• Sonuç bulunamadı

KURAMSAL VE TARİHSEL BAĞLAR

2.2. GAZETECİLER VE PROLETERLEŞME ÖRÜNTÜLERİ

2.2.1. Proleterleşme Tartışmaları: Klasik ve Çağdaş Biçimler

Jack London 20. yüzyılın başında, 1903 yılında yayınlanan Uçurum Halkı (The People of the Abyss) isimli kitabında Londra proletaryasının durumunu çarpıcı bir şekilde anlatır. Kitapta uçurumun dibinde yaşayan işçi sınıfının yanı sıra, bu uçuruma düşmemek için durmaksızın çabalayan geleneksel küçük burjuvazi de resmedilir.

London, bu kesimlerin proleterleşmesini ve bunun kuşaklara yayılacak olan sürecini 20. yüzyılın şafağında dikkat çeken bir öngörüyle tespit etmiştir:

Dolu karınlarıyla mutlu oldukları inancında olan küçük esnafın, zanaatkarların sokağından geçtiğimde onlar için duyduğum kaygı ve acıma, uçurumun dibinde ölmekte olan dörtyüzellibin kişiye oranla daha fazla oldu. Onlar hiç olmazsa ölmek üzereler, oysa bunlar iki üç nesil sürecek bir yok oluşu yaşayacaklar (1974: 39). Kendi hayatlarında bu düşüş, yeni yeni başlamış olabilir, ama bir miras gibi çocuklarına ve torunlarına geçer (1974: 38).

20. yüzyılın şafağından sonuna ve 21. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise, farklı bir proleterleşme sürecinden söz edilebilmektedir. Bu süreç daha kapsamlı ve karmaşık bir özellik taşır. Söz konusu süreçler arasındaki farklılığı anlatabilmek üzere, proleterleşmenin klasik ve çağdaş olmak üzere iki ayrı anlamı tespit edilebilir. Klasik proleterleşme tartışmaları, kapitalizmin oluşumunun ilk dönemlerinde köylülerin topraklarından koparılarak bu topraklarda işçi haline gelişlerini ve/veya kentlerdeki emek piyasasına fırlatılmalarını253 işaret eder. Bu anlama, London’ın bahsettiği

proletarya, geniş, çok katmanlı ve kendi içinde bölünmüş bir sınıfsallığı ifade eder ve soyut emeğe denk gelen bir kavram olarak ortaya konmaktadır.

253 Bu sürecin kristalize olduğu İngiltere’deki çitleme hareketi ile gerek kapitalist birikim gerekse proleterleşme süreçleri açısından sonuçlarının tartışıldığı bir çalışma için bkz. Huberman (2016).

173

geleneksel küçük burjuvazinin üretim araçlarından koparılarak ücret karşılığında çalışmaya başlaması da dahil edilebilir.254

Proleterleşmenin çağdaş anlamı ise, üretim araçlarının sahibi olmayarak emekgücünü satan fakat emek süreçlerinde vasıf, denetim ve özerkliğe sahip çalışanların, gerek emek sürecinde gerekse toplumsal durumlarında yaşanan gerilemeyi ve değersizleşmeyi ifade etmektedir. Yurtsever’in (2012: 111) belirttiği gibi bu anlamıyla proleterleşme, emekçinin üretim araçlarından sonra emek denetim süreçlerinden de dışlanmasını işaret eder. Bir önceki bölümde tartışılan düşünsel emeğin Taylorizasyonu ve değersizleşmesi gibi süreçler de, proleterleşmenin bu çağdaş anlamına içkindir. 1970’lerden günümüze uzanan proleterleşme süreci, temel olarak bu ikinci anlam etrafında kavramsallaştırılmaktadır.255 Gazetecilerin proleterleşmesi de proleterleşmenin bu ikinci anlamı içerisinde yer bulmaktadır.

Edgell (1998: 15-16), proleterleşmenin Marx’ın çalışmalarında üç farklı biçimde ele alındığını tespit eder. Bunlar, toplumun proleterleşmesi; işgücünün proleterleşmesi ve politik proleterleşmedir. Toplumun proleterleşmesi, kır ve zanaat kökenli kesimlerin işçi haline gelerek fabrikalarda yoğunlaşmalarını anlatır. Burada bir yandan sürecin yarattığı derin yoksulluk vurgulanır, diğer yandan kapitalizmin rekabetçi yapısının geleneksel küçük burjuvaziyi gittikçe dibe doğru iten basıncı işaret

254 Merle (2016: 159), Marx ve Engels’in düşüncesinde sanayi devriminin, köylülüğün ve küçük burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin tarihi olarak kavrandığını belirtir. Keza Marx’ın (2011: 686-704;

711-717; 718-719; 727-729) Kapital’de işaret ettiği gibi, mülksüzleştirme ve ilkel birikim, tarihsel olarak proleterleşmenin içeriğini oluşturmuştur. Benzer şekilde Engels (2010: 59) de yükselen imalat sanayiinin aleti makineye, atölyeyi fabrikaya ve dolayısıyla çalışan alt orta-sınıfı çalışan proletaryaya dönüştürdüğünü belirtir. Bu süreçte eski ustalarla çırakların yerini büyük kapitalistlerin ve kendi sınıfının üstüne çıkma beklentisi bulunmayan emekçilerin aldığını vurgular. Bu süreç, küçük burjuvazinin, bir yandan burjuvaziye diğer yandan proletaryaya katılarak çözülen niteliğine işaret eder.

Yurtsever (2012: 75) de, kapitalist üretimde işçinin soyağacının köylüler ve zanaatkarlar olmak üzere iki damardan oluştuğunu vurgular. Kapitalizmde “özgür emekçi”, bu iki toplum kesiminin mülksüzleşmesi ve geçim araçlarından koparılmalarıyla oluşturulmuştur. Burada belirginleşen yaklaşımın klasik anlamda proleterleşmeyi işaret ettiği söylenebilir.

255 Bu konuda kimi örnekler için bkz. Marshall (1999); Abercrombie vd. (1988).

174

edilir. İşgücünün proleterleşmesi, ücretli işçi haline getirilen yığınların emekgüçlerinin meta haline dönüşmesi ve denetim-vasıf gibi özellikleri yitirerek üretim araçlarının uzantısı haline gelmesidir. Bu boyut, yabancılaşma tezinin önemli bir parçasını oluşturur. Toplumsal proleterleşme ise, hem üretim ilişkileri hem de emek süreci itibariyle sermaye tabiyetine/boyunduruğuna (subsumption)256 giren toplumsal kesimlerin bir sınıf olarak ortaya çıkması ve siyasi bilincin gelişmesini ifade eder.

Görüleceği üzere Marx’ın kavrayışında proleterleşmenin hem klasik anlamı hem de çağdaş anlamına yönelik tespitler mevcuttur. Marx’ın proleterleşme süreçlerine, toplumsal dönüşümün katalizörü olarak özel bir anlam ifade ettiği söylenebilir. Gerek Manifesto’da (2010) gerekse Kapital’in (2011) ilk cildinde bu yönde tartışmalar mevcuttur. Dolayısıyla proleterleşme süreçleri, yalnızca kapitalizmin dönüşümünü göstermesi bakımından değil, bu dönüşümün öznesi olan insanların tarihsel ve toplumsal koşullarının açıklanabilmesi ve bu insanların sıradan

256 Marx (2002) sermaye boyunduruğunu biçimsel ve gerçek olmak üzere iki biçimde tanımlar. Buna göre, mutlak artı-değer üretimine dayanan sermaye ilişkisi biçimsel boyunduruğa denk gelmektedir. Bu biçimde, işçi ve işveren emekgücünün satıcısı ve alıcısı olarak eşit kişiler şeklinde karşı karşıya gelir.

Aralarında siyasi ve sosyal açıdan bu ilişkinin dışında bir hakimiyet ve itaat ilişkisi yoktur. Dolayısıyla biçimsel olarak özgür kişiler şeklinde karşılaşırlar. Burada birçok farklı üretim biçiminin kapitalist üretim ilişkilerine tabi kılındığı bir durum söz konusudur. Üretim tarzı içinde emek süreci eskisi gibi devam eder fakat sermayeye dayanan bir emek süreci olarak sürer. Gerçek boyundurukta ise, sermaye ilişkisi tek ilişki olarak kendini dayatır. Emek ve sermaye arasındaki özgür kişiler olarak alıcı-satıcı ilişkisi radikal bir şekilde değişmektedir. Bu biçim çoğunlukla göreli artı-değer üretiminde temellenir.

Zira makineleşmeyle birlikte işçinin kendi iş süreçleri ve emekgücü üzerindeki denetimi kaybolmaya başlar. Böylece işçi sermayeye bağımlı hale dönüşür. Aletler ya da hammadde itibariyle değil, doğrudan işin icra edilmesi sürecinde sermayeye bağımlı olmaktadır. Bunun bir uzantısı üretimin geçim için değil değişim için yapılır hale gelmesi ve emek sürecinin metalaşması ile sermaye ihtiyaçlarınca belirlenir hale gelmesidir. Gerçek boyunduruk bu haliyle, eski üretim, dolaşım ve mülkiyet ilişkilerinin parçalandığı yeni bir uğraktır. Negri (2005: 103; 2006: 191) ise, biçimsel ve gerçek boyunduruğu toplumsal süreçler ölçeğinde yeniden değerlendirmektedir. Ona göre biçimsel boyunduruk, kapitalizmde sermaye ilişkisinin hayatı tam anlamıyla kuşatmadığı ve kitlesel işçinin oluştuğu döneme (1960’ların sonu) kadarki süreci kapsar. Gerçek boyunduruk ise, sermaye ilişkisinin toplumsal üretim koşullarının tümünü, tüm hayatı kuşatmaya başladığında (1970’li yıllar) ortaya çıkar. Bu süreçte üretim belirli bir zamana ve mekana sahip olmamakta, sermaye ilişkisi tüm engelleri aşmaktadır. Gerçek boyunduruk dönemi, sermayenin küreselleşmesi, hayatın tüm alanlarının metalaşması ve maddi olmayan emek biçimleri ile karakterize olmaktadır. Bu süreçte kitlesel işçiden toplumsal işçiye geçiş söz konusudur. Çağdaş proleterleşmeyi, emeğin sermayenin gerçek boyunduruğuna girmesi süreci olarak değerlendirmek mümkündür.

175

eylemlerinin toplumsal oluşumu ve tarihi nasıl biçimlendirdiğini göstermesi bakımından da anlamlıdır.

Proleterleşme tartışmalarının kapitalizmin birikim süreçleriyle ilgisine işaret eden Marshall ve Rose (1988: 498) refah dönemiyle sembolize olan 1960’larda işçi sınıfına ilişkin “burjuvalaşma” tezlerinin öne çıktığını, 1970’lerdeki kriz ve 1980’lerdeki durgunluk dönemlerinde ise proleterleşme tezlerinin gündeme geldiğini belirtmektedir. Bu tespit biraz daha genelleştirildiğinde, klasik anlamda proleterleşmenin kapitalizmin ilk dönemleri ve rekabetçi kapitalizm koşulları ile, çağdaş proleterleşmenin ise tekelci kapitalizm (ve onun bir uğrağı olarak geç kapitalizm[Mandel, 2008] ya da genelleşmiş tekelci kapitalizm[Amin, 2017]) koşulları ile karakterize olduğu belirtilebilir.

Buradaki farklılık yalnızca kronolojik bir süreci değil, kapitalizmin ve proleterleşmenin koşulları ile proleterleşen kitlelerin niteliğindeki dönüşümü işaret etmektedir. Bu anlamda hizmetler sektörü kritik bir noktada bulunur. Mandel’in (2008: 531) ifade ettiği gibi, 19. yüzyılda hizmetler üretken bir alan değil, gelirle değişilen bir tüketim etkinliğidir. Bu anlamda yeni bir artı-değer yaratımını değil, yaratılmış olan toplam değerin yeniden dağıtımını içermiştir. 20. yüzyılda ise hizmetler, üretken etkinlikler haline gelmeye ve artı-değer yaratım alanları olmaya başlamıştır. Böylece hizmetlerin metalaşması söz konusu olduğu gibi, hizmet üreticilerinin de proleterleşmesi gündeme gelmiştir. Bu süreç hem işin hem de emekgücünün kitleselleşmesi ve niteliksizleşmesi gibi sonuçlar barındırmaktadır. Bu süreçte eğitim ve teknolojinin önemli bir rolü olduğu belirtilebilir.

Çağdaş proleterleşmenin bağlamını oluşturan bu süreç neoliberal dönemde billurlaşmıştır. Öyle ki, savaş sonrası dönemde kazanılmış toplumsal hakları da hedef

176

alan küresel neoliberal proje, kimi yazarlarca “yeni çitleme hareketi” olarak kavramsallaştırılmaktadır (De Angelis, (2014: 112). Dolayısıyla günümüzdeki proleterleşmenin niteliğini açıklayabilmek üzere, hakim sermaye stratejisi olarak neoliberalizme kısaca değinmek önemlidir.

Kapitalizmin 1970’lerin ortalarında girdiği krize yanıt olarak geliştirilen neoliberal gündem, sosyal refah devleti döneminden radikal bir farklılaşmayı içermektedir. Sermayenin hem coğrafi olarak (küresel ölçekte) yayılması, hem de kapsam olarak genişlemesi, sürecin temel eğilimini oluşturur. Bir yandan daha önce kamunun elinde bulunan emeğin yeniden-üretim alanlarının piyasalaştırılarak (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, medya vb.) sermaye etkinliği için yeni pazarların yaratılması, diğer yandan ise yoğun finansallaşma ve yeni teknolojiler eliyle sermaye hareketinin arttırılması söz konusu olmuştur. Böylece sermayenin giderek ulusaşırı biçimlerde mekan ve zaman kısıtlarından bağımsızlaştığı söylenebilir.

Bu sürecin iktisadi, siyasi ve ideolojik boyutlarını serimlemek bu radikal dönüşümü anlamlandırmada faydalı olacaktır. Sürecin iktisadi boyutunda; kitlesel üretim ve tüketime dayanan üretim biçimine karşı, parçalı, anlık ve müşteri talebine göre şekillenen post-fordist üretim yapısı; ithal ikameci sanayileşme yerine ihracata dönük sanayileşme modelinin benimsenmesi; işsizliğin yoğun bir şekilde artışı; sosyal ve iş güvencelerinden arındırılmış, esnek şekillerde gerçekleştirilen atipik istihdam (ki yeni dönemde bu istihdam biçimi tipik hale gelmiştir) biçimleri; yeniden yapılandırılan işletme modelleri; emek sürecinde teknolojik yatırımlar ve yeni denetim biçimlerinin uygulamaya sokulmasıyla dolaylı artı-değerin arttırılması sayılabilir.

Aynı şekilde, emek piyasasının fonksiyonel ve geçici olmak üzere yapısal olarak parçalanması ve buna bağlı olarak taşeron, ev eksenli, yarı-zamanlı çalışma gibi yeni

177

çalışma biçimlerinin gündeme oturması; sermayenin ulusaşırı bir nitelik kazanmasıyla beraber ulusal düzenlemelerin yıpranması ve devletin etkin bir aktör olarak emek piyasasını düzenleyici niteliğini yitirmesi; Bretton Woods sisteminin çökmesiyle birlikte dalgalı kur ekonomisine geçiş; hem sektörel ağırlık hem de istihdam itibariyle hizmetler alanındaki yoğun büyüme ve buna bağlı olarak üretken olmayan emek biçimlerinin hızla artışı da yeni dönemin birikim rejiminin özellikleri arasında sayılabilir.

Bu dönüşümün siyasal boyutunu ise ulus devletlerin egemen karar alıcı yapılarının zayıflamasına koşut olarak uluslararası sermaye örgütlerinin etkinliğinin artması; ulusal planlamanın geri plana düşmesi; sendikaların çözülüşüyle toplu iş hukukunun bireysel iş hukukuna evrilmesi; düşük ücretler; sosyal güvencelerin kaldırıldığı, zaman-mekanın parçalandığı ve tanımsız hale geldiği yeni bir çalışma şekli; geçici ve kiralık işçi uygulamalarını hukuksallaştıran iş yasaları;

sendikasızlaştırma; sosyal hakların tasfiyesi ve nihayetinde “emeğin anayasadan dışlanması” (Hardt ve Negri, 1994) süreciyle yurttaşlık mekanizmasının aşındırılması oluşturur. Bu süreç sosyal refah devletinden neoliberal piyasa devletine geçiş süreci olarak da ifade edilebilir. Bu çerçeveye reel sosyalizmin çöküşüyle dünyanın tek kutuplu bir hal alması da eklenmelidir.

Dönüşümün ideolojik boyutunda ise, yepyeni bir dünyaya geçildiği; bilgi ve teknolojinin merkezi değer kaynağı haline geldiği; kapitalizmin eski nitelik ve çelişkilerinden arındığı; “tarihin sonu”nu imleyen yeni bir toplum kurgusu öne çıkmıştır. Postmodern bir dünya kavrayışı, tüm yerleşik toplumsal düşünce ve kurumların sorgulanmasını ve “yapısöküm”e uğratılmasını gerektirmiştir. Söylemsel düzlemde dolaşıma giren kavramlar kadar dolaşımdan çıkan kavramlar da dönüşümün

178

önemli bir göstergesini oluşturmaktadır. Bu süreçte eşitlik ve dayanışmaya karşı piyasanın kuralları ve öncelikleri, topluma karşı birey ve çıkarları, devlete karşı yoğun bir özgürlük söylemi ve sınıfa karşı kimlik temaları dolaşıma girmiştir.

Görüleceği üzere, neoliberal süreç bir bütün halinde, emek-sermaye ilişkilerinin tarihsel olarak sermaye lehine yeniden biçimlendirilmesi çabasıdır.257 Bu çabanın tarihsel boyutuna işaret eden Amin (2014), özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ivme kazanan sermaye birikiminin, proleterleşmenin kapsamını arttırdığını vurgular. Ona göre proleterleşme, insanlar için tarih içinde, emekgücünü ücret karşılığı satmayı içeren yeni bir durum teşkil etmiştir. Bu süreç günümüzde de sürekli değişmeye ve gelişmeye devam etmektedir. Amin’e (2014) göre proleterleşme her zaman belirli bir zaman ve mekan birlikteliğinin özgünlüğünde bir arada işleyen üç etkenle ilerler: İlki, kapitalist üretim örgütlenmesinin teknolojik gereksinimleri;

ikincisi, işçilerin ya bu örgütlenmeye karşı ya da bu örgütlenmede yer edinmeye dönük mücadeleleri; ve üçüncüsü, proletaryanın mücadelelerine karşı sermaye tarafından geliştirilen, parçalamaya dönük stratejilerdir.

Bu sürecin diğer ucu, toplumun sınıfsal kompozisyonunda gerçekleşen radikal dönüşümdür. Bu dönemde yeni bir proleterleşme dalgasının yaşandığı/yaşanmakta olduğu belirtilebilir. Amin’e (2017: 12; 2014) göre, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanan dönüşüm, emperyalist sistemin de dönüşümünü ifade etmektedir.

Sistemin merkezlerinde genelleşmiş tekelci kapitalizm, ücret-formunun genelleşmesini beraberinde getirmiştir. Böylece ücret formunun ifade ettiği bir

257 Bu sürecin kapanmış ve sorunsuzca gelişmiş bir tarihsel akış olmadığını, neoliberal gündemin dünyanın pek çok bölgesinde direniş, isyan ve hatta iktidar (Latin Amerika örneği) pratikleri ile cevaplandığını akılda bulundurmak önemlidir. Bu nedenle kapitalizmin neoliberal döneminin tarihi de sermayenin değil, sınıf mücadeleleri tarihinin güncel bölümü olarak değerlendirilmelidir. Böylece tarihsel süreci yalnız “sermaye taarruzunun öyküsü değil, bu sürece karşı koyuşun ve uyumun öyküleri”

(Özuğurlu, 2005: 257) olarak kavramak mümkün hale gelebilecektir.

179

“genelleşmiş proleterleşme” dalgası ortaya çıkmıştır. Bu süreçte sermayenin aşırı merkezileşen denetimi ile proleterleşmenin bir yandan herkesi kapsayan bir hale gelişi diğer yandan ise genelleşmiş proletaryanın aşırı tabakalaşarak parçalanması söz konusudur. Dolayısıyla dünya, bir kutupta tekelci kapitalizmin, diğer kutupta ise proleterleşmenin (kendi içinde ciddi şekilde parçalara ayrılmış) genelleşmesiyle karakterize olan bir niteliğe kavuşmaktadır.258

Aynı doğrultuda Özuğurlu (2005: 16) da 1970’lerden itibaren hız kazanan yeni bir proleterleşme dalgasının varlığını vurgulamaktadır. Finansallaşmanın damga vurduğu bu proleterleşme dalgasında, meta-dışı geçimlik araç ve olanaklardan koparılan milyonlarca emekçi, gündelik hayatlarını idame ettirebilmek bakımından ücret gelirine bağımlı hale gelmekte, buna karşın düzenli ücret elde edebilecekleri istihdam olanaklarından da yoksun kalmaktadır. Bu dalganın içerdiği toplumsal kesimler giderek genişlemektedir.

Özuğurlu (2005: 64-74) proleterleşmeyi çözümlemek üzere, kavramın ekonomi-politik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmektedir. Buna göre proleterleşmenin ekonomi-politiği ilkel birikim ile karakterize olur. İlkel birikim,

“doğrudan üreticilerin proletaryaya, onlara ait emek araçlarının da sermayeye dönüştürülmesi süreci”ni (Özuğurlu, 2005: 64) ve bunun ekonomi dışı zor yoluyla desteklenerek yapılmasını ifade etmektedir. Burada kritik olan, ilkel birikimin bir “ilk birikim”i mi ifade ettiği259, yoksa kapitalist birikimin sürekliliği içinde yer alan ve belirli özelliklere sahip olan bir birikim/el koyma biçimi mi olduğudur.

258 Bu noktada Freeman’ın yukarıda serimlenen “great doubling” verileri yeniden hatırlanabilir.

259 Marx (2011: 686) kapitalizmin tarihine ilişkin değerlendirmesinde, ekonomi-politikte ilkel birikimin, teolojdeki “ilk günah”ın rolünü oynadığını belirtir.

180

Özuğurlu (2005: 65-66), ilkel birikimin ilk birikimden daha fazlasını ifade eden niteliğine işaret etmektedir. “Sermaye bir stok birikimi olmayıp toplumsal/sınıfsal bir ilişki” olarak kavrandığında, kitlelerin mülksüzleştirilmeleri ve üretim araçlarının sermaye haline gelişinin belirli bir biçimi olarak ilkel birikim, kapitalizmin yalnızca başlangıç döneminde değil, bütününde işleyen bir mekanizma olarak anlaşılabilir:

İlkel birikim, “sermayenin varlık temelleriyle ilgili stratejilerin”260 belirlendiği süreçlerdir. Dolayısıyla ilkel birikimin çağdaş formları, kapitalizm dışı toplumsal formasyonların kapitalizme içerilmesini değil, zaten kapitalist ilişkiler içine alınmış olan formasyonların, ücret sistemi dışındaki geçim araçlarından ve alternatif geçinme stratejilerinden de uzak tutulmasını ifade eder.

Proleterleşmenin bir boyutu olarak geçim araçlarından yoksun bırakmanın yanı sıra, emeğin emek sürecindeki alanlarından (vasıf, denetim gibi) uzaklaştırılmasını da bu bağlama dahil etmek mümkündür.261 Dolayısıyla ilkel birikim, emeğin üretim ve yeniden üretim koşullarının sürekli metalaştırılması ve sermayeye devredilmesi yönünde bir eğilim olarak değerlendirilebilir. Bu yaklaşım, proleterleşmenin emek süreci ve yeniden üretimdeki köklerinin/sonuçlarının bir arada değerlendirilmesine de imkan tanımaktadır.262

Proleterleşmenin sosyolojik boyutu ise, proleterleşmenin kökeni ve mekanizmaları (kır ya da zanaat kökenli yapılar ile bunların hangi mekanizmalarla dönüştürüldüğü); proleterleşmenin hızı-çapı ve zamanlaması (zaman aralığı, kapsadığı

260 Yukarıda serimlenen neoliberal gündem, bu durumun örneğidir. Kapitalizmdeki birikim stratejisinin değiştiği ve bunun zor yoluyla da desteklendiği bir süreç olarak neoliberalizm, çağdaş ilkel birikim biçimi olarak kavranabilir.

261 Bu kapsamda emek sürecinde emeğin, vasıf ve denetimden giderek daha fazla oranda dışlanmasını, çitleme hareketlerine atıfla “emek sürecinin çitlenmesi” olarak kavramsallaştırmak yanlış olmayacaktır.

262 Burada serimlenen süreç gazetecilerin çalışma ve çalışma dışı yaşamlarında oldukça net olarak gözlemlenebilmektedir. Bu gözlemler, çalışmanın ikinci kısmında değerlendirilmektedir.

181

kesimler, bu kesimlerin fırlatıldığı yer ve süreçte kullanılan zor biçimleri);

proleterleşmenin yönü (göç hareketleri) (Özuğurlu, 2005: 68-73) olarak belirlenmektedir.

Çağdaş proleterleşme dalgasının, çok kısa bir sürede (30-40 yıl) emekgücünü ikiye katlayan (great doubling) niteliği ile yeniden-üretim alanlarında (özelleştirme vb.

gibi mekanizmalarla) yaşanan metalaşmanın birarada düşünülmesi, sürecin kapsamını ve derinliğini ortaya koymaktadır. Genelleşmiş bir kapsamlı proleterleşme sürecinin günümüzde “özel refah ile kamusal sefalet” (Galbraith’ten akt. Mandel, 2008: 538) arasındaki uçurumda da görünür olduğu belirtilebilir. Bu sürecin, sürece maruz kalanlar açısından yarattığı mevcut/olası etkiler ve tepkilerin, ekonomik, ideolojik ve siyasal boyutlarıyla sınıf kapasitesinin bağlamını yarattığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu noktada Özdek (2011: 99) sermaye hareketinin muazzam bir mülksüzleştirme, proleterleştirme ve güvencesizleştirme dalgası yarattığını; bu sürecin hayatın her alanında piyasalaştırma ve kuralsız çalıştırma rejimini hakim kıldığını belirtir. Gerçekten de yeniden-üretim alanlarının doğrudan sermayenin meta alanlarına dönüştürülmesinin, emekçiler nezdinde bir önceki dönemden çok daha büyük ve niteliksel bir kırılmayı beraberinde getirdiği belirtilebilir. Bu kırılma, emekçi kitlelerin artık sömürü koşullarında yaşamasının da ötesinde, hayatta kalma mücadelesini ifade eder. Keza yaşayabilmek ücretli olmaktan geçtiği sürece, yaşamın tüm yeniden-üretim alanlarının sermayeye tahsisi, yaşama hakkının da doğrudan sermayeye teslim edilmesi anlamına gelebilmektedir.

Mandel’in (2008: 257, 663-664) sanayi sonrası toplum kuramlarına karşı ileri sürdüğü görüş, proleterleşme tartışmaları için de bağlamsal bir zemin sunmaktadır.

182

Buna göre, geç kapitalizmde sanayi sonrası bir toplumdan değil, tam tersine tüm toplumsal etkinliklerin sınai biçiminde örgütlendiği bir toplumdan bahsedilebilir.

Mandel (2008: 513) bu süreci “genelleşmiş evrensel sanayileşme” olarak adlandırır.

Burada bir yandan, yalnızca maddi mallar ve temel hizmetlerle sınırlı kalmayan, tüm insan faaliyetine doğru genişleyen bir metalaştırma hareketi mevcuttur. Bununla bağlantılı olarak diğer yandan, sermayenin aktığı bu alanlar sınai biçime, yani değer üretimine, kitleselleşmeye, piyasa yasalarına ve ücretlilik ilişkilerine tabi hale gelmektedir. Mandel (2008: 513) geçmişte yalnızca meta üretimde görülen makineleşme, standardizasyon, aşırı uzmanlaşma ve emeğin parsellenmesi niteliklerinin şimdi toplumsal yaşamın tüm sektörlerine nüfuz etmekte olduğunu belirtir.

Mandel (2008: 508) bu süreci, geç kapitalizm çağında emeğin nesnel toplumsallaşması ile sermayenin genişlemesi ve merkezileşmesi eğilimleri içinde değerlendirir. Ona göre, artan işbölümü teknik ve ekonomik olmak üzere iki merkezileşme biçimi ortaya çıkarmaktadır. Ekonomik merkezileşme, sermayenin tekelleşmesi anlamına gelen, çokuluslu firmaların dikey birleşmelerle entegre olmasıdır. Teknik merkezileşme ise, büyüyen işbölümünün yeni ara kademeleri ortaya çıkarmasıdır. Zira artan işbölümünün sürdürülebilmesi ve denetlenebilmesi için ara kademelerin ortaya çıkışı gerekir. Mandel’e (2008: 510) meta üretimi ne kadar genelleşmiş ve işbölümü ne kadar ilerlemiş olursa, sürekli üretim ve sürekli satışı sağlamak için bu ara işlevler de sürekli sistematize ve rasyonalize edilmelidir.

Mandel’in vurguladığı bu ara işlevler hem teknik işbölümünde hem de toplumsal işbölümü içerisinde (ticaret, ulaşım, hizmtler vb.) düşünülebilir. Mandel (2008: 511) geç kapitalizm çağında kapitalizasyon süreçlerinin hem teknik hem de toplumsal ara

183

kademelere yayıldığını anlatır. Bağımsız işler gittikçe kapitalist karakter kazanır (bu hem ilişkinin dönüşümü hem de makineleşme yoluyla gerçekleşir) ve “nesnel olarak toplumsallaşmış bir hizmet işi haline” gelir. Toplumsal ilişkilerin bu dönüşümü, genel olarak proleterleşme şeklinde ifade edilebilir.

Mandel’e (2008: 538) göre geç kapitalizmde atıl sermaye hizmetler sektörüne akıtılır ve hizmetler alanının “üretken sermayeye” dönüştürülmesi gerekir.

Dolayısıyla, hizmetler alanının kapitalizasyonu ile hizmetler (eğitim, sağlık, ulaşım vb.) yerine metalar üretilir. Bu süreç, neoliberal dönemde proleterleşmenin bir boyutu olarak, meta-dışı alanların metalaştırılmasına tekabül etmektedir. Zira Braverman (2008: 375) da sermayenin tarihsel eğiliminin üretken olmayan etkinlikleri üretken emeğe çevirme yönünde olduğunu vurgulamıştır.

Bu noktada Wright ve Singelmann (1982:180) proleterleşmenin, kapitalist toplumun altında yatan sınıf ilişkilerinin dönüşümü ile ilişkili olduğunu ve bu nedenle kavramın, kapitalist toplumların sınıf yapısının kavramsallaştırılmasıyla bağlantılı olduğunu vurgular. Yazarlara (1982: 183) göre proleterleşme, işçi sınıfı dışı konumların ortadan kalktığı, dönüşüm geçirdiği ya da işçi sınıfı konumlarının yaratıldığı karmaşık bir süreçtir. Bu kapsamda günümüzdeki proleterleşme, iki ana kutupsal sınıfın dışında kalan çelişkili sınıf konumlarının dönüşümüne işaret etmektedir. Bu süreçte söz konusu kesimler, “proleterleşmiş profesyoneller”

(Barbrook, 2006) olarak da tanımlanmaktadırlar.

Marshall ve Rose (1988: 499) literatürde proleterleşmenin dört farklı içeriğinden bahseder. Bunlar, bir bütün olarak sınıf yapısının proleterleşmesi; bu yapının içindeki bireylerin proleterleşmesi; belirli türdeki işlerin proleterleşmesi ve toplumdaki birey ve grupların toplumsal bilinçlerinin proleterleşmesidir. Yazarlara

184

(1988: 499-500) göre, sınıf yapısının proleterleşmesi, sınıf konumlarının dönüşümü ve sınıf kompozisyonunun değişimi ile ilgilidir. Bireylerin proleterleşmesi, çoğunlukla yeni-Weberci çalışmalarda görülür ve bireylerin kuşaklararası mobilite gibi yollarla işçi sınıfı içinde yer almaları ile ilgilidir. Belirli işlerin proleterleşmesi temelde vasıfsızlaşma ile ilişkilidir. Teknoloji gibi yollarla becerilerin ayırt ediciliğinin ortadan kalkmasını işaret eder. Bu sınıflandırmada belki de en ilginç olanı, toplumsal bilincin proleterleşmesidir. Bu süreç, doğrudan işçi sınıfı içinde sayılamayacak ya da doğrudan kol işiyle uğraşmayan kesimlerin, işçi sınıfının politik hedeflerine sempati duyması ve sınıf mücadelesinde müttefik olmalarıyla ilişkilidir.263

Buna karşın, proleterleşmenin sınırlı bir boyutuna odaklanmak ya da proleterleşme tartışmalarını dar bir kapsamla tanımlamak yerine süreci kendi bütünlüğü içinde, farklı boyutların birliği ile kavramak önem taşımaktadır.

Proleterleşme yalnızca emek süreciyle ya da yalnızca bireysel boyutlarla sınırlı kalan bir ampirik “sabit” değil, gerek üretimde gerek yeniden üretimde gerekse toplumsal imgelemde karşılık bulan karmaşık bir ilişkisellik olarak kavranmalıdır. Bu yanıyla proleterleşme, yalnızca ücretli işçi haline gelmeyle sonlanmış bir süreç değil, üretim ilişkileri içinde tarihsel bir doğrultusu olan, emeğin toplumsallaşmasının yanında, maddi ve toplumsal üretim ve geçim araçlarından çeşitli biçimlerde uzaklaştırılmasını ve emeğin pek çok boyutta aşınmasını içeren bir eğilim olarak düşünülebilir.

263 Manifesto’da bahsedilen şu durum, bu boyutun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir: “Sınıf mücadelesinin belirleyici anının yaklaştığı zamanlarda (…) hakim sınıfın küçük bir kesimi kendini o sınıftan koparır ve devrimci sınıfa, geleceği elinde tutan sınıfa katılır. (…) Şimdi de burjuvazinin bir kesimi, özellikle de burjuva ideologlarının tarihin akışının bir bütün olarak teorik anlayışına erişmiş bir kesimi proletaryanın safına geçer” (Marx ve Engels, 2010: 30). Toplumsal bilincin proleterleşmesine Türkiye’den bir örnek olarak, 1970’li yıllarda mühendislerin (TMMOB üzerinden) veya gazetecilerin (ÇGD üzerinden) işçi sınıfı hareketi içinde aktif biçimde yer almaları düşünülebilir.

