• Sonuç bulunamadı

4 1 PROF DR CİHAN YURDAYDIN (OĞLU) İLE MÜLAKAT

Babam, 1923 doğumludur. Babamın annesinden ve babasından bahsetmek istiyorum. Babamın babası daha pragmatik bir insandı anladığım kadarıyla. Edebiyatla sanatla hanımı kadar ilgilenen birisi değildi. Babamın annesi ise ağıtlar ve maniler yazarmış. Yani babamın sanat damarı ve bana bile yansıyan bu özellik, babaannemden gelmektedir.

Babam, Eskişehir’in Seyitgazi Kazası’nın Akin Köyü’nde ilkokul hayatına başladı. Üç seneyi köy okulunda okumuştur. İlkokulun 4. ve 5. sınıfını ise nahiye Kırka’da okumuştur. Orayı bitirdikten sonra okumaya devam etmek istediği için, dedem de kabul ettiği için Eskişehir’de ortaokul okuyor. Eskişehir’de ortaokulda okurken bir ev tutuluyor. Dedemin de hali vakti pek fena değildir, o dönemin şartlarına göre. Eskişehir’de ev tutulmasının yanı sıra, kendisiyle ilgilenmesi için, babamın babaannesinin kızkardeşi olan Dudu Hanım yanında bırakılıyor. Üç sene Eskişehir’de ortaokulda okumuştur. Ortaokulu bitirince dedem, tamam okutmaksa okuttuk ve daha fazlasına gerek yok diyor. Bunun üzerine Türkiye’nin o günkü koşulları içinde, ortaokulu bitiren babam nasıl okumaya devam edebilirim arayışlarına girmiştir. Parasız yatılı okuması gerekmektedir. Onun için İstanbul’da Muallim mektebine yani öğretmen okuluna müracaat ediyor, kabul ediliyor. Üç sene de Muallim Mektebi’nde okuyor.

Babamın bir gözü görmezdi. Ambliyopi dediğimiz durum vardı. Babam sütü çok severmiş. Hatta sağılan sütleri hep kaçırırmış. Bu yüzden sütleri ondan hep saklarlarmış. Muhtemelen süt sağılırken büyükbaş hayvana gereksiz yaklaştığı için beklenmedik bir kaza oluyor. Gözüne aldığı darbe neticesinde de bir şekilde gözünde hasar oluşuyor. Bizim Seyitgazi’nin Akin Köyü tipik bir iç Anadolu köyüdür. Geri kalmış bir köydür. Telefon 1990’larda gelmiş, elektrik ise 90’lı yılların sonlarında. Fakat sonuçta şu gerçek var Gazi Terbiye’deki eğitimine üç sene devam ediyor. Şubat tatili, yaz tatili gibi her türlü tatilde tabii köye dönüyor. Gazi Terbiye’yi bitirdiğinde köyde dedemle konuşuyorlar. Dedem şimdi ne yapmak istiyorsun diye sorduğunda, babam konservatuara gitmek istediğini söylüyor.

108

Dedem haliyle soruyor tabii, bu konservatuar dediğin nedir diyor. Babam, konservatuarda keman çalacağını söylüyor. Burada esas önemli olan nokta, yatkınlığı olan bir köy çocuğunun, 3 senede keman çalma isteğini uyandıran bir eğitimi var. Müthiş bir eğitim almıştır. Dedem, tabii ki hemen “hayır” diyor. Çünkü dedemin kafasında keman çalan köy yerine gelen Çingene yani. Bu kadar okuyup da, Çingene olacaksan ne gerek vardı diyor. Sonuçta, hakikaten konservatuara gitmiyor. Ama babam, klasik müziği çok severdi. Klasik Batı müziği de diyebiliriz. Ben de Batı müziğine düşkündüm ama ben mesela gençliğimde Beatles dinlerdim. Babam bir şey söylemezdi ama klasik müzik dinlememi isterdi. Nitekim benim ilkokul çağlarımdan itibaren babam beni klasik müzik konserlerine götürdü. O yüzden de şimdi klasik müzik dinliyorum.

