı yerler olarak algılanmaya başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak soylular hevesle kendilerini teşhir edebilmek adına localardaki yerlerini alsa dahi artık ilgi odağı olmaktan çıkmışlardır. Bu durum esasında aristokrasiyi bekleyen makus talihi de haber vermektedir. Nitekim 1720’lerden sonra Paris ve Londra’da inşa edilen tiyatroların tasarımları da halkın değişen ilgi ve yönelimlerini doğrulamakta; doğrudan sahneye yönelmektedir (Sennett, 2016:109). Bu dönemde iyi eserler veren aktör ve oyun yazarları halk nezdinde şöhrete kavuşmuştur. 18. yy’ın en önemli aktör menajeri David Garrick’tir. Garrick naturalist bir oyunculuk anlayışı geliştirerek Shakespeare’in oyunları üzerine odaklanan genel tiyatro ilkesini daha rafine bir hale getirmiştir ve hiç yılmadan kendini halka mâl olmuş değerli biri olarak sunmuştur. Garrick dönemin dikkat çekici şöhretlerinden biri olarak sanat uzmanı, gurme ve kusursuz bir beyefendi olarak aristokrasi tarafından göklere çıkarılarak halk tarafından ulusal hazine olarak kabul edilmiştir (Rojek, 2003: 121).

52

Garrick örneğinde gözden kaçırılmaması gereken husus ona şöhret getiren imgenin halen görece aristokrasinin dümen suyunda ilerlemesidir. Rönesansla birlikte Ortaçağ’ın bireysellikleri baskılayan katı yapısı dağılmıştır fakat yine de şöhretin hareket alanı mevcut toplumsal yapıyla ilişkili olarak biçimlendirilmiştir. Garrick de döneminin önemli şöhretlerinden biri olarak görünürlüğünü bu kurala bağlı kalmasına borçludur. Zira Mozart’ın Viyana’da içine düştüğü durum, Saray desteğini çektiğinde başına neler gelebileceğini göstermektedir. Sanatçıların tam anlamıyla cinsellik, inanç, politika gibi kişisel ve özel konularda açık olabilmesi için iki yüz yıl daha geçmesi gerekmektedir (Rojek, 2003: 122).

Arık’a (2013: 23) göre kapitalizm öncesi şöhretler yoğun bir biçimde statülerini geldikleri soydan almaktadır. Pekala buna istisna oluşturabilecek örnekler sunabilmek mümkündür fakat sıradan erkek ve kadınların halkın imgelemini ele geçirmesi şimdiye kıyasla oldukça enderdir (Rojek, 2003:118). Zira toplumın yapılanış tarzı sıradan bireylere şöhret olma fırsatı sunmaktan uzaktır.19.yy içerisinde meslek burjuvasinin güçlenmesiyle beraber toplumda görünür olmaya ve itibara dayalı anlayış değişmiş; kendi öznelliğini vurgulayarak üstünlüğünü belirten soylu kesimler de yükselen tabakalar arasında eriyip gitmiştir. Saraylı toplum, beğeni ve estetik normlarının örgütleyicisi olmaktan giderek kopmuştur. Burjuva içinse davranışlardaki estetik ve incelik türünden nüanslar toplumsal konumun belirlenişinde ikinci geri plana çekilmiştir. Aristokrasinin aksine burjuva, gündelik hayatının her köşesini estetikleştirmek bir yana, çoğunlukla mahrem ve görünmez kılmaktadır. Para kazanmak ve meslek ise toplumda itibar sahibi olmanın asli öğesi haline gelmiştir (Elias, 2017: 391-394). Soyluların gösteri sahnesinden çekilmesiyle birlikte onların yerini semaye sahipleri, politikacılar ve popüler kültür şöhretleri almıştır. Kitle iletişim olanaklarının olgunlaşmasına paralel olarak halkla ilişkiler ve reklam kanallarının artmasıyla birlikte sermaye ve politikacıların başka alanlara yönelmesi, özellikle gündelik hayatla ilgili eğlence içeriklerinde popüler kültür şöhretlerinin ağırlık kazanmasına neden olmuştur.