185

Çağdaş kapitalizmde emek sürecinin proleter nitelikli karakterinin giderek yoğunlaştığı bir eğilimin varlığından söz eden Wright ve Singelmann’a (1982: 178) göre bu süreçte doğrudan üreticilerin beceri ve vasıflarının aşınması, uzmanlık işlerinin emekgücü içinde giderek daha küçük bir bölümde toplanması, rutinleşmenin profesyonel mesleklere kadar genişlemesi söz konusu olmuştur. Bu süreç bir bütün olarak işin ve işçinin değersizleşmesi anlamında proleterleşmeyi içermektedir.

Dolayısıyla günümüzdeki proleterleşmenin tarihsel boyutu sermeyenin yeni bir ilkel birikim dalgası ile, çalışma sürecindeki boyutu ise yönetim pratiklerinde yaşanan dönüşüm, emek sürecinde yaşanan dönüşüm ve üretimin teknolojik tabanında yaşanan dönüşüm ile ilişkilendirilebilir. Bunun toplumsal alandaki karşılığı ise, toplumsal yeniden üretim süreçlerinin metalaştırılması, eğitimin standartlaştırılması ve yaygınlaştırılması ile şirketlerin değişen vasıf beklentileri ve işçiler açısından vasıf kazanma çabalarının tüm yaşama yayılmasıdır. Bu genel süreç, emek arzının artmasına bağlı olarak çalışanlar arası rekabetin körüklendiği bir sonuca da sahiptir.

Bu kapsamda proleterleşmenin bir diğer boyutu, istihdam biçimlerinin dönüşmesidir. İstihdam biçimlerinde yaşanan güvencesizleşme ile birlikte bir yandan vasıflı işlerin, diğer yandan bu işlerin icracılarının toplumsal olarak aşınması gündeme gelmektedir. Özveri (2011: 214) bu noktayı vurgulayarak 1980 sonrası dönemde temel amacın, sermayenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlayan her türlü düzenlemenin ortadan kaldırılması olduğunu belirtmektedir. Ona göre sermayenin işgücü üzerindeki denetimini maksimize etmesi iki ana eksen üzerinde ilerlemektedir. Birinci eksende, sermayenin işgücü üzerindeki denetimini doğrudan arttıran düzenlemeler yer almaktadır. İkinci eksende ise, işgücü üzerindeki denetimi, işgücünü tümüyle

186

korumasız bırakarak güvencesizlik üzerinden en üst noktaya çıkartacak politikalar formüle edilmiştir.

Güvencesizleşme, vasıfsızlaşma süreciyle de bağlantılı bir ilişkiye sahiptir.

Zira “kapitalizm için vasıfsızlaşmanın en önemli kazanımı, işgücü devrini hızlandırabilmesi ve işgücüne bağımlılığı azaltmasıdır” (Yücesan-Özdemir, 2014:

115). Dolayısıyla Taylorizasyon, vasıfsızlaşmayı ve denetim kaybını içerdiği ölçüde, güvencesizleşmenin emek sürecindeki koşullarını hazırlamaktadır. Bu konuda Beck (akt Bora ve Erdoğan, 2011: 24) emek rejimindeki esnekleşme ve güvencesizleşme ile birleşen bu yeni Taylorizmin, emek sürecini zamansal ve hukuksal olarak paramparça ettiğini vurgular.

Yücesan-Özdemir (2014: 109-110) neoliberal dönemde vasfın üretim noktasındaki iki sınıf için farklı anlamlar ifade ettiğini belirtmektedir. Buna göre emek için vasıf ile sermaye için vasıf aynı değildir. Sermaye için vasıf, artı-değer üretimi ve kapitalist sermaye birikimi için geçerli olan “bilgi” ve “beceriler”dir. Dolayısıyla bu, üretim noktasında özellikle göreli artı-değeri arttırmak için gerekli olan çalışan profilidir. Bu profile bırakılan “vasıf”, emeğin elinde bilgi ve beceri adına sahip olunan her şeyin artı-değer üretimi için parça pinçik edilmesine dayanır. Bu sürecin gerçekleşmesi, yukarıda vurgulandığı gibi, aynı anda çalışanın emeği üzerindeki denetimi de devretmesiyle gerçekleşir.

Benzer şekilde Rifkin (akt. Bora ve Erdoğan, 2011: 33) yeni teknolojilerin çalışanların üretim üzerinde sahip olduğu denetim ve belirleyiciliğin son kırıntılarını da yok ettiğini vurgular. Bu süreçte Taylorist çalışma modeli, zanaat, bakım, eğitim vs. her alana sızmakta; kişiyi odak alan, yüz yüze ilişkiye dayanan, şimdiye dek

“rasyonelleşmeye” ve standardizasyona dirençli sayılan alanları da fethetmektedir