Babam Kars’a öğretmen olarak atanıyor. Kars’ta, ilk öğretmenlik yaptığı okulu, ben 1984-86 yılları arasında Van’da mecburi hizmet yapabildiğim için, Kars’a giderek ziyaret ettim. Okul Ruslardan kalma bir okuldur. Rusya soğuk, Kars soğuk dolayısıyla Rusya’daki gibi bir sistem yapmışlar okula. Bir soba yakıyorlar ve tüm binayı ısıtıyorlar. Babam burada bir süre öğretmenlik yapıyor. Fakat bir yandan da üniversitede kalmaya çalışmıştır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne müracaat etmiştir. Öğretmen lisesi mezunları üniversiteye giremez diye bir kural varmış. Bunun üzerine uğraşıyor, çabalıyor ve sonuç olarak üniversitede Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, Tarih Bölümünü bitiriyor. Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne asistan olarak giriyor. Daha sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Medeniyetleri Tarihi Bölümünde Öğretim Üyesi oluyor. 1953’te, Üniversite tarafından Kanada’ya gönderiliyor. Bendeniz de 1954’te Kanada’da doğdum. Bir sene Mc Gill Üniversitesi’nde çalışıyor. 1923’te doğan, köyde yetişen babam 1953’te 30 yaşında Kanada’ya gidiyor. Bir senelik çalışması sonunda Türkiye’ye dönüyor.

Babamın okuma yazmaya, yabancı dili ve sanata yatkınlığı çok fazlaydı. Yabancı dile yatkınlık bende de var. Mesela babamın İngilizce yazılarını ben okudum. Yabancı dilde de çok güçlü bir kalemi vardır. Bu özelliği bir şekilde bana da yansıdı. Sanata düşkünlüğü vardı. Klasik müziği iyi bilirdi. Zaten o zaman ki Cumhuriyet kuşağı çok enteresandır. Ben 1999’da İstanbul’da bir kongre düzenledim. Kongrede Gala gecesinde Fazıl Say çalmıştır. Nasıl çaldı derseniz, Fazıl Say’ın hocası Kamuran Gündemir’i babam tanıyordu. O vasıtayla, bu konseri

109

ayarladık. Gala gecesine neticede özeniyor insan. Bir grup vardı. Enstrümantal araçlarını çok beğendiğim için görüşmeye gittim ve 90 bin dolar istediler. Yani bütün kongrenin bütçesi 90 bin dolar değil dedim ve sonuçta Fazıl Say çok cüzi bir para ile gelmeyi kabul etti. Hatta New York’a gidecekti ve biletini almamız karşılığında gelecek olunca, biz ayarladık. Hatta “Business almanıza gerek yok, ekonomik bilet olsun” diyecek kadar tevazu gösterdi. Yani görmüş, geçirmiş ailenin çocukları bu şekilde hareket ediyordu.

Babam Kamuran Gündemir, Ulvi Cemal Erkin’i tanıyordu. Türk beşleri vardır. Klasik müzik alanında, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Kazım Akses, Ferit Tüzün, Cemal Reşit Rey. Bunlardan Ulvi Cemal Erkin’in karısı Ferhunde Erkin piyanistti. Ulvi Cemal Erkin de çok iyi bir bestecidir. Yani bu arada şunu da belirtmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu çöktü. Osmanlı’nın bıraktığı çöküntü içerisinde eğitim yerlerde sürünüyordu. Ama ne olursa olsun, o çöküntünün içerisinde bile eğitimli bir kesim vardı. Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, 1920’lerde, Atatürk tarafından Paris’e gönderiliyor. Peki, nasıl seçilmişlerdir. Onu belirleyecek yetişmiş insanlar vardır. Ulvi Cemal Erkin’in köçekcesi Londra’da sekiz bin kişini katıldığı bir konserde çalınıyor ve ayakta alkışlanıyor. Yani seçimlerde öyle rastgele değildir. Ahmet Adnan Saygun’un da bir sürü eseri vardır.

İlahiyat Fakültesinin o zamanki kadrosunda Hilmi Ziya Ülken, Felsefe Profesörüdür. Hilmi Ziya Ülken de farklı bir kişiliktir. 1960’larda, babam 40’lı yaşlarında Hilmi Ziya Ülken biraz daha yaşlıdır. Viyana’da babamla ikisi bir apartman dairesinde hasret gideriyorlar. Akşam saat 9 civarındayken bir zil çalıyor. Kapıyı açtıklarında polisi görüyorlar ve haklarında şikâyet oluğunu söylüyor. O kadar çok iyi anlaşırlarmış ki, derin sohbetleri bol kahkahaları sebebiyle şikâyet edilmişler.

Babam biliyorsunuz Matrakçı Nasûh’u ortaya çıkarmış bir insandır. Benim öğrencilerinden duyduğum şeyler, Sosyal Bilimler’in zor olduğudur. Fakat babam hem buradaki hem Kanada’daki akademik birikimiyle, metodolojisinin çok güçlü olduğunu ispat ederek, Matrakçı Nasûh gibi bir değeri gün yüzüne çıkartmıştır. Böylelikle de babamın bir tarihçi olarak yapılması gerekeni fazlasıyla yaptığını düşünüyorum.